1. BÖLÜM :
HAYATIN OLAĞANÜSTÜ ÇEŞİTLİLİĞİ
HAYATIN OLAĞANÜSTÜ ÇEŞİTLİLİĞİ
Dünyanın hemen her noktasında insanın gördüğü veya göremediği bir yaşam hüküm sürmektedir. Dünya üzerinde herhangi bir canlının bulunmadığı bir yer yok gibidir. Her ortamda, hem ortamla hem de birbirleriyle tam bir uyum içinde pek çok canlı türü yaşar. Bir damla deniz suyundan okyanuslara, bir tutam topraktan kıtalara, buzullardan sıcak su kaynaklarına, toprağın metrelerce altından soluduğumuz havaya, vücudumuzun içinden derimizin üstüne kadar...
Dahası, yeryüzü çok çeşitli vücut yapılarına, sistemlere, davranış biçimlerine ve özelliklere sahip canlılara ev sahipliği yapar: Metrenin milyonda biri boyutundaki bir bakteriden yaklaşık 100 metre boyunda ve 2.500 ton ağırlığındaki dev bir sekoya ağacına; yer değiştirmeyen ağaçlardan göç ederken yirmi bin kilometre uçan kıyı deniz kırlangıçlarına veya binlerce kilometre yol kateden somon balıklarına; birkaç saat yaşayan Mayıs sineğinden on bin yıldan fazla yaşayan örnekleri bulunan Creosote çalısına; okyanuslarda yalnız başına dolaşan bir orfoz balığından milyonlarcası bir arada yaşayan karıncalara; narin ve zarif bir orkideden radyasyondan bile etkilenmeyen bir böceğe kadar...
Minnesota Üniversitesi Ekoloji Profesörü David Tilman'ın ifade ettiği gibi, "Dünyanın en dikkat çekici özelliği hayatın varlığıdır, hayatın en dikkat çekici özelliği ise çeşitliliğidir."
Gezegenimizdeki hayatın çeşitliliği ve zenginliği, bilim çevrelerinde özel bir terim ile ifade edilir: "Biyoçeşitlilik". Bu terim, biyolojik çeşitlilik ifadesinden türetilmiştir ve dünyadaki hayvanlar, bitkiler, mantarlar, mikroorganizmalar, kısacası tüm canlı türlerini kapsayan bir terimdir.
Biyoçeşitlilik, halen yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Zannedildiğinin aksine, tanıdık bir kavram haline gelişi oldukça yenidir. Her ne kadar canlılığın çeşitliliği üzerine araştırmaların eski bir geçmişi olsa da, konunun biyoçeşitlilik adı altında bilim dünyasına girmesi 1986 yılında gerçekleşmiştir. Bu kavram, 21-24 Eylül 1986'da Washington'da, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi ve Smithsonian Enstitüsü tarafından düzenlenen Biyoçeşitlilik Sempozyumu'nda doğmuştur. Bu tarihten sonra biyolojik çeşitliliğin önemine ve birinci dereceden korunması gerektiğine dikkat çeken girişimler bir hayli hızlanmıştır. Biyoçeşitlilik bir bilim dalı olmuş; birçok ülkede çeşitlilik araştırmaları için fonlar ayrılmış, enstitüler kurulmuştur. Haziran 1992'de Rio de Janeiro'da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'nın ardından biyoçeşitlilik, tüm dünya ülkelerinin ortak konularından biri olmuştur.
Yeryüzünde
Ne Kadar Canlı Türü Var?
Biyoçeşitliliği tanımlamak, anlamak ve belirli bir sayıya indirgeyebilmek için, biyoloji biliminde "tür" kavramı kullanılır. Bir canlı türü, doğada yalnız kendi aralarında çiftleşebilen ve çoğalabilen, yapısal ve işlevsel özellikleri birbirine benzer bireylerden oluşan bir popülasyondur. (Bu kavram "Evrimin Türleşme Çıkmazı" bölümünde detaylı olarak ele alınmaktadır.)
Yeryüzünde ne kadar türün var olduğu sorusu yüzyıllardır pek çok insanı düşündürmüştür. Bu soruyu cevaplandırmak için uzun süredir kapsamlı araştırmalar yapılmaktadır. İçinde bulunduğumuz döneme kadar olan bilimsel çalışmaların sonuçları, buna ilişkin kesin bir rakam söylenemeyeceğini; fakat söz konusu rakamın çok büyük olduğunu ortaya koymuştur. Burada konunun uzmanı olan bilim adamlarının görüşlerine yer verilmektedir.
Ünlü hayvan bilimci Edward O. Wilson, biyoçeşitlilik kavramını ilk defa ortaya atan ve bu alanda otorite olarak kabul edilen bilim adamlarından biridir. Harvard Üniversitesi Profesörü Wilson'un değerlendirmesi şöyledir:
"Hiç kimse, hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmalar dahil canlı organizmaların kaç türü olduğunu bilmemektedir ama muhtemelen bu sayı en az 5 milyondur, hatta 100 milyonu bulabilir... Öncelikle biyolojik çeşitlilik miktarı konusunu düşünün. Dünya üzerindeki organizma türlerinin sayısı tam olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yaklaşık 1.5 milyon türe isim verilmiştir ama gerçek sayı muhtemelen 10 milyon ile 100 milyon arasındadır."
Smithsonian Enstitüsü'nden çevre bilimi ve biyoçeşitlilik uzmanı Thomas E. Lovejoy'un görüşü ise şöyledir:
"Halen tanımlanan türlerin sayısı 1.4 milyon düzeyindeyken, başta gelen soru toplamda kaç tane türün var olduğudur. Türlerin toplam sayısına ilişkin şimdiki tahminler 10 milyondan 100 milyona değişiyor."
Cornell Üniversitesi Profesörü Quentin Wheeler ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Profesörü Joel Cracraft, bir makalelerinde konuya ilişkin tahminlerini şöyle ifade ederler:
"Geçmiş iki yüzyıldan fazla zaman içinde dünyadaki türler üzerine oldukça bilgi toplanmış olmasına rağmen, hala biyoçeşitlilik hakkındaki soruların en kolayına kesin yanıtlar veremiyoruz: Ne kadar tür var? Tahminler 3 milyon ile 100 milyon tür arasında değişiyor."
Stanford Üniversitesi'nden Taylor Ricketts ise, yeryüzündeki canlı çeşitliliğine dair düşüncesini şu şekilde dile getirir: "Dünya, bilinen 1.7 milyondan fazla türe ev sahipliği yapıyor ve muhtemelen bu sayının 10 katı daha keşfedilmeyi bekliyor."
Padua Üniversitesi'nden Alessandro Minelli, biyoçeşitliliğe ilişkin şu andaki tahminlerin "oldukça belirsiz" olduğunu ve bunun için 5 milyondan 130 milyona uzanan çok farklı sayıların telaffuz edildiğini açıklamaktadır. Biyoloji Profesörü Minelli'ye göre, "Dünyadaki tür çeşitliliğini tahmin etmek bile kolay değildir. Bu, kısmen şimdiki biyoçeşitlilik envanterimizin eksikliği yüzündendir."
Encarta Ansiklopedisi halen saptanmış ve isimlendirilmiş türlerin sayısının 1.750.000 olduğunu; dünyadaki türlerin toplam sayısına ilişkin tahminlerin ise, kimi bilim adamlarına göre 10 milyonun, kimilerine göre 100 milyonun üzerinde olduğunu belirtmektedir.
Britannica Ansiklopedisi'ne göre, tanımlanmayı ve isimlendirilmeyi bekleyen pek çok tür vardır ve günümüzde 10 milyon ile 30 milyon arasında canlı türünün yaşadığı tahmin edilmektedir.
Şunu da eklemek gerekir ki, yukarıdaki tahminler günümüzde yaşayan türler içindir; tarih içinde nesli tükenen türleri kapsamamaktadır.
Biyoçeşitliliğin
Büyüklüğü
Yeryüzündeki mikroorganizma, mantar, bitki ve hayvan türlerinin zenginliği muazzamdır. Biyolojik çeşitliliğin büyüklüğünü kavramak için bazı örnekler verilebilir. Profesör Wilson'un hesabına göre, her bir milyon türü sadece tanımlamak için yapılacak katalog 60 metrelik bir kütüphane rafını dolduracaktır.
Şimdi bir de biyoçeşitliliğe farklı bir yönden bakalım. Türlerin genetik zenginliklerini de hesaba katalım. Yalnızca insan türünün, Homo sapiens'in DNA molekülünde kayıtlı bulunan bilgi, tam bir milyon ansiklopedi sayfasını doldurur. Yani her bir insan hücresinin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. İnsanın on milyonlarca türden sadece biri olduğu düşünülürse, olağanüstü bir tablo ortaya çıkar. Öyle ki yeryüzündeki kağıtların tamamını türlerin genetik bilgisini yazmaya ayırsak bile, yeterli olmayacaktır.
Her bir insan hücresinin çekirdeğinde, insan
vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan
bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği
miktarda bilgi kodlanmıştır. İnsanın on
milyonlarca türden sadece biri olduğu düşünülürse,
inanılmaz bir tablo ortaya çıkar.
|
Imperial College'den iki araştırmacı, Andy Purvis ve Andy Hector, Nature dergisindeki "Biyoçeşitliliğin Ölçüsünü Anlamak" adlı makalelerinde önemli bir noktanın üzerinde dururlar. Purvis ve Hector, bilgisayar ve internet teknolojisinin, bundan önce hiç görülmediği kadar kapsamlı tür listeleri hazırlama imkanı verdiğini; şu ana kadar bilgi bankalarında trilyonlarca bayt bilgi toplandığını belirtirler. Ancak bu devasa bilgi, adı geçen bilim adamlarının deyişiyle, "okyanusta yalnızca küçük bir damla" kadardır.
Yüzlerce köpek ırkı vardır ve bunların tümünün
görünümleri, ağırlıkları, uzunlukları, renkleri,
davranış biçimleri ve özellikleri birbirinden
farklıdır.
|
Şunu da belirtmek gerekir ki etkileyici olan, sadece türlerin toplam sayısı ve çeşitliliği değildir. Ayrıca her türün içinde çok sayıda çeşitlenme, yani varyasyon vardır. Örneğin, köpeklerin tümü Canis familiaris adlı tek bir tür altında toplanırlar. Bununla birlikte, görünümleri, ağırlıkları, uzunlukları, renkleri, davranış biçimleri ve özellikleri farklı yüzlerce köpek ırkı vardır.
Dikkate alınması gereken başka bir olgu da, bazı hayvan türlerinin, hayatının farklı dönemlerinde farklı vücut yapılarına sahip olmasıdır. Mesela Monark kelebeği, larva, pupa ve ergin dönemlerinde yapı, büyüklük, renk, yaşam alanı, davranış biçimi ve biyolojik sistemler açısından büyük bir çeşitlilik gösterir.
Tüm bu gerçekleri gözlemleyen ve yeryüzündeki tür zenginliğini fark eden herkesin kendi kendine şu soruyu sorması gerekir: Nasıl olmuş da bu kadar canlı çeşitliliği ortaya çıkmıştır?
Tanımlanmış
Tür Sayısı
|
Tahmini
Tür Sayısı
|
|
Bakteriler
|
4.000
|
1.000.000
|
Mantarlar
|
75.000
|
1.000.000
|
Ökaryot Tek
Hücreliler
|
40.000
|
300.000
|
Algler-Deniz
Yosunları
|
45.000
|
400.000
|
Kara Bitkileri
|
270.000
|
300.000
|
Yuvarlak Solucanlar
|
25.000
|
500.000
|
Kabuklu Hayvanlar
|
45.000
|
150.000
|
Örümcekgiller
|
80.000
|
750.000
|
Böcekler
|
1.000.000
|
10.000.000
|
Yumuşakçalar
|
100.000
|
200.000
|
Kordalı Hayvanlar
|
50.000
|
55.000
|
Diğerleri
|
130.000
|
300.000
|
Toplam (yaklaşık
olarak)
|
1.900.000
|
15.000.000
|
Biyoçeşitliliği gösteren tablo.
|
Bu soru evrimcilerin başını ağrıtan, canını sıkan bir soru olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Tek bir türün bile sözde "evrim senaryosu"nu yazmak, Darwinizm için büyük bir sorun iken, milyonlarca türün "evrimleşmesi" içinden çıkılmaz bir problemdir.
Önyargılarını bir kenara bırakan ve vicdanıyla düşünen insanlar ise, şu gerçeği çok iyi kavrarlar: "Tüm canlı türleri alemlerin Rabbi olan Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla var olmuştur. Sözü edilen muazzam çeşitliliğin tek açıklaması budur ve bunun dışında bir açıklama aramak boşuna bir çabadır."
Her ne kadar kuşlar, sürüngenler ve memeliler gibi büyük hayvanlar daha çok dikkat çekse de, çeşitliliğin en çok olduğu canlı grubu böceklerdir. Günümüzün bulgularına göre, türlerin toplamının yaklaşık üçte ikisini böcekler oluşturmaktadır. Bu sınıfa mensup isimlendirilmiş ve tanımlanmış yaklaşık bir milyon tür vardır.
Bu tablo, biyoçeşitliliğe ilişkin halen bilim dünyasında genel kabul gören yaklaşımlara dayanmaktadır. Araştırmalar derinleştikçe yepyeni bulgular ortaya çıkmaktadır. Her yıl yeni bitkiler, hayvanlar, böcekler, deniz canlıları keşfedilmektedir. Her araştırma, dünyadaki canlı zenginliğinin bilinmedik bir yönünü gün ışığına çıkarmaktadır. Dolayısıyla bu tablodaki sayı ve oranlar zamanla değişmektedir.
Biyoçeşitliliğin yeryüzündeki dağılımı tam anlamıyla bilinmemektedir. Günümüze kadar gözlemlenen olgu, kutuplardan ekvatora doğru gidildikçe tür sayısında genel bir artış olduğudur. Kesin bir şey söylenememesinin ana nedeni ise, gerek karalar gerekse denizlerde araştırılmayı bekleyen sayısız ekosistem olmasıdır. Yeryüzünün pek çok bölgesi henüz kapsamlı bir şekilde incelenememiştir.
Türler bakımından özellikle zengin yerler "sıcak bölgeler" şeklinde adlandırılır. Bunlar çoğunlukla tropikal bölgelerde ve adalarda yer alırlar. Conservation International isimli örgüt yeryüzündeki karaların sadece %1.4'ünü oluşturmakla birlikte, karada yaşayan türlerin yaklaşık yarısını barındıran 25 "sıcak bölge" belirlemiştir.
Carl Linnaeus
|
Diğer bir deyişle, bilinen 1.75 milyon hayvan, bitki, mantar ve mikroorganizmanın tamamını içeren bir liste henüz yoktur. Bu durum, iki milyona yakın kitap bulunan büyük bir kütüphanede, kitapların yerini gösteren düzenli bir liste olmamasına benzetilebilir.
Türlerin tamamını kapsayan bir kataloğun eksikliği, doğal olarak bazı karışıklıklara yol açmaktadır. Bilim adamları, bunu ortadan kaldırmak için halen isimleri bilinen türleri bir indeks altında toplamaya çalışmaktadırlar. Bu alanda yürütülen birçok çalışma vardır. Örnek olarak, bilinen türleri katalog haline getirmeyi amaçlayan bir çalışma olan Türler 2000 Programı verilebilir. Bu proje kapsamında 2001 yılı sonunda 250.000 kadar tür listelenmiştir; 2003'e kadar kataloğun 500.000 türü kapsayacağı sanılmaktadır.
Biyoçeşitliliğe ilişkin diğer araştırmalar ise, henüz bilinmeyen türleri saptamak için yapılanlardır. Günümüzde başta ABD'den olmak üzere pek çok ülkeden binlerce bilim adamı, yeryüzündeki türleri araştırmaktadır. Bu çalışmalara ayrılan toplam bütçe yüz milyonlarca Amerikan Dolarıdır. Biyolojik çeşitliliği keşfetmek ve anlamak amacıyla, araştırmacılar ve bilim adamlarından oluşan birçok kurul halen faaliyet göstermektedir.
"Bilim adamları yaklaşık 1.75 milyon türü tanımladılar, fakat hala tanımlanacak 12 milyondan fazla türün var olduğunu tahmin ediyoruz. Türlerin %99'unun dağılımı, yoğunluğu, sayıca çok olmaları veya soylarının tükenme tehlikesi altında olup olmadığı hakkında bilgimiz yok. Ayrıca bu türlerin toprağın verimli hale getirilmesi, atık maddelerin ayrıştırılması ve suyun arıtılması gibi konularda bize ne kadar fayda sağladıkları hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz.
Biyoçeşitliliği araştırmak, ilaçlarda kullanılacak
yeni genlerin ve kimyasal maddelerin keşfinden
ekinlerin ıslahına veya kirli bölgelerin
temizlenmesine kadar birçok fayda verecektir.
|
Bu alanda başlatılmış yeni bir çalışma da "Bütün Türler" adlı projedir. Bu projede Edward Wilson ve Peter Raven gibi tanınmış biyoçeşitlilik uzmanları yer almaktadır; amaç ise, türlerin tamamını isimlendirmek, tanımlamak ve her biri için bir internet sayfası hazırlamaktır. Söz konusu çalışmanın komplekslik açısından bilim dünyasındaki diğer projelerin çok ötesinde olduğu, örneğin İnsan Genomu Projesi'nden daha geniş kapsamlı olduğu 26 Ekim 2001 tarihli Science dergisinde belirtilmektedir. Bütün Türler Projesi araştırmacılarının tahminlerine göre, yeryüzündeki türler üzerine bir bilgi bankası oluşturmanın maliyeti 20 milyar Amerikan Dolarıdır. Sadece bu rakam dahi projenin büyüklüğü hakkında bir fikir vermektedir.
Öyle anlaşılmaktadır ki içinde bulunduğumuz yüzyıl, artan araştırmalarla birlikte daha önce tanımadığımız canlıların keşfedilişine tanık olacağımız bir dönemdir. En küçüğünden en büyüğüne kadar keşfedilen her yeni tür ise, düşünen ve akleden insanlara, yaratılıştaki üstünlüğü bir kere daha gösterecektir.
Son Durum
Bu sorulara verilecek yanıtlar önemlidir. Çünkü biyoçeşitliliğin eşsiz bir yaratılış harikası olduğunu bir kez daha gözler önüne serecektir.
Bilim adamlarının ortak görüşüyle, daha katedilmesi gereken çok uzun bir mesafe vardır. Prof. Wilson'un ifade ettiği gibi, "yeryüzündeki biyoçeşitliliğin sadece çok küçük bir kısmı keşfedilmiştir". Missouri Botanik Bahçesi Direktörü ve Biyoloji Profesörü Peter Raven ise, bilim adamlarının "yüz yüze geldiği görevin muazzam olduğunu" vurgulamaktadır.
Öncelikle şunu hatırlatmak gerekir ki, bilindiği kabul edilen 1.75 milyon tür, henüz bilimsel kriterlere göre düzenlenmiş ve sınıflandırılmış değildir. Profesör Minelli'nin ifadesiyle, "Biyolojik çeşitliliğin tanımlanmış ve isimlendirilmiş bölümünde bile ciddi sorunlar vardır." Diğer bir araştırmacı, California Üniversitesi'nden John Alroy da bilimsel literatürdeki tür isimlerinin muhtemelen beşte birinin geçersiz olduğunu belirtmektedir.
Dünya Kaynakları Enstitüsü uzmanlarına göre, uzaydaki yıldızların sayısı hakkında, dünyada ki türlerin sayısından daha iyi bir anlayışa sahip durumdayız. Oxford Üniversitesi'nden tanınmış çevre bilimci Norman Myers de bunu farklı bir şekilde ifade eder: "Biyoçeşitlilik gezegenimizin ana özelliği olmasına rağmen, evrendeki atomların toplam sayısı üzerine dünyadaki türlerin tamamı hakkındakinden daha çok şey biliyoruz."
Bu gerçeği dile getiren bir diğer bilim adamı ise, James Cook Üniversitesi Tropikal Yağmur Ormanı Ekolojisi ve Yönetimi Araştırma Merkezi Direktörü Nigel E. Stork'tur. Profesör Stork, biyolojinin temeli olan biyoçeşitliliğe ilişkin verilerin çok yetersiz olduğunu şöyle belirtir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda
her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir...
(Şura Suresi, 29)
...O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2) |
Burada anlatılanları şöyle özetlemek mümkündür: İsimlendirilmiş durumdaki çoğu türün yeryüzündeki dağılımları, yoğunlukları, yaşam alanı içindeki konumları ve genetik çeşitlilik miktarına ilişkin veriler henüz kesin şekilde bilinmiyor. Dahası, var olan türlerin büyük bir çoğunluğu henüz tanınmıyor. Tüm çaba ve gayretlere rağmen, canlılardaki muhteşem çeşitliliğin ancak çok küçük bir bölümü hakkında bilgi sahibiyiz.
İlerleyen bölümlerde delilleriyle açıkça göreceğimiz gibi, yeryüzündeki bu muazzam tür zenginliği, canlıların tesadüfler sonucunda ortaya çıktığını öne süren evrim teorisini kesin bir biçimde yalanlamakta ve tek bir gerçeği şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır: Yaratılış.
Dünya üzerindeki hayatın görkemli zenginliği ancak özel bir yaratılışın sonucudur. Ve bu yaratılış üstün güç ve akıl sahibi olan Allah'a aittir. Allah'ın tüm canlıları yaratışı bazı ayetlerde şöyle haber verilir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile
onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir...
(Şura Suresi, 29)
... O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle
takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
Canlı türleri hem birbirleriyle hem de bulundukları
çevre ile mükemmel bir uyum içinde yaşamlarını
sürdürmektedirler. Tek bir türün yok olması
durumunda bile bütün ekosistem aksar ve
denge bozulur.
|
Örneğin, Kuzey Amerika'daki tipik bir ormanda onlarca, Güney Amerika'daki bir yağmur ormanında ise yüzlerce ağaç türü vardır.
Burada üzerinde durulması gereken nokta şudur: Dengeli ve sağlıklı bir ekosistem geniş bir yelpazedeki canlı türlerine ev sahipliği yapar. Çok sayıdaki tür iç içe geçmiş kompleks bir sistem içinde birbirine bağlıdır ve bunların her biri ekosistemin denge içinde işlemesinde küçük veya büyük pay sahibidir.
Öyle ki bazen tek bir türün bile yok olması durumunda, bütün ekosistem aksar ve denge bozulur. Örneğin, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında, Amerika'nın kuzeybatı ve Kanada'nın batı sahillerindeki su samurları neredeyse soyları tükenme noktasına kadar avlandılar. Su samurları deniz kestanesi ile besleniyorlardı; onların yokluğunda, deniz kestaneleri hızla çoğalarak geniş yosun yataklarını tahrip etmeye başladılar. Yosunların zarar görmesi, aynı sularda bulunan birçok balık ve omurgasız canlı türünü olumsuz yönde etkiledi ve sayılarının azalmasına neden oldu. Su samurlarının koruma altına alınmasıyla, 20. yüzyılın sonuna doğru yosunlar çoğaldılar ve bölgedeki denge tekrar kuruldu.
Konuya ilişkin gözlemlenmiş pek çok vaka vardır. Söz konusu örnekler şu gerçeği daha iyi kavramamıza yardımcı olmaktadır: Canlı türleri hem birbirleriyle hem de bulundukları çevre ile mükemmel bir uyum içinde yaşamlarını sürdürmektedir.
Yeryüzündeki muazzam canlı çeşitliliğinden oluşan sistemin kompleksliğini tanımlamak için "olağanüstü kompleks" ifadesi bile çok yetersiz kalır. Bunun daha iyi kavranması için şu gerçeğin üzerinde düşünülmesi yerinde olacaktır: Tüm bilim adamları el ele verseler ve insanoğlunun tüm bilgi-teknoloji birikimi ve maddi imkanları biraraya getirilse, söz konusu sistemin çok küçük bir taklidi bile oluşturulamaz.
Dünyaca ünlü Biyoçeşitlilik Uzmanı Edward Wilson, bu gerçeği bir örnekle anlatır; bilim adamlarının, tamamen kesilecek bir yağmur ormanındaki türleri önceden toplayarak, başka bir yerde tekrar biraraya getirmesinin kesinlikle mümkün olmadığını şöyle ifade eder:
"Binlerce biyolog, bir milyar dolarlık bir bütçeyle bile bu görevi yerine getiremez. Bunu yapmanın bir yolunu hayal bile edemezler. Bir orman parçasında çok fazla sayıda tür yaşar: diyelim 300 kuş, 500 kelebek, 200 karınca, 50.000 kın kanatlı, 1000 ağaç, 5000 mantar, on binlerce bakteri türü ve ana gruplardan oluşan uzun listeden daha niceleri. Belli bir yaşama alanı, şaşmaz bir mikro iklim, belli besinler, hayat döngüsünün safhalarını tetikleyecek şekilde özelleşmiş ısı ve nem döngüleri isteyen her türün doğada belli bir mevkisi vardır. Türlerin çoğu diğer türlere ortakyaşarlık bağlarıyla bağlıdır; partnerleriyle kendilerine has doğru konfigürasyonda bir araya gelmezlerse hayatta kalamaz ve üreyemezler.
Biyologlar, Manhattan Projesi'nin (ABD yönetimince yürütülen ve ilk atom bombasının üretilmesiyle sonuçlanan araştırma projesi) taksonomik eşdeğerini tersten gerçekleştirse, bütün türlerin kültürlerini sınıflandırıp korusa bile topluluğu tekrar biraraya getiremez. Kırılmış bir yumurtayı eski haline getirmeye çalışmaya benzer bu."
Profesör Wilson'un bu ifadelerinden anlaşılmaktadır ki, bir ekosistemin insan aklı ve bilgisi ile dahi oluşturulması mümkün değildir.O halde bir ekosistemin -evrimcilerin iddia ettiği gibi- kör tesadüflerin eseri olarak meydana gelmesi tamamen imkan dışıdır. Bu konuya ilişkin olarak Cornell Üniversitesi'nden tanınmış Botanik Profesörü Karl Niklas'ın şu ifadesi de anlamlıdır:
"Fosillerde, canlı organizmalarda ve kıtalarda gördüğümüz ekolojik yapıların tesadüf sonucu olduğunu sanmıyorum."
Şüphesiz, mükemmel bir uyum içinde faaliyet gösteren ekosistemler, üstün bir Yaratıcının varlığının ve yaratılış gerçeğinin apaçık delillerindendir. Aynı zamanda, yeryüzündeki biyoçeşitliliğin ve kusursuz düzenin, kör tesadüfler ve başıboş rastlantılar sonucunda oluştuğunu iddia eden Darwinizm'i kesinlikle yalanlamaktadır.
Şimdi zengin bir çeşitliliğe sahip bazı ekosistemleri ele alarak biyoçeşitlilikteki yaratılış gerçeğini daha yakından inceleyelim.
Şu soru bile düşünce tembelliğinden ve alışkanlığın getirmiş olduğu bakış açısından kurtulmak için yeterlidir: Söz konusu hizmetleri bizim adımıza gerçekleştiren canlılar yok olursa, ne olur?
Cevap açıktır: Biz de varlığımızı sürdüremeyiz. 21. yüzyılın gelişmiş teknolojisini ve tüm maddi olanaklarımızı seferber etsek bile, yeryüzündeki dengeleri ve yaşamamız için gerekli koşulları sağlayamayız. Bu gerçeği bir kez daha teyid eden son bilimsel araştırmalardan biri "Biyosfer 2" adlı proje olmuştur.
Bu projenin amacı, 13.000 metre karelik kapalı bir alanda, sekiz kişiye, bitkilere ve hayvanlara iki yıl süreyle yaşam alanı sağlayacak bir ekosistem oluşturmaktır. Bu sistem içinde tarım alanları, ormanlar ve denizler gibi doğal ekosistemlerin benzerleri yer almaktadır. Biyosfer 2 Projesi'nin yürütüldüğü ortam, şimdiye kadar ekolojik araştırmalarda kullanılan kapalı araştırma alanlarının en büyüğü ve en kompleksi olarak kabul edilmektedir. Ancak bu proje başarısız olmuş ve birçok bilim adamını hayal kırıklığına uğratmıştır. Rockefeller Üniversitesi'nden Joel Cohen ve Minnesota Üniversitesi'nden David Tilman, Science dergisindeki makalelerinde, söz konusu girişimin sonucunu şöyle ifade ederler:
"(Biyosfer 2 Projesi,) Özgün tasarımında ve yapımında kullanılan muazzam kaynaklara rağmen (1984'den 1991'e kadar yaklaşık olarak 200 milyon Amerikan Doları) ve milyonlarca dolarlık işletme bütçesine rağmen, sekiz insanı yeterli besin, su ve hava ile 2 yıl boyunca geçindirecek kapalı bir sistem oluşturmanın imkansızlığını kanıtladı. Biyosfer 2 yönetimi, Biyosfer 2'yi dışarıdan destekleyecek neredeyse sınırsız enerji ve teknolojinin mevcut olmasına karşın, pek çok beklenmeyen problem ve sürprizle karşılaştı."
1991 ile 1993 yılları arasındaki deneyde, Biyosfer 2 tesisinde çıkan ve yaşamı olanaksız hale getiren bazı "beklenmeyen problemler" şunlardı:
Oksijen oranının %14'e düşüşü, karbondioksit konsantrasyonundaki ani yükselmeler, nitrik oksit miktarının beyine zarar verecek kadar artışı, çoğu canlı türünün (örneğin, 25 omurgalı türünden 19'unun) yok oluşu, bitkilerin döllenmesini sağlayan hayvanların tamamının ölmesiyle çoğu bitki türünün neslinin tükenmesinin kesinleşmesi, suların kirlenmesi, yosunların aşırı büyümesi, karınca, hamamböceği ve çekirgelerin aşırı artışı...
Kısacası tüm çabalara karşın, Biyosfer 2 kapalı sisteminde, yeryüzünde milyonlarca senedir mükemmel bir şekilde işleyen dengeleri meydana getirmek; dolayısıyla insanlar, bitkiler ve hayvanlar için yaşanabilir bir ortam oluşturmak mümkün olmadı.
Sonuç olarak, Popülasyon Profesörü Joel Cohen ve Ekoloji Profesörü David Tilman, söz konusu projeden çıkarılması gereken dersi şöyle özetlerler:
"Hiç kimse doğal ekosistemlerin insanlara bedava olarak sunduğu yaşam destek hizmetlerini temin edecek sistemlerin nasıl tasarlanacağını henüz bilmiyor."
YAĞMUR ORMANLARI
250 yıl kadar önce, Güney Amerika'daki yağmur ormanlarına ilk ayak basan Avrupalı araştırmacılar, gördükleri çeşitlilik karşısında hayrete düşmüşlerdi. Her yeni araştırma da buradaki bitki ve hayvan türlerinin zenginliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Tropikal kuşaktaki bir ormanın diğer ormanlardan oldukça farklı bir yapısı vardır. Bir yağmur ormanında, geniş gövdelerinde çeşitli liken ve mantar türleri bulunan yaklaşık 50 metre uzunluğundaki ağaçlar yer alır. Çok sayıda kuş, böcek, hayvan türü, bu ağaçların üst tabakasında yaşamlarını sürdürür. Yüksek ağaçların altında, palmiye, sedir, maun, incir gibi orta boy çeşitli ağaçlar bulunur. Bunların gövdeleri de renk renk orkideler, kaktüsler, eğrelti otları ve yosunlarla kaplıdır. Ormanın en alt tabakası olan ot katı ise, oldukça sık bir bitki örtüsü oluşturur ve büyük bir zenginlikteki böcek, bakteri ve mantar türlerine ev sahipliği yapar. Kısacası, bir yağmur ormanının en karakteristik özelliği, insanı şaşkına çeviren canlı çeşitliliğidir.
Karaların sadece %7'sini oluşturan yağmur ormanlarında, yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin %50'sinden fazlası yaşamaktadır. Şu da var ki araştırmacılar bu oranın, biyoçeşitlilik hakkındaki bilgimizin artmasıyla değişebileceğini belirtmektedir. Buna ilişkin, Smithsonian Enstitüsü'nden tanınmış araştırmacı Thomas Lovejoy önemli bir tespit yapmaktadır: "Daha çok araştırmacı tropikal ormanı farklı yöntemlerle inceledikçe, daha fazla biyoçeşitliliğin var olduğu görülmektedir."
Yağmur ormanlarının tabanında yaşayan mikroskobik
canlılar, minik böcekler, bakteriler, mantarlar,
yaprak kesenler ve diğer karınca türleri
ormanın temizlenmesinden ve toprağın verimli
duruma getirilmesinden sorumludurlar.
|
Dikkat edin. Yukarıda bahsedilen sayılar belirli bir ortamdaki canlıların toplam sayısı değildir; canlı türlerinin sayısıdır. Bu muazzam sayılara ek olarak insanda hayranlık uyandıran diğer bir olgu da, yağmur ormanlarındaki kimi uzmanlara göre milyonlarca, kimilerine göre on milyonlarca canlı türünün mükemmel bir uyum ve iş birliği içinde yaşamasıdır.
Genellikle yağmur ormanları toprağının zengin ve verimli olduğu sanılır. Ancak bu kanaatin doğru olmadığı kısa bir zaman önce anlaşılmıştır. Bu ormanların toprağı diğer ormanlarınkine kıyasla besin açısından fakirdir. Nasıl olup da fakir topraktan çok zengin bitki çeşitliliği çıktığı sorusuna gelince, bunun yanıtı yağmur ormanı ekosisteminin kusursuz tasarımındadır.
Tropikal ormanlardaki canlı çeşitliliği, bir bütün halinde ve karşılıklı hassas dengelere dayalı olarak yaratılmıştır. Örneğin, yağmur ormanının tabanında yaşayan mikroskobik canlılar, minik böcekler ve mantarları ele alalım. Bunlar dev ağaçlar ve küçüklü büyüklü hayvanlara kıyasla oldukça küçük boyutlardadır; ancak önemli görevler üstlenirler: Ormanın temizliğinden ve toprağın verimli duruma getirilmesinden sorumludurlar.
Ağaçlardan düşen yaprak ve dalları, ölü hayvanları değerlendirerek ekosisteme geri kazandırırlar. Böylece hiçbir şey israf edilmez. Profesör Edward Wilson bu mekanizmanın önemini şöyle anlatır: "Yaprakkesenler ve diğer karınca türleri, bakteriler, mantarlar, termitler ve akarlarla birlikte ölü bitkilerin çoğunu işler ve besleyici maddeleri bitkilere geri döndürerek büyük tropik ormanları hayatta tutar."
Yağmur ormanlarında kaç milyon canlı türü yaşadığını hala bilmiyoruz. Ancak şunu çok iyi biliyoruz: Bu ekosistemlerdeki her türün görevi ve önemi farklıdır ve milyonlarca tür mükemmel bir uyum içinde yaşamaktadır. Bu gerçek, Bilim ve Teknik dergisinde Amazon'daki yağmur ormanlarının anlatıldığı bir makalede şöyle dile getirilir:
"Amazon Havzası'ndaki bu karmaşık ekosistemde türlerin sürekliliği birbirlerinin yaşamına sıkı sıkıya bağlıdır. Bitki ya da hayvan olsun, her bir tür, bu milyon parçalı sistemin küçük bir bölümüne katkıda bulunur. Ağaçların, ağaçlardaki epifitlerin (toprakta köklenmeye gereksinim duymayan bitkiler) ve mantarların, maymunların, vampir yarasaların, kartalların, papağanların, ırmaktaki timsahların, piranhaların ve nilüferlerin, gözle görülmeyen mikroorganizmaların, içinde yaşadıkları bu dev ekosisteme hepsinin farklı katkıları vardır. Burada çok hassas dengeler söz konusudur. Yağmur ormanı tüm bu türlerle birlikte var olur. Tek bir türün bile ortadan kalkması birçok dengeyi bozar."
Ormandaki bazı türler arasında öyle bir uyum vardır ki, biri olmadan diğeri de yaşayamayacak kadar birbirlerine bağımlıdırlar. Yağmur ormanındaki ağaçların %90'ı tohumlarını yaymak için hayvanlara ihtiyaç duyarlar. Diğer taraftan, böcek larvaları, tırtıllar, kuşlar ve diğer hayvanlar da bu ağaçların tohumlarıyla beslenirler. Örneğin, incir ağacı türleri ile incir sineği türleri birbirlerine öylesine bağımlıdırlar ki, ayrı olarak soylarını devam ettiremezler. İncir sinekleri olmasa incir ağaçları kendi kendilerini dölleyemezler; incir ağaçları olmasa incir sinekleri doğal yaşam alanlarından yoksun kalırlar. Tropikal bölgelerdeki 900'den fazla incir türünün her biri için farklı bir tür incir sineği bulunur.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekir: İncir sineğinin vücut ve ağız yapısı ile çiçeğin yapısı ve üreme organları; böceğin uçuş programı ile çiçeğin açış zamanlaması gibi özellikler tam bir uygunluk içindedir. Türler arasındaki bu birebir uyumu açıklamak ise, Darwinizm için her zaman dev bir sorun olmuştur. Bu olgunun tek bir açıklaması vardır: Bitkiler ve hayvanlar arasındaki uyum, eşsiz bir tasarımın sonucudur. Bu sistemin zaman içinde küçük değişimlerle, evrimin şuursuz mekanizmalarıyla gelişme ihtimali yoktur.
Örneğin, Xanthopan morganii adlı bir kelebek türü ve bir tür Madagaskar orkidesi arasındaki uyumlu beraberliği inceleyelim. Bu kelebek nektar toplarken 30-35 cm uzunluğundaki hortumunu bu orkidenin yaklaşık 30 cm derinliğindeki çiçeğinin içine doğru uzatır ve onun döllenmesini sağlar. Çiçeğin derinliğindeki yumurtanın döllenmesi için, bu orkide, bu uzunlukta hortumu olan bir böceğe ihtiyaç duymaktadır; yani her iki türün birbirleriyle uyum içinde olmaları zorunludur. Evrimciler bu durum karşısında çıkmazdadırlar. Çünkü birbirinden ayrı olan bu iki türün, birbirlerine paralel bir "evrim süreci"ni hem de eş zamanlı bir şekilde geçirmeleri mümkün değildir.
Tropikal ormanlar,
fotosentez sırasında, atmosferden karbondioksit
alıp oksijen vermeleri nedeniyle dünyanın
akciğerleri olarak adlandırılırlar.
|
Bu durumda, her iki türün de birbirleriyle eş zamanlı olarak uzamaları, bunun için kelebeğin ve orkidenin eş zamanlı olarak hortum veya kanal boylarını uzatan mutasyonlara maruz kalmaları, bu mutasyonların bu canlılarda (hiç örneği görülmemiş bir şekilde) sadece yararlı bir değişiklik yapması; mutasyona uğrayan bireylerin aynı yerde ve yanyana bulunmaları; birbirleri ile temasa geçmeleri; diğer mutasyona uğramamış bireylere göre daha avantajlı olup çoğalmaları ve bu sözde mutasyon-seleksiyon sürecinin milyonlarca yıl boyunca hep tesadüfen "hatasız" olarak devam etmesi gerekir.
Buna inanmak, bir kilit ile onu açacak olan anahtarın ayrı ayrı ve birbirlerine uyumlu bir biçimde "tesadüfen" oluştuklarına inanmak gibidir. Oysa, açıktır ki, aklın gereği, birbirine büyük uyum içinde bulunan iki yapının ortak bir tasarım ürünü olduğunu kabul etmektir. Bir diğer deyişle, aklın gereği, orkidenin ve kelebeğin birbirlerine uyumlu olarak yaratıldıklarını kabul etmektir.
Tropikal orman canlıları arasındaki kusursuz uyumun bir başka örneğine Amazon'un "su basan ormanlar" olarak adlandırılan bölgelerinde rastlanır. Su basan ormanları Amazon Irmağı ve kollarının kıyı kesimlerinde yer alır ve yılın çok yağış alan döneminde sular altında kalırlar. İşte bu sırada harika bir olay gerçekleşir. Suya düşen meyveleri yemek için gelen balıklar, meyvelerdeki tohumları dağıtırlar. Böylece bazı ağaç türlerinin döllenmesini sağlarlar.
Şöyle bir soru akla gelebilir: "Yağmur ormanlarındaki canlı zenginliğinin, buralarda yaşayan yerliler açısından önemli olduğu açıktır, fakat bu bölgelerde yaşamayan milyarlarca insan için ne önemi olabilir?" Böyle bir sorunun yanıtı ise, bilim adamları tarafından verilmiştir: Söz konusu ormanlardaki bitki ve hayvanların, dünya üzerindeki her insan için hayati önemi vardır. Tropikal ormanlar, atmosferdeki karbon ve oksijen dolaşımında, küresel iklim sisteminde, yeryüzündeki su dolaşımında ve daha birçok dengede rol oynarlar; ayrıca yeni besinler, ürünler ve ilaçlar için muazzam bir kaynak oluştururlar. Fotosentez sırasında, atmosferden karbondioksit alıp oksijen vermeleri nedeniyle "dünyanın akciğerleri" olarak adlandırılırlar.
Yağmur ormanlarının görkemli canlı çeşitliliği Darwinizm açısından oldukça sıkıntı vericidir. Böyle bir durum, evrimcilere hikaye üretme fırsatı dahi vermemektedir. Nitekim evrimci araştırmacılar tropikal ormanlardaki muazzam çeşitliliğin nedenlerini bilmediklerini itiraf etmektedirler. Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Tüm canlılar gibi, söz konusu ormanlardaki tek hücreli, bitki ve hayvan türlerini de Allah yaratmıştır. Evrimciler içine düştükleri çıkmazdan kurtulmak istiyorlarsa, bu gerçeği kabul etmelidirler.
Evrimci iddianın ne kadar akıl dışı olduğunu göstermek için bir örnek verelim: Onlarca farklı ürünün üretildiği büyük bir fabrikayı hayalinizde canlandırın. Bu fabrikanın her biri televizyon, bilgisayar gibi teknolojik cihazlardan oluşan geniş bir ürün yelpazesi olsun. Söz konusu fabrikayı ve ürünlerini dikkate alarak kendi kendinize şu soruları sorun: Bunlar, hiçbir bilinçli müdahale olmaksızın çeşitli elementlerin tesadüfen birleşmeleriyle meydana gelebilir mi? Bu ileri teknoloji ürünü aletler, zaman içinde güneş, rüzgar, yıldırım ve benzeri doğa olaylarının etkisiyle oluşabilir mi?
Elbette böyle bir şey mümkün değildir; herkes bilir ki gerek fabrika gerekse imal edilen cihazlar, mühendisler, yöneticiler ve çeşitli uzmanların tasarım ve planlamasının eserleridir. Şimdi bir de her biri günümüzün en karmaşık elektronik cihazından çok daha kompleks sistemlere sahip on milyonlarca canlı türünün bir arada yaşadığı yağmur ormanlarını düşünün. Şüphesiz milyonlarca senedir mükemmel bir uyum ve iş birliği içinde yaşayan canlılardan oluşan böyle bir ortam, evrim teorisinin iddia ettiği gibi, kendiliğinden veya tesadüflerle oluşamaz. Buradaki bilinçli tasarım, en ince detayına kadar alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir.
Mercan resiflerinde, birbirlerinden çok farklı on binlerce tür canlı yaşar: Benekli, çizgili, parlak renkli, çarpıcı desenlerle süslü balıklar, sürüler halinde dolaşan balıklar, rengarenk mercanlar, değişik görünümlü deniz böcekleri, göz alıcı deniz bitkileri, sadece mercan kayalıklarına özgü süngerler, midyeler, istiridyeler, deniz kestaneleri, yengeçler, deniz yıldızları, mikroskobik canlılar, omurgasızlar...
Örnek olarak, Avustralya Büyük Set Resifi, 2.000 kilometre uzunluğuyla canlı organizmalardan meydana gelmiş dünyanın en büyük yapısıdır; 2.000 kadar balık, 400 mercan, 4.000 yumuşakça türüne ev sahipliği yapar. Daha doğrusu, bunlar günümüze kadar saptanan türlerin sayılarıdır ve her yıl yeni hayvan ve tek hücreli canlı türleri keşfedilmektedir.
Maryland Üniversitesi Zooloji Profesörü Marjorie Reaka-Kudla'ya göre dünyadaki mercan resiflerinde halen tanımlanmış toplam tür sayısı 93.000, tahmin edilen sayı ise en az 950.000'dir.
Mercan resifleri genellikle besin maddeleri açısından fakir olarak sınıflandırılan sulardadır.
Resiflerin nasıl bu sularda gelişmeyi başardıkları sorusu uzun zamandır merak konusu olmuştur. Son araştırmalara göre, resiflerdeki tür zenginliğinin nedenlerinden biri, söz konusu canlıların muazzam bir verimlilik ve iş birliğiyle çalışmasıdır. 18 Ekim 2001 tarihli Nature dergisinde yayımlanan bir araştırma, mercan resiflerinin oyuklarında yaşayan çeşitli sünger, midye, halkalı solucan türlerinin ne kadar önemli olduklarını ortaya çıkarmıştır. Çoğu küçük boyutlarda olan bu canlılar, bitkisel planktonları süzerek mercan hayvanlarının ihtiyaç duyduğu amonyak ve fosfat gibi maddeleri salgılamaktadırlar. Kısacası, resif oyuklarında yaşayan binlerce küçük canlı türünden oluşan sistem, eşsiz bir filtre istasyonu gibi hizmet vermektedir.
Söz konusu ekosistemdeki mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlardan sağladığımız bazı faydalar ise şöyledir: Mercanlar denizlerden aldıkları kalsiyumu, kalsiyum karbonat olarak salgılarlar. Benzersiz bir kimya laboratuvarı gibi faaliyet gösterir; hem okyanuslarda hem de atmosferdeki karbondioksit dengelerinin düzenlenmesinde önemli rol oynarlar. Mercan resiflerindeki balık, midye ve çeşitli canlılar yüz milyonlarca insanın besin kaynağıdır. Resifler çoğunlukla deniz yüzeyine yakın yerlerde geliştikleri için sahilleri büyük dalgaların yıpratıcı etkisinden korurlar; böylece erozyonu önler, fırtınaların verdiği tahribatı azaltırlar. Mercan kayalıkları sayesinde kıyı ile resif arasında, okyanusa kıyasla daha durgun, dolayısıyla büyüme dönemindeki balıklar ve kabuklu deniz hayvanları için daha elverişli bir ortam meydana gelir.
Bunların yanı sıra mercan resiflerindeki canlı çeşitliliğinden kaynaklanan genetik materyal zenginliği tıbbi araştırmalarda, yeni ilaçların geliştirilmesinde kullanılmaktadır. National Geographic dergisi yazarlarından Biyolog Douglas Chadwick, resif canlılarından elde ettiğimiz bu faydaların bir kısmını şöyle ifade etmektedir:
"Tıbbi araştırmalar mercan resiflerinde yaşayan daha fazla organizmayı ortaya çıkardıkça, oradaki canlılarla insanlık arasındaki bağlar artacaktır. Bazıları şimdiden iltihaplar, astım, kalp hastalıkları, lösemi, tümörler, bakteriyel enfeksiyonlar, mantar ve HIV dahil olmak üzere virüslere karşı aktif bileşikler sağlamıştır. Araştırmalar, deniz salyangozları ve bazı süngerler tarafından balıkları püskürtmek için kullanılan kimyasal maddelerin, karada böcek öldürücü ilaçlar olarak da sonuç verdiğini bulmuştur. Tropikal konik salyangoz zehirinin farmakolojik özelliklerinin incelenmesi, morfinin yerini alabilecek bağımlılık yapmayan bir çözümü ortaya çıkarmıştır. Mercan iskeletleri, kemik implantasyonlarında destek materyali olarak kullanılmak üzere araştırılırken, mercanlarda yaşayan deniz kamçılıları da potansiyel bir ağrı kesici madde sunmaktadırlar."
Mercan kayalıklarında yaşayan canlıların her bir türü tasarım harikası sistem ve özelliklerle donatılmıştır.
Örneğin; bazı balık ve hayvanlar, insanlardan daha çok renk reseptörüne sahiptirler; renkleri insanlardan daha iyi görürler. Resif balıklarının çoğu renklerini belirli ölçülerde değiştirebilirler; bazı türler bunu bukalemunlar kadar hızlı yapabilirler. Büyük gözlü levrekler, sincap balıkları gibi bazıları, duyarlılığı yüksek gözleri sayesinde, gün ışığının olmadığı derinliklerde veya gece karanlığında avlanabilirler. Kirpi balıkları midelerini balon gibi şişirip dikenlerini dikleştirerek kendilerini savunurlar. Papağan balıkları geceleri jelatinimsi bir madde ile tüm vücutlarını kaplayarak kendilerini kamufle eder; güçlü gagamsı ağızlarıyla mercanlardan parçalar kopararak üzerlerindeki alglerle beslenirler. Çöpçü balıkları ve temizlikçi karidesler balıkların üzerindeki parazitlerle beslenirler. Elbette burada sayılanlar, resif canlılarındaki tasarım harikası sayısız sistem ve özellikten yalnızca birkaçıdır.
Resiflerde yaşayan bazı balık türleri, ortam ile oldukça uyumlu renkleri sayesinde kendilerini çok iyi kamufle ederler. Diğer taraftan melek balıkları ve kelebek balıkları gibi bazı türler oldukça dikkat çekici renklere sahiptirler. Deniz altında uzaktan fark edilebildikleri için yırtıcı balıklar tarafından avlanmaları ve kısa sürede nesillerinin tükenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Ancak çarpıcı renklere sahip bu balıklar kendilerine özgü savunma yöntemleriyle yaşamlarını sürdürürler. Burada üzerinde durulması gereken nokta şudur: Evrimciler, Darwinizm'in öngörüleriyle taban tabana zıt olan bu durumu açıklayamazlar. Bu konuyu ele alan evrimci araştırmacılardan biri deniz biyoloğu Justin Marshall'dır. Queensland Üniversitesi'nden Dr. Marshall, Scientific American dergisindeki "Resif Balıkları Neden Bu Kadar Renklidirler?" adlı makalesinde, bunun "gizemlerden biri" olduğunu dile getirir; ayrıca bunu çözmek amacıyla yürütülen çabaları "güzel olduğu kadar hayal kırıklığına uğratıcı" şeklinde tanımlar.
Gerçekte ise, ortada ne bir gizem vardır, ne de hayal kırıklığına uğratıcı bir durum. Sadece tarih tekerrür etmektedir. Darwin'in "Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor" şeklinde dile getirdiği sıkıntılarını, onun takipçileri de yaşamaktadır. Kısacası, resiflerdeki canlı çeşitliliği, kusursuz tasarımlara sahip hayvanlar ve türler arasındaki mükemmel uyum, Darwinistler için bir kabus niteliğindedir. Bu kabustan kurtulmak içinse yapmaları gereken, hayranlık uyandıran renklere ve görünümlere sahip resif balıklarını yaratanın Allah olduğunu kabul etmektir.
Özellikle akvaryum hobisi olanlar çok iyi bilirler ki tropikal deniz balıklarını ve mercanları akvaryumda beslemek oldukça zordur. Bunun başlıca nedeni, bu canlıların resiflerdeki doğal ortamını akvaryumda kesintisiz bir şekilde meydana getirmektir. Bir deniz akvaryumundaki tuzluluk, sıcaklık, pH, ışık, oksijen oranları, suyun kimyasal bileşimi belirli değerler arasında tutulmak zorundadır. Bir deniz akvaryumundaki mercan ve balıklar, ortamdaki küçük değişimlerden olumsuz etkilenmeye oldukça açıktırlar. İdeal koşullar teknolojik cihazlar tarafından hassas ve sürekli olarak ayarlanmadığı takdirde hayvanlar ölürler.
Şimdi sadece birkaç balık ve mercan türü içeren bir deniz akvaryumunu işletmenin güçlüğünü göz önünde bulundurarak düşünün. Mercan resiflerindeki on binlerce canlı türü kendiliğinden veya tesadüfen meydana gelebilir mi? Mercan kayalıklarının oyuklarını kendilerine yuva edinen balıkların, göz alıcı renkleri, etkileyici avlanma ve savunma sistemleri, kendilerine özgü vücut yapıları, duyu organları, sistemleri, genetik bilgileri rastlantıların sonucu olabilir mi? Resiflerdeki bitkiler, hayvanlar, planktonlar ve mikroorganizmaların milyonlarca senedir uyum ve düzen içinde yaşadığı ortam, bilinçli bir müdahale ve tasarım olmaksızın gerçekleşebilir mi?
Elbette, böyle bir şey olamaz. Bu sorulara evet yanıtı vermenin mantıksızlığı, düşünen ve akleden her insan için son derece açıktır. Benzersiz tasarımlar ve hayret uyandıran özelliklere sahip resif canlıları, yaratılıştaki üstünlüğü ve ihtişamı göstermektedir; kendilerini yaratan Allah'ın sonsuz sanatını ve sınırsız ilmini gözler önüne sermektedir.
Okyanuslarda derinliğe bağlı olarak sıcaklık, basınç, besin maddelerinin yoğunluğu ve ışık oranı değişir. Deniz yüzeyinden tabanına doğru inildikçe koşullar farklılık gösterir. Bununla birlikte her derinlikte, ortamın koşullarına uygun yapı ve sistemlere sahip canlılar yaşamlarını sürdürürler: Okyanusların derinliklerine özgü balıklar, midyeler, deniz laleleri, süngerler, kabuklular, karidesler, yengeçler, yumuşakçalar, ahtapotlar, mürekkep balıkları, derisi dikenliler, solucanlar, deniz yıldızları, deniz kestaneleri, denizanaları, ıstakozlar, tek hücreliler, isimlerine ancak ileri seviyedeki biyoloji kitaplarında rastlanabilir canlılar, ancak doğa belgesellerinde görülebilir hayvanlar...
Amerikalı tanınmış deniz ekolojistleri Frederick Grassle ve Nancy Maciolek'in ifadesiyle, denizlerin altında 10 milyon tür olabilir. Burada özellikle dikkat çeken bir nokta şudur: Daha önce yaşamın olmadığı sanılan bir ortamda, okyanusların birkaç bin metre tabanında şaşırtıcı bir tür zenginliğinin var olduğunun ortaya çıkarılmasıdır. Rutgers Üniversitesi Deniz ve Kıyı Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Frederick Grassle araştırmalarına dayanarak şu değerlendirmeyi yapar:
"Topladığımız örnekler gösterdi ki okyanus tabanı, gerçekte, mevcut tür sayısı açısından tropikal yağmur ormanlarıyla yarışabilir. Okyanus dibi fiziksel olarak bir çölü andırabilir, fakat tür çeşitliliği açısından daha çok tropikal bir yağmur ormanı gibidir."
Bir araştırmada, 2.100 metre derinlikteki okyanus tabanından alınan her 30x30 santimetrelik numunede 55-135 farklı tür bulunmuştur. Güney Avustralya açıklarındaki bir diğerinde ise, 10 metre karelik deniz zemininde 800'den fazla türün varlığı belirlenmiştir.
Şu da var ki, henüz okyanusların çok büyük bölümü hiçbir bilimsel araştırmaya konu olmamıştır. Tuscia Üniversitesi'nden Francesco Canganella ve Japonya Deniz Bilimi ve Teknolojisi Merkezi'nden Chiaki Kato'nun belirttiği gibi, "Araştırmacıların çabalarına ve bilimsel metotlardaki gelişmelere rağmen, okyanusların sadece küçük bir bölümü kolaylıkla erişilebilir durumdadır ve bundan dolayı deniz dünyasının büyük bölümü henüz bilinmemektedir."
Dolayısıyla her yeni araştırma bilinmeyen türlerin varlığını gün ışığına çıkarmaktadır.
21. yüzyılın başında keşfedilen bir biyolojik olgu şöyledir: Okyanus dibindeki çamur tabakasında bulunan bazı bakteri ve arkebakteriler metan tüketmektedir. Böylece bizim için hayati öneme sahip bir faaliyet göstermektedir. Bu mikroorganizmaların her yıl yaklaşık 300 milyon ton kadar metan tükettikleri sanılmaktadır. Uzmanlara göre; "Bu miktar, insanların tarım, çöp gömme, ya da fosil yakıt kullanma yollarıyla atmosfere saldıkları metan miktarına eşittir." Dolayısıyla 20 Temmuz 2001 tarihli Science dergisinde belirtildiği gibi, "Bir zamanlar varlığı olanaksız sanılan bu metan yiyen mikropların, şimdi gezegenin karbon dolaşımı açısından çok önemli olduğu görülmektedir."
Burada dikkat çekici olan diğer bir olgu da söz konusu bakteriler arasındaki kusursuz iş birliği ve düzendir. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın teknolojisiyle anlaşılabilen iş birliği şöyle özetlenebilir: Bakteriler sayesinde (onlardan bazı yapısal farklılıklar taşıyan) arkebakteriler oksijensiz ortamda metanla beslenebilirler; arkebakteriler ise bakterilerin ihtiyacı olan karbonu sağlarlar.
Yapılan araştırmalar
sonucunda, daha önce yaşamın olmadığı sanılan
okyanusların birkaç bin metre tabanında
şaşırtıcı bir tür zenginliğinin var olduğu
ortaya çıkmıştır.
|
2001 yılında anlaşılmıştır ki, okyanusların altındaki yer kabuğunun içinde bazı bakteri türleri yaşamaktadır. Bu mikroorganizmaların doğal yaşam alanı, deniz yüzeyinin binlerce metre altındaki okyanus tabanının 300 metre derinliğe kadar olan bölümüdür. Yaşam alanlarının yanı sıra, söz konusu canlıların faaliyetleri de insanı hayrete düşürmektedir. Bu bakterilerin besin kaynakları kayalardır; kayaları yiyerek beslenirken tüm canlılar açısından çok önemli bir işi daha gerçekleştirirler: Okyanuslarda, elementlerin ve kimyasal maddelerin dolaşımına önemli katkıda bulunurlar.
Dikkat edin, yeryüzündeki yaşam için çok önemli olan bu işlemi yapanlar, tüm laboratuvarlar ve bilim adamları biraraya gelseler bile yapamayacakları bu işi gerçekleştirenler, tek hücreli organizmalardır.
Okyanus dibindeki diğer bir ekosistem ise sıcak su kaynaklarıdır. Bu kaynaklar, dünyanın kabuğundaki yarıklardan, içinde çeşitli minerallerin bulunduğu sıcak suyun çıktığı yerlerdir. 20. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu kaynakların çevresinde şimdiye kadar 300'den fazla tür saptanmıştır. Bazıları parlak kırmızı renk tüylere sahip birkaç metre uzunluğunda büyük boru solucanları, dev istiridyeler, midyeler, ahtapotlar ve farklı görünümlerdeki omurgasızların bir arada yaşadığı ortam, araştırmacıların oldukça ilgisini çekmiştir. Bu canlıların besinlerini nasıl sağladığı sorusuna cevap aranırken daha da hayret verici gerçekler ortaya çıkmıştır.
Okyanusun derinliklerinde,
yüksek basınç, düşük sıcaklık ve kıt besin
kaynakları gibi zor koşullar olmasına rağmen
çeşitli hayvanlar, birbirinden farklı renklere
sahip yumuşakçalar ve mikroorganizmalar
yaşarlar.
|
Sıcak su kaynağının çevresindeki ekosistemde bulunan boru solucanı, bildiğimiz solucanlardan çok farklı bir türdür; ağzı ve sindirim sistemi yoktur. Dokularının içinde yaşayan bakteriler sayesinde besin ihtiyacını karşılar. Boru solucanının her 28 gramlık dokusu 285 milyar bakteri içerir. Bu bakteriler kemosentez yapar; yani sıcak su kaynağından çıkan kimyasal maddeleri besine dönüştürür. Boru solucanı da bu besini değerlendirerek yaşar.
Okyanusun derinliklerinde, bakteriler besin zincirinin ilk halkasıdır; bazı omurgasızlar bu mikroorganizmalar sayesinde, ahtapot gibi hayvanlar ise bu omurgasızlar sayesinde soylarını devam ettirirler. Yakın bir zamana kadar canlılığın var olmadığının sanıldığı bu ortamdaki türlerin zenginliği ve uyumu hayranlık vericidir.
Okyanusların tabanında, kimyasal açıdan zengin ancak soğuk olan su sızıntılarının yakınlarında da çeşitli canlıların var olduğu tespit edilmiştir. Her yeni araştırma ve gelişme, okyanus tabanının zenginliği hakkında ne kadar az şey bildiğimizin bir göstergesi olmaktadır.
Şimdi şu gerçeği göz önünde bulundurun: Derin deniz araştırmalarında kullanılan denizaltılar ancak son 70 yıl içinde geliştirilmiştir. Binlerce metre derine inen bir keşif denizaltısı özel olarak tasarlanmıştır. Bu tasarım, çeşitli bilim dallarından uzmanlar tarafından yapılmıştır. En derin okyanusların diplerinde milyonlarca senedir yaşayan her canlı türü de, bulunduğu ortama en uygun yapıda tasarlanmıştır. Dahası bu canlıların hücrelerindeki mekanizmalar, keşif denizaltılarındaki sistemlerden kat kat komplekstir. Böylesine karmaşık yapıların ise, evrimin iddia ettiği gibi, tesadüfen oluşması kesinlikle mümkün değildir. Okyanusların derinliklerindeki canlı çeşitliliği ve bunlardaki üstün tasarımlar, herşeyi yaratan Allah'a aittir.
Mikroorganizmaların önemli bir bölümünü ise bakteriler oluşturur. Bunlar küresel, çubuksu veya spiral biçimlerde olabilirler; çoğunun boyutu 0.001 milimetreden küçüktür. O kadar küçüktürler ki bu cümlenin sonundaki nokta kadar bir yere yüz binlercesi sığabilir.
Yeryüzündeki her ekosistem ve her canlı türü doğrudan veya dolaylı olarak bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır. (Yeryüzündeki yaşam ve hassas dengelerde, bakterilerin olmazsa olmaz önemi ilerleyen bölümlerde anlatılacaktır.) Hemen hemen her yerde bulunurlar. Buzullar, sıcak su kaynakları, tuz, asit, kimyasal madde veya kirlilik oranı çok yüksek ortamlar, insan ve hayvanların dokuları ve organları, oksijensiz derin deniz ve toprak katmanlarında dahi binlerce bakteri türü barınır. Örneğin, sağlıklı bir insanın bağırsakları 400 farklı bakteri türü içeren küçük bir ekosistemdir ve bu canlılar bağırsakların düzenli bir şekilde faaliyet göstermesinde çok önemli bir pay sahibidir.
Mikroskop altında
benzer görünen bakterilerin dahi genetik
yapıları incelendiğinde, bunların aslında
birbirlerinden çok farklı türler oldukları
fark edilmiştir. Northwestern Üniversitesi
mikrobiyoloğu David Stahl'ın deyişiyle,
bir bakteri diğerinden "bir boz ayının bir
meşe ağacından farklı olduğu kadar" farklı
olabilir.
|
Mikrop ve bakteri türlerinin belirlenmesi için bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalar, yapılması gerekenin yanında çok ama çok azdır. Bu organizmalar üzerinde araştırma yapmanın zor olmasının bazı nedenleri vardır: Bakteri türlerinin çoğunun laboratuvarda, kültür ortamında üretilememesi; bir damla deniz suyunda veya bir tutam toprakta dahi milyarlarcasının bulunması gibi... Bakteri türlerinin inanılmaz zenginliği bile, aslında son yıllarda, genetik bilimindeki ilerlemelerle anlaşılmıştır.
Mikroskop altında benzer görünen bakterilerin dahi genetik yapıları incelendiğinde, bunların aslında birbirlerinden çok farklı türler oldukları fark edilmiştir. Northwestern Üniversitesi Mikrobiyoloğu David Stahl'ın deyişiyle, bir bakteri diğerinden "Bir boz ayının bir meşe ağacından farklı olduğu kadar" farklı olabilir.
Profesör Wilson, Doğanın Gizli Bahçesi adlı kitabında, söz konusu organizmalara ilişkin son gelişmeleri şöyle özetler:
"Ancak sistematiğin esas kara deliği bakterilerdir. Kabaca 4000 bakteri türünün resmen tanımlanmış olmasına rağmen, yakın zaman önce Norveç'te yapılan araştırmalar, orman toprağının her bir gramında bulunan 10 milyar organizmanın arasında bilim için neredeyse tümüyle yeni olan 4000 ila 5000 bakteri türünün varlığını ortaya çıkarmıştır, ayrıca sığ deniz çökeltilerinin her bir gramında da birinci gruba dahil olmayan ve yine çoğu yeni 4000 ila 5000 tür daha bulunmuştur."
Konunun uzmanlarından, Maryland Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü Başkanı Rita Colwell ise, dünya üzerindeki bakteri zenginliğine dair şu sayıları verir:
"Bakteriler çok
küçük olmalarına rağmen, bilimsel tanımlamanın
çok ötesine giden biyokimyasal, yapısal
ve davranışsal komplekslikler gösterirler.
Günümüzün mikroelektronik devrimine uygun
olarak, bakterilerin boyutunu basitlikten
ziyade komplekslikle eşit saymak daha mantıklı
olabilir." (James Shapiro)
|
Çoğu insan bakterileri sadece hastalığa yol açan zararlı varlıklar olarak düşünür. Ancak böyle bir düşünce doğru değildir. Bakterilerin çok az bir bölümü hastalık etkenidir. Elinizdeki kitabın çeşitli bölümlerinde anlattığımız gibi, yeryüzünde yaşamın oluşumu ve sürekliliğinde, canlılık için zorunlu olan hassas dengelerin düzenlenmesinde, bakterilerin olmazsa olmaz bir önemi vardır. Bu gerçek, Chicago Üniversitesi Biyokimya ve Moleküler Biyoloji Bölümü Profesörü James Shapiro tarafından şöyle belirtilir:
"Bakteriler çok küçük olmalarına rağmen, bilimsel tanımlamanın çok ötesine giden biyokimyasal, yapısal ve davranışsal komplekslikler gösterirler. Günümüzün mikroelektronik devrimine uygun olarak, bakterilerin boyutunu basitlikten ziyade komplekslikle eşit saymak daha mantıklı olabilir... Bakteriler olmaksızın yeryüzünde hayat şu anki haliyle var olamazdı."
Hızlı çoğalmalarına, bu kadar küçük ve bu kadar çok olmalarına karşın, bakteriler en ufak bir karışıklığa yer vermeyecek şekilde faaliyet gösterirler. Bunun ise tek bir açıklaması vardır: Yaptıkları son derece kompleks işlerden (örneğin siyanobakterilerce gerçekleştirilen fotosentez gibi) bireylerinin ve türlerinin sayılarına kadar bakterilerle ilgili her türlü detay, onları yaratan Allah'ın dilediği ve belirlediği şekildedir. Nerede, ne zaman ve hangi sayıda olmaları gerektiğini bilen ve planlayan; onları yeryüzündeki dengelerin düzenlenmesinde ve dünyanın insan yaşamı için elverişli bir ortam olmasında vesile kılan Allah'tır.
2. BÖLÜM:
İNSAN İÇİN YARATILMIŞ CANLILAR
İNSAN İÇİN YARATILMIŞ CANLILAR
Şurası bir gerçek ki, doğumumuzdan ölümümüze kadar mikroorganizmalardan, bitkilerden ve hayvanlardan istifade ederiz. Üstelik bunlara karşılık herhangi bir bedel ödemeyiz. Canlıların sunduğu imkanların bizim için neden paha biçilmez olduğunu, Philadelphia Doğal Bilimler Akademisi biyolojik çeşitlilik uzmanı Ruth Patrick şöyle ifade eder:
"Farklı yapılara, farklı kimyasal bileşimlere ve farklı yaşam sürelerine sahip çok sayıdaki türün varlığı, gezegenimizin her yerinde insanlar için, hayatın en önemli temellerinden birini oluşturur."
Stanford Üniversitesi'nden tanınmış Biyoloji Profesörü Paul Ehrlich ise aynı gerçeği, "mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar olmaksızın şimdiki biçiminde toplum var olamaz" şeklinde dile getirir.
Biyoloji Profesörü ve Biyoçeşitlilik Uzmanı Peter Raven, dünyanın insan için yaşanabilir bir gezegen olmasında, canlıların hayati rolünü şöyle anlatır:
"İnsanın varlığı diğer yaşam formlarına ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Tüm insanlar, besin, malzeme, enerji ve hatta soluk aldıkları hava için dünyanın flora, fauna ve mikroorganizmalarına ihtiyaç duyarlar."
South Florida Üniversitesi Profesörü Bryan Norton da dünya üzerindeki tür zenginliğinin değerinden şöyle söz eder:
"Biyoçeşitliliğin değeri var olan herşeyin değeridir. Şu andan dünyanın sonuna kadar bütün ülkelerin gayri safi milli hasılalarının toplam değeridir. Bunu biliyoruz, çünkü hayatlarımız ve ekonomilerimiz biyoçeşitliliğe bağımlıdır. Eğer biyoçeşitlilik yeterli oranda azalırsa, ve felaket noktasını bilmezsek, artık hiçbir şuurlu varlık olmayacaktır. Onlarla birlikte, ekonomik veya başka bütün değer yok olacaktır."
Çevremizdeki bitki ve hayvan türlerinden elde ettiğimiz faydalara her gün şahit oluruz. Ancak bir de çıplak gözle göremediğimiz veya bilgi sahibi olmadığımız canlılar vardır. Onlar da insanlık için hayati değerde işlemler yapmaktadırlar. Profesör Paul Ehrlich bu konuya ilişkin şu yorumu yapar:
"Biyolog olmayanlar tarafından çoğu bilinmeyen organizmalar, medeniyet için zorunlu olan ekolojik sistemlerde rol oynarlar."
Özellikle teknolojideki gelişmeler yeryüzündeki çeşitliliğin önemine ilişkin bazı gerçekleri gözler önüne sermiştir: Şimdiye kadar önemsiz veya faydasız görülen pek çok canlı, insanların yepyeni nimetlere kavuşmasına vesile olmaktadır. Örneğin, garip görünümlü bir deniz solucanı hastalıkların tedavisinde kullanılacak kimyasal maddeler içermektedir. Veya bakterileri ele alalım. Yakın geçmişte ortaya çıkarılan bakteri türleri insanlık için büyük yararlar vaat etmektedir. Örneğin, ABD'deki Potomac Nehri'nin katmanlarında bulunan bir mikrop türü, ozon tabakasını tahrip eden kloroflorokarbon gazlarını "parçalama" yeteneğine sahiptir. Bir diğer örnek, Amerika'daki Yellowstone Ulusal Parkı'nın sıcak su kaynaklarında keşfedilen Thermus aquaticus adlı bakteri, genetik biliminin ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Bu mikroorganizmadan elde edilen bir enzim sayesinde, İnsan Genomu Projesi, gen testleri ve gen analizlerinin ayrılmaz bir parçası olan PCR (Polimeraz zincirleme reaksiyonu) yöntemi geliştirilmiş; böylece 1980'li yıllarda haftalar süren DNA profilinin çıkarılması işlemini çok kısa sürede yapabilmek mümkün olmuştur.
Canlılar insan yaşamına, yeryüzündeki ekosistemlere ve dengelere sayılamayacak kadar çok katkıda bulunurlar. ABD'nin çeşitli üniversitelerinden 11 tanınmış uzman tarafından hazırlanan "Ekosistem Hizmetleri: Doğal Ekosistemlerin İnsan Topluluklarına Sağladığı Faydalar" adlı makalede, bu katkıların önemi ve kompleksliği şu örnekle anlatılır:
"Örneğin, insanların Ay'a yerleşmeye çalıştıklarını hayal edin. Varsayın ki Ay, önceden mucizevi bir biçimde insan yaşamını sağlayan temel koşulların bazılarını elde etmiş olsun: bir atmosfer, bir iklim ve dünyadakine benzer fiziksel bir toprak yapısı gibi. İnsan kolonicilerin yüz yüze geldiği önemli sorun şu olacaktır: Verimsiz yüzeyi oturulur hale getirmek için dünyadaki milyonlarca türden hangilerinin Ay'a götürülmesi gerekir?
Bir kişi bu sorunu sistematik olarak şöyle çözmeye çalışabilir: öncelikle bütün türlerin arasından doğrudan doğruya yiyecek, içecek, baharat, elyaf, kereste, ilaç, balmumu, kauçuk ve yağlar gibi endüstriyel ürünler olarak kullanılacakları seçerek. Bir kişi çok seçici olsa bile, liste yüzlerce, hatta binlerce tür tutabilir. Ve bu yalnızca bir başlangıç olacaktır, çünkü kişi, daha sonra bunları desteklemek için hangi türlerin çok önemli olduğunu hesaba katmak ihtiyacı duyacaktır: Bakteriler, mantarlar, toprağı verimli yapmaya ve atıkları ve organik maddeleri ayrıştırmaya yardım eden omurgasızlar; çiçekleri dölleyen böcekler, yarasalar ve kuşlar; otlar, şifalı bitkiler ve toprağı tutacak, su dolaşımını düzenleyecek ve hayvanlara besin sağlayacak ağaçlar. Bu düşünce egzersizinin açık mesajı şudur ki hiç kimse insan yaşamını desteklemek için türlerin hangi bileşiminin (hatta yaklaşık olarak kaç tane türün) gerekli olduğunu bilmiyor.
Bir kişi türleri direkt olarak seçmekten ziyade başka bir yaklaşımı deneyebilir: Ay kolonisi tarafından ihtiyaç duyulan ekosistem hizmetlerini sıralayarak ve sonra her birini gerçekleştirmek için gerekli türlerin çeşitlerini ve sayısını tahmin ederek. Fakat belirli bir ekosistem hizmetinin faaliyetinde hangi türlerin önemli olduğunu belirlemek, kolay bir iş değildir. Örnek olarak toprak verimliliğini ele alalım. Toprak organizmaları, bitkilere gerekli besin maddelerinin kimyasal dönüşümü ve fiziksel transferi açısından çok önemlidir. Ancak toprak organizmalarının bolluğu kesinlikle şaşırtıcıdır. Mesela, Danimarka'daki 0.8 metre karelik çayırın altında, toprakta yaklaşık olarak 50.000 küçük halkalı solucan ve akrabaları, 50.000 böcek ve hemen hemen 12 milyon yuvarlak solucan bulunur. Ve bu hesap sadece bir başlangıçtır. Toprak hayvanlarının sayısı, toprak mikroorganizmalarının sayısı ile karşılaştırıldığında çok azdır: Bir tutam verimli toprak 30.000'in üstünde tek hücreli organizma, 50.000'den fazla alg, 400.000'den fazla mantar ve milyarlarca bakteri içerebilir.
Koloniciler, verimli ve sürekli bitki gelişimini, toprağın yenilenmesini, atıkların yok edilmesini ve benzer hizmetleri sağlamak için Ay'a hangi canlıları götürmelidirler? Toprakta yaşayan bu türlerin çoğu gelişigüzel bir incelemeye bile konu olmamıştır: bugüne kadar hiçbir insan gözü bir mikroskop ile onlara göz atmamıştır, şimdiye kadar hiçbir insan eli onlar için bir isim veya tanım yazmamıştır, ve çoğu insan zihni onları düşünmeye bir an bile ayırmamıştır. Bununla birlikte ciddi gerçek şu ki, E.O. Wilson'un söylediği gibi: onların bize değil, bizim onlara ihtiyacımız var."
Söz konusu makaleyi kaleme alan bilim adamlarının anlatmak istediği açıktır: Bilimdeki tüm ilerlemelere rağmen, canlıların ekolojik sistemlerde oynadığı hayati roller yeni yeni anlaşılmaktadır. Bir gerçek ise kesin olarak bilinmektedir. Canlı zenginliğinin oluşturduğu ortam, yeryüzünü insan için gereken tüm şartların biraraya geldiği bir yer haline getirmektedir ve türlerin çeşitliliği insan yaşamını gözeten ilkelerle tasarlanmıştır. Tüm bu olguların ortaya koyduğu gerçek ise apaçıktır: Durmaksızın bizim adımıza faaliyet gösteren milyonlarca tür, kendiliğinden veya rastlantıların art arda eklenmesiyle oluşamaz; onları sonsuz ihsan sahibi olan Rabbimiz yaratmış ve hizmetimize vermiştir.
Elinizdeki kitabın bu bölümünde, tür zenginliğinden sağladığımız nimetlerin çok az bir kısmı ana hatlarıyla incelenecek; böylece "niçin yeryüzünde muazzam bir çeşitlilik var?" sorusu da bir ölçüde yanıtlanmış olacaktır.
Vücudumuzun ihtiyaçlarını karşılayan bu lezzetli besin maddelerinin tümünüyse bitkiler ve hayvanlardan sağlarız. Yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı kimyasal yapılara ve besin değerlerine sahip tahıllar, meyveler, sebzeler, kara ve deniz hayvanları bulunur. Canlılar, milyarlarca insana beslenme imkanı sunarlar. Örnek olarak, insanlar tarafından tüketilen balık miktarı yılda yaklaşık 100 milyon tondur.
Şu da var ki günümüzde mevcut biyolojik çeşitliliğin sadece küçük bir bölümü kullanılmaktadır. Örneğin, tanınmış çevre bilimci Norman Myers'e göre, insanlar tarih boyunca beslenme amacıyla 7.000 bitki türünden faydalanmıştır. Buna karşın yenebilir bitkilerin sayısının en azından 75.000 olduğu tahmin edilmektedir. Özellikle tropikal bölgeler, besin değeri yüksek binlerce bitki türüyle doludur. Missouri Botanik Bahçesi Direktörü Peter Raven'in belirttiği gibi, 250.000 tür çiçekli bitkiden bazıları halen tarım yapılamayan bölgelerde yetiştirilebilir ve verimli ürünler verebilir.
Çoğu insan biyoçeşitliliğin önemini gereği gibi kavrayamaz. Buğday, pirinç, mısır gibi bazı tahılların, belirli sebze ve meyvelerin, etinden ve sütünden faydalanacağı birkaç çeşit hayvanın kendisi için yeterli olacağını düşünür. Elbette bu türler insanın besin gereksinimi açısından yeterlidir. Ancak bunlar çok çeşitli bakteri, hayvan, böcek, mikroorganizma türlerine doğrudan veya dolaylı olarak bağlıdırlar; yalnızca kendi başlarına var olamazlar. Padua Üniversitesi'nden Maurizio Paoletti bu olguyu şöyle belirtir:
"Binlerce bitki, hayvan ve mikroorganizma, tarımsal ekosistemlerdeki ekin döngüsünde veya hayvansal üretimde bağlantılıdır. Bunların çoğu hakkında hala az şey bilinmektedir."
Yeryüzündeki milyonlarca tür canlıyı kusursuz bir denge içinde birbirine bağlayan besin zincirini ele alalım. Herhangi bir ekosistemde, yeşil bitkiler gibi "üretici", hayvanlar gibi "tüketici", bakteri ve mantarlar gibi "parçalayıcı" organizmalar bulunur. Yeşil bitkiler, deniz yosunları, algler ve bazı "fotosentetik" bakteriler, yeryüzünün eşsiz besin üreticileridir; bu canlılar her saniye milyonlarca şeker molekülü üretirler. Yeşil bitkilerin ürettiği organik besin miktarı yılda 550 milyar tondur. İnsan ise, besin zincirinin sonuncu halkasını oluşturur. Mesela, bizim için iyi bir protein kaynağı olan sudak balığı (tatlı su levreği), algleri yiyen küçük omurgasız hayvanlarla beslenen küçük balıklarla beslenir. Kısacası, karnımızı doyurmak ve sağlıklı beslenmek amacıyla yediğimiz bir balık, denizlerdeki gözle görülmeyen organizmalardan küçük hayvanlara kadar pek çok canlı türüne bağımlıdır.
Söz konusu durum, her gün yediğimiz bitkisel ve hayvansal besinlerin kaynağı olan tüm canlılar için geçerlidir.
Alışkanlık ve önyargıları bir kenara koyarak canlılar dünyasına baktığımızda, dikkat çekici bir nokta ile karşılaşırız. Pek çok bitki ve hayvan, kimyasal yapıları, çekici kokuları ve lezzetli tatları ile besin ihtiyaçlarımızı eksiksiz bir şekilde karşılarlar. Gerek bu harika uyum, gerekse yeryüzündeki besin zincirinin sayısız detayı, asla tesadüflerle açıklanamaz. Söz konusu canlılar, özel olarak yaratılmış ve eşsiz birer nimet olarak bizlere verilmişlerdir. Gereksinim duyduğumuz yiyeceklerin kaynağı olan bitki ve hayvanları yaratan ise, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah'tır. Bu gerçek bazı ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Allah, gökleri ve yeri yaratan ve
gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü
ürünler çıkarandır... (İbrahim Suresi, 32)
Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları
ve tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları
-birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O'dur. (Enam
Suresi, 141)
Ellerimizin yaptıklarından kendileri
için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı?
Böylece bunlara malik oluyorlar. Biz onlara kendileri
için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir,
bir kısmını(n da etini) yiyorlar. Onlarda kendileri
için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine
de şükretmeyecekler mi? (Yasin Suresi, 71-73)
İnsanların hastalıklarının iyileşmesi için
uygulanan tedavilerde ve ilaçların yapımında
tavşanlar dahil olmak üzere birçok canlı
kullanılmaktadır. Kuşkusuz, bu canlıları
ve bunların hastalık ve rahatsızlıklara
çare olan özelliklerini yaratan Allah'tır.
|
Örneğin; bugün hemen herkesin tanıdığı bir ağrı kesici olan aspirinin kaynağı söğüt ağacının kabuğudur. Yüzlerce senedir sıtma tedavisinde kullanılan kinin, kınakına ağacının köklerinde ve kabuğunda bulunmaktadır. Halen tıbbi amaçlı olarak kullanılan bitki türlerinin sayısı yirmi binden fazladır. Illinois Üniversitesi Profesörü Norman Farnsworth'a göre, yaklaşık dört milyar insanın temel ilaç kaynağı bitkilerdir.
Çoğunun adını bile duymadığınız canlıların, tıpta ve ilaç sanayiinde kullanımı her geçen gün artmaktadır. Göğüs ve yumurtalık kanserine karşı kullanılan "taxol" Kuzey Amerika'daki porsuk ağacının kabuğundan; kanser gelişimini engelleyen "Squalamine" bir köpek balığı türünün karaciğerinden; kalp yetmezliği çeken kişilere destek olan "digitalis" yüksük otundan; Hodgkin hastalığı ve çocuklardaki kan kanserine karşı etkili olan iki kimyasal madde (vinblastine ve vincristine) cezayir menekşesinden elde edilmiştir. Kuzey Amerika ve Batı Hint Adaları'nda rastlanan atnalı yengeçteki pıhtılaştırıcı bir maddenin sayesinde, aşılarda, haplarda ya da tıbbi gereçlerde bulunan ve ölüme yol açabilecek bakteriler saptanabilmektedir. Mikroplarla mücadelede kullanılan antibiyotik maddeler genellikle bakteri ve küf mantarlarından alınmaktadır. Yalnızca doğum kontrolünde üç bin bitki türünden faydalanılmaktadır.
Canlılardaki bu çeşitlilik olmasaydı, tıp ve ilaç endüstrisinden söz etmek mümkün olmayacaktı. Açıktır ki pek çok canlı türü insanlardaki bazı hastalıklar ve sağlık sorunlarını ortadan kaldıracak özelliklere sahiptir. Buna rağmen henüz doğadaki canlıların çok küçük bir bölümü tanımlanabilmiş; tanımlananların da küçük bir kısmı kapsamlı olarak incelenebilmiştir. Örneğin, California Üniversitesi Profesörü Peter Bryant'ın belirttiği gibi, yağmur ormanlarındaki bitkilerin yaklaşık %1'lik bir bölümü tıbbi açıdan araştırılmıştır. Hastalıklara karşı etkili olup olmadığı çok yönlü olarak incelenen bitkilerin ve omurgasız hayvanların sayısı çok azdır. Görünen odur ki insanların hastalıklardan kurtulmasına vesile olacak harika proteinler, moleküller ve kimyasal bileşimler, canlılarda mevcuttur.
Bunların yanı sıra, yeni ilaçların ve aşıların denenmesinde ve tıbbi araştırmalarda, bakteriler, kuşlar, maymunlar, fareler, kediler, köpekler, tavşanlar, domuzlar, böcekler ve daha birçok canlı kullanılmaktadır. Örneğin; Drosophila meyve sineği genetik araştırmalarda yoğun olarak kullanılan bir laboratuvar deneğidir. Armadillo, cüzzam araştırmalarında kullanılan birkaç hayvan türünden biridir. Sadece ABD'deki bilimsel çalışmalarda faydalanılan hayvan sayısı yılda 18-22 milyondur.
Unutulmamalıdır ki hastalığı da şifayı da yaratan Allah'tır. Hastalığın iyileşmesi için uygulanan tedaviler, kullanılan ilaçlar birer vesiledir. Aynı şekilde, tedavilerde ve ilaçların yapımında kullanılan mikroorganizmalar, hayvanlar ve bitkiler de birer vesiledir. Bu canlıları ve bunların hastalık ve rahatsızlıklara çare olan özelliklerini yaratan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimizdir.
Bilim adamlarının ortak görüşü, biyolojik çeşitliliğin eşi benzeri olmayan bir hazine olduğu ve henüz bilinmeyen türlerin insanlık için engin yararlar içerdiğidir. Profesör Edward Wilson'un ifadesiyle, "Vahşi türler, yeni ilaçlar, ekinler, lifler, petrolün yerini alacak maddeler ve toprağın ve suyun ıslahı için sonsuz bir kaynaktır."
İnsanlara büyük faydalar sunacak özelliklerle donatılmış bir canlı grubu da bakterilerdir. Örneğin, biyoteknoloji alanındaki bilimsel çalışmalarda büyük oranda bakterilerden faydalanılmaktadır. Acetobacter xylinum adlı bakteri selüloz üretiminde, Alcaligenes eutrophus adındaki bakteri plastik üretiminde kullanılmaktadır. Bazı siyanobakteri türlerinin, kağıt ve ağaçlardan elde edilen diğer ürünlerin üretiminde kullanılabileceği anlaşılmıştır. 2002 yılında sonuçları açıklanan bir araştırmaya göre, bir bakteri türü olan Desulfuromonas acetoxidans, deniz çamurunu kullanarak elektrik üretmektedir.
Kısacası bakteriler, çok çeşitli üretim yapabilme kapasitesine sahip benzersiz fabrikalardır.
Dünyanın önde gelen helikopter firmaları,
yusufçuğun kusursuz dizaynını ve manevra
yeteneklerini taklit ederek fonksiyonel
modeller üretmişlerdir.
|
Yeryüzündeki çeşitlilik gözlemlenip, incelendikçe teknolojide kullanılacak modeller keşfedilmektedir. Bugün onbinlerce araştırmacı canlılardaki üstün ve yüksek verimli sistemleri teknolojiye uyarlamaya çalışmaktadır. İnsanlığın bu sayede elde ettiği imkanlar sayılamayacak kadar çoktur. Örneğin, bazen adını bile duymadığımız bir hayvan türünden, hafif ama sağlam ürünlerin yapımında kullanılacak kimyasal maddeler sağlanabilmekte; bu ürünlerden günlük hayattan uzay çalışmalarına kadar pek çok alanda faydalanılmaktadır.
Profesör Edward Wilson tür çeşitliliğinin konuya ilişkin önemini şöyle belirtmektedir:
Yunusların ağızlarındaki burna benzer çıkıntı
modern gemilerin pruvalarına örnek olmuştur.
Yunus burnu şeklindeki pruvalar su yüzeyini
daha iyi yarmakta, böylece daha az enerji
harcanarak daha süratli yol alınması sağlanmaktadır.
|
Canlılardaki tasarımlar insanoğlu için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur. Modern teknolojik ürünlerin büyük bölümü, doğadaki tasarımların taklididir. Örneğin, havacılık endüstrisi kuşlar ve diğer hayvanlardaki sistemlerin taklit edilmesiyle günümüzdeki ileri seviyesine ulaşmıştır. Son olarak, köpekbalıklarının hızlı yüzmelerini sağlayan yüzgeçler örnek alınarak, "winglet" adı verilen ve uçağın kanat ucuna takılan parçalar yapılmış; böylece uçakların performansı yükseltilmiş ve önemli oranda yakıt tasarrufu sağlanmıştır.
Yunusların ağızlarındaki buruna benzer çıkıntı modern gemilerin pruvalarına model olmuştur. Dünyanın önde gelen helikopter firmaları yusufçuk böceğinin uçuş sistemini taklit eden modeller üretmiştir. Robot üreticileri böceklerdeki sistemlerden esinlenerek küçük robotlar geliştirmeye çalışmaktadır.
Şüphesiz, yepyeni ürünler ve yöntemler geliştirmemizi sağlayan tasarım harikası canlılar, Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Hücrenin bilgi bankası olan DNA molekülündeki bilgi dizilimi her tür içindeki her bireyde farklıdır. Şimdiye kadar dünya üzerinde yaşamış milyonlarca canlı türü ve sayısız bireyin tümünün birbirlerinden farklı olmasının altında yatan neden de budur. |
Bu biyolojik olguların anlamı açıktır: Yeryüzünde muazzam bir tür çeşitliliğinin yanı sıra akıl almaz bir genetik çeşitlilik söz konusudur. Şimdiye kadar dünya üzerinde yaşamış milyonlarca canlı türü ve sayısız bireyin tümünün birbirlerinden farklı olmasının altında yatan neden işte budur. Türler, tür içindeki varyasyonlar ve bireyler bulundukları ortama uygun genetik tasarımlara sahiptirler.
Var olan muazzam genetik zenginlik sayesinde, binlerce senedir bitki ve hayvan türleri ıslah edilebilmekte; aynı türe bağlı farklı varyasyonların çaprazlanmasıyla istenilen özellikleri taşıyan ırklar yetiştirilmektedir. Çaprazlama (melezleme) yönteminden pek çok tahıl, meyve, sebze, bitki ve hayvanın yetiştirilmesinde yararlanılır. Mesela, yetiştiriciler, koyun veya inek gibi hayvanlar arasında en iyi et veya süt veren cinsleri elde edebilmek için özel çiftleştirme programları uygularlar. Et ve süt verimi yüksek ancak doğa şartlarına karşı dayanıksız inekler ile et ve süt verimi düşük ancak dayanıklı inekler arasında çiftleştirme yaparak her iki üstün özelliğe sahip kuşaklar elde ederler.
Buğday, pirinç, mısır gibi günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası olan bitkiler de genetik çeşitlilik sayesinde ıslah edilmiştir. Yabani bitki türleri kullanılarak hastalıklara, iklim koşullarına, kuraklığa dayanıklı ve yüksek verimli varyasyonlar geliştirilmiştir. Bu konuya ilişkin şu örnekler verilebilir: Yakın geçmişte Meksika'da keşfedilen yabani bir mısır türünün, Zea diploperennis'in, hastalıklara neden olan 7 virüse karşı direnç genlerinin olduğu görülmüştür. Bu yabani mısırın genetik yapısından sağlanan verim artışı, yılda milyarlarca dolar değerindedir. Afrika'da bulunan bir yabani arpa türünün öldürücü bir virüse karşı taşıdığı genler ve Asya kökenli yabani bir şeker kamışı türünün hastalıklara karşı direnç genleri, türdeşlerinin verimini artırmak için; And Dağları'nda keşfedilen yabani bir domates türü, hemcinslerinin şeker içeriğini yükseltmek amacıyla kullanılmıştır. Dünya Kaynakları Enstitüsü'nün verilerine göre, 1930 ile 1980 yılları arasında ABD'de, pirinç, arpa, buğday, pamuk, şeker kamışı rekoltesinin iki katına; domates rekoltesinin üç katına; mısır ve patates üretiminin dört katına çıkmasının başlıca nedeni genetik çeşitliliktir.
Burada şu bilimsel gerçeği hatırlatmakta da fayda vardır: Bilimi ideolojilerine alet etmeye çalışan bazı kesimlerin çarpıtmaya çalıştıklarının aksine biyoçeşitlililğin hayali bir teori olan evrim teorisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Evrim savunucuları doğadaki varyasyonların yani genetik çeşitlenmenin kaynağını kendilerince evrim teorisinin bir ispatı gibi göstermeye çalışarak, biyoloji konusunda detaylı bilgiye sahip olmayanları yanıltmaya çalışırlar. Oysa genetik çeşitlilik bütünüyle biyolojik bir süreçtir ve o türün bireylerinin zaten sahip oldukları genetik bilginin çaprazlanarak ortaya yeni gen kombinasyonlarına sahip bireylerin çıkmasından ibarettir. Dolayısıyla genetik çeşitlenme sırasında ortaya ne yeni bir gen ne de yeni bir tür çıkar. Tür hep aynı tür, genler hep aynı genlerdir. Yalnızca mevcut genler farklı kombinasyonlarda bir araya gelirler. Sonuçta, sözde evrimleşme gibi bir süreç hiçbir zaman söz konusu değildir.
Genetik çeşitlilik yeryüzündeki içiçe geçmiş ekolojik zincirinin en önemli halkalarından biridir.Stanford Üniversitesi Biyoloji Profesörü Paul Ehrlich genetik zenginliğin önemini şöyle dile getirir: "Nükleer savaştan başka, muhtemelen ekinlerin genetik varyasyonunun azalmasından daha ciddi bir çevresel tehlike yoktur."
Tartışma götürmez ki, tarım ve biyoteknoloji alanında yaşanan gelişmeler, biyoçeşitliliğin uçsuz bucaksız genetik bilgi bankası sayesinde mümkün olmuştur. Profesör Ehrlich'in ifade ettiği gibi, "Doğal ekosistemler, şu ana kadar insanlara sayısız yarar sağlamış ve daha çok ama çok fayda sağlayacak potansiyele sahip engin bir genetik kütüphane muhafaza etmektedir."
6) Biyolojik Mücadelede Kullanılan Canlılar
Meyve zararlısı böceklerin larvalarıyla
beslenen yaban arıları, biyolojik mücadelede
kullanılan canlılardandır.
|
Yararlı hayvan ve organizmalar zararlı böceklere karşı biyolojik mücadelede kullanılırlar. Örneğin, Avrupa mısır kurdu Pyrausta nubilalis ve Japon böceği Popillia japonica, doğal düşmanları ve parazitleri tarafından ortadan kaldırılırlar. Yine aynı amaçla, meyve zararlısı böceklerin larvalarıyla beslenen yaban arıları, yetiştirildikten sonra California meyve bahçelerine salınmaktadır. Sonuç olarak, doğadaki dengelerin oluşmasında farklı canlı türlerinin farklı görevleri vardır.
Burada şunu da belirtmek yerinde olacaktır. Çoğu insan böcekler denildiğinde, öncelikle tarım ve insan sağlığı açısından zararlı olanlarını düşünür. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Maidstone Müzesi'nden Böcekbilim Profesörü Ed Jarzembowski'nin belirttiği gibi, her zararlı böceğe karşılık binlerce zararsız veya faydalı böcek türü vardır. Gerek karalarda gerekse denizlerdeki besin zincirinde, çiçekli bitkilerin döllenmesinde, yeryüzünün temizliğinde ve birçok küresel dengede, böcekler etkin rol oynarlar. Daha doğrusu, insan yaşamı böceklere doğrudan veya dolaylı olarak bağımlıdır.
Bu sorunun yanıtı, canlıların yapısındaki elementlerin yeryüzünde sürekli bir devir ve dolaşım içinde olmasındadır. Bu yüzden hiçbir şey israf olmaz. Bitki ve hayvan artıkları ve ölmüş organizmalarda bulunan elementler boşa gitmez; doğadaki mükemmel dolaşım sistemleri sayesinde tekrar kullanılırlar. İşte bu döngüler, büyük ölçüde, adını bile duymadığınız ve görmediğiniz canlılar tarafından gerçekleştirilmektedir.
Dünyadaki element döngülerinden biri karbon dolaşımıdır. Bilindiği gibi, bitkiler fotosentez yaparken atmosferden bir karbon iki oksijen atomu içeren karbondioksit moleküllerini alırlar. İnsanlar ve hayvanlar ise solunumla havaya karbondioksit verirler. Ancak bu oran, atmosferdeki karbon dengesini sağlamak için yeterli değildir. Zira karbonun önemli bir bölümü ölü bitki ve hayvanlarda toplanmaktadır. İşte bu noktada bakteri ve mantarlar devreye girer ve ölü canlılardaki karbonu tekrar atmosfere geri kazandırırlar.
Canlılığın devamı açısından önemli olan diğer bir döngü ise azot dolaşımıdır. Bitkiler, aminoasit ve protein sentezi yapabilmek için azota ihtiyaç duyarlar; ancak atmosferde gaz halinde bulunan azotu doğrudan kullanamazlar, azotu nitratlar halinde topraktan alırlar. İşte bu dönüşümü bazı mikroorganizmalar gerçekleştirir. Azot, nitrit bakterileri tarafından nitrite, daha sonra nitrat bakterileri tarafından nitrata dönüştürülerek bitkiler tarafından kullanılabilir hale getirilir. İnsanlar ve hayvanlar da ihtiyaç duydukları azotu bitkilerden temin ederler. Yani, azotun canlıların kullanabileceği hale dönüştürülmesinde, tek hücreli canlıların olmazsa olmaz bir önemi vardır. Azot dolaşımının ne kadar hassas dengelere dayandığı şöyle özetlenebilir: Topraktaki azotun yetersiz olması halinde, bitkiler ve dolayısıyla onlara bağımlı olan insanlar ve hayvanlar var olamazlar. Azot oranının normalin üstünde olması durumunda ise, hava kirliliği ve asit yağmuruna yol açan, ozon tabakası ve ekolojik ortamı tahrip eden zehirli bir gaz olan nitrik oksit atmosferde çoğalır; içme suları kirlenir, göller, nehirler ve diğer tatlı su ekosistemleri zarar görürler.
Dünyadaki su dolaşımında ise, ormanlar önemli bir görev üstlenirler. Toprak tarafından emilen yağmur veya kar suyu, bitki ve ağaçların faaliyeti sonucunda su buharı olarak atmosfere geri döner. Ağaçların yapraklarından muazzam bir miktarda su buharlaşır. Diğer bir ifadeyle bitkiler, topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran benzersiz su pompaları gibi çalışırlar. Böylece su, toprağın derinliklerinde yok olmadan yeryüzünde sürekli bir devir yapar.
Bunların yanı sıra, fosfor, sülfür ve diğer bazı elementlerin küresel döngülerinde de canlılar önemli rol oynarlar. Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da söz konusu dolaşımların mükemmel bir verimlilikle sürüp gitmesidir. Bu verimliliğin üstünlüğünü şu kıyasla anlatabiliriz: İçinde bulunduğumuz dönemin son derece ileri teknolojik olanaklarına rağmen, atıklarımızın yaklaşık %10 gibi küçük bir oranı geri kazanılabilmektedir. Oysa milyonlarca senedir canlılar tarafından gerçekleştirilen dolaşımların verimliliği %100'e yakın bir orandadır. Şüphesiz bu durum, canlılardan meydana gelen sistemdeki sayısız yaratılış harikasından biridir.
Çeşitli üniversitelerden 12 bilim adamı tarafından hazırlanan "Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Performansı" adlı makalede belirtildiği gibi, Amerikalı ve Avrupalı uzmanların araştırmaları, tür sayısı ile verimlilik arasında doğru orantı olduğunu açıkça göstermiştir. Diğer bir ifadeyle, tür zenginliği, yüksek verimlilik anlamına gelmektedir. Örneğin, Minnesota Üniversitesi Ekoloji Profesörü David Tilman ve arkadaşlarının, yedi yıl süren deneylerinin sonucu şöyledir: Belirli bir ortamda, çok bitki türünden oluşan alan, bir veya birkaç türden oluşan alana kıyasla daha fazla ürün vermektedir. 16 bitki türünün ekildiği alan, tek bir türün ekildiği alandan 2.7 kat daha çok ürün vermektedir.
Profesör Tilman'a göre bunun nedeni, çok türün yer aldığı ortamlarda kaynakların daha verimli kullanılmasıdır. Ekosistemdeki her tür, insan toplumundaki farklı bir iş koluna benzemektedir. Nasıl bir toplumda iş kolu çoğaldıkça refah artıyorsa, bir ekosistemde tür sayısı çoğaldıkça verimlilik artmaktadır.
Yakın geçmişteki araştırmaların gün ışığına çıkardığı diğer bir gerçek ise, tür çeşitliliğinin ekosistemlerin dayanıklılığını arttırdığıdır. Kuraklık, zararlı böcekler, hastalıklar ve iklim değişiklikleri gibi olumsuz koşullara karşı biyoçeşitlilik adeta bir "sigorta" mekanizması olmaktadır. Yani tür çeşitliliği çok olan ekosistemler olumsuz şartlardan daha az etkilenmektedirler. Ayrıca biyolojik çeşitlilik ekosistemlere "esneklik" kazandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle, bir ekosistemin olumsuz koşullardan sonra eski denge haline dönüşü daha kısa zamanda gerçekleşmektedir. Örneğin, Afrika'daki Serengeti otlağının tür açısından zengin alanları, hayvanların otlamasından sonra kolaylıkla eski konumuna dönmektedir.
Son yıllarda canlıların gerçekleştirdikleri bazı çevre hizmetlerinin ekonomik değerini ölçmeye yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bununla birlikte söz konusu hizmetlerin çoğu paha biçilemez değerdedir. Stanford Üniversitesi'nden Taylor Ricketts, atmosferdeki oksijen dengesini örnek vererek bu gerçeği şöyle vurgulamaktadır:
"Biyoçeşitliliğin değeri ölçülemeyecek kadar yüksektir. Eğer insan yaşamı bitkilerin oksijen üretimine bağlı ise, bu hizmetin değerini ölçmek anlamsızdır."
Oksijen Üretimi: Yaşam için gereken unsurlardan biri olan oksijen, yeşil bitkiler ve siyanobakteri adı verilen bakteriler tarafından sağlanır. İnsanlar, hayvanlar ve mikroorganizmalar tarafından tüketilen oksijen, bu canlıların gerçekleştirdiği fotosentez işlemiyle sürekli olarak yeniden üretilir ve denge korunur. Yeşil bitkiler yılda yaklaşık olarak 500 milyon ton oksijeni havaya verirler. Atmosferdeki gazların ve yeryüzündeki ısının dengelenmesinde, yine yeşil bitkilerin ve bazı tek hücreli organizmaların hayati bir önemi vardır. Örneğin, doğadaki karbondioksit miktarı bitkilerce dengelenmediği takdirde, sera etkisi oluşur, yeryüzünün ısısı artar ve buzullarda erime meydana gelir. Bunun sonucunda bazı bölgeler sular altında kalırken, bazıları çölleşir, kısacası canlıların yaşamı tehlikeye girer.
Kelebekler, polenleri çiçeklerin erkek organlarından dişi organlarına taşıyarak bitkilerin döllenmesini sağlarlar. |
İnsanların yediği bitkisel besinlerin üçte biri hayvanlar tarafından döllenir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre, bitkilerin hayvanlar ile döllenmesinin yıllık ekonomik değeri 200 milyar Amerikan Dolarıdır. Polen taşıyıcı hayvanların ne kadar önemli olduğu son yıllarda ABD'nin bazı bölgelerinde görülen meyve üretimindeki düşüş ile bir kez daha anlaşılmıştır; zira buralardaki yabani arı türlerinin yok olması ve bal arılarının sayıca azalması meyve rekoltesini olumsuz etkilemiştir.
Ayrıca binlerce tür hayvan, ağaç tohumlarını dağıtarak ağaçların üremelerine ve ormanların oluşumuna da büyük katkıda bulunur. Mesela, beyaz kabuklu bir çam türü (Pinus albicaulis), Nucifraga columbiana adlı bir kuş türünün yardımıyla çoğalır. Bu çam ağacının tohumları sıkıca kapalı kozalağının içindedir; adı geçen kuşun kozalağı açarak tohumları çıkarması ve onları gömmesiyle Pinus albicaulis nesli devam eder. Utah State Üniversitesi Orman Biyolojisi Profesörü Ronald Lanner "Birbirleri İçin Yapılmışlar: Kuşlar ile Çamların Ortakyaşarlığı" adlı kitabında, kuşların çam ormanlarının oluşumundaki hayati rolünü anlatır.
İnsanların yediği bitkisel besinlerin üçte biri arılar, kelebekler, böcekler, yarasalar, kuşlar, sinekler gibi toplam olarak yüz binden fazla farklı hayvan türü tarafından döllenir. Bitkilerin büyük bir bölümü bu hayvanlara bağımlıdır. |
Çok çeşitli bakteri türleri adeta bir fabrikanın montaj hattındaki işçiler gibi, daha doğrusu kusursuz bir iş birliği içinde çalışırlar. Örneğin, ölü hayvanlar veya hayvani atıklardaki azot, önce çürükçül bakteriler tarafından amonyağa dönüştürülür; amonyak ise, nitrit bakterilerince nitrite, sonra da nitrat bakterilerince nitrata dönüştürülür. Mükemmel işleyen bu sistem sayesinde, doğa temizlendiği ve organik maddeler tekrar geri kazanıldığı gibi, canlıların besin ihtiyacı karşılanır. Söz konusu canlıların her yıl işlediği ve yeniden değerlendirilmesini sağladığı maddenin 130 milyar ton kadar olduğu düşünülmektedir.
Çeşitli ağaç türlerinden oluşan ormanlar, yeryüzünün temizlenmesine büyük katkıda bulunurlar. Havanın yaklaşık %50'sini temizler ve dezenfekte ederler. Zehirli gazları ve kirli suları filtre ederek temizlerler. Bir hektar çam ormanı yılda 30-40 ton, bir hektar kayın ormanı ise yılda 68 ton toz emer.
Dünyanın dengeli iklim yapısına sahip bir gezegen oluşunda, ağaçlar, bitkiler ve ormanların payı vardır. Bugün belirli bölgelerde sık sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar ormanların tahrip edilmesinin bazı sonuçlarıdır. |
Örneğin; midyeler suyu süzerek beslenirken çok önemli bir iş daha yaparlar: Benzersiz birer filtre gibi deniz suyunu süzerler. Günümüzde Kuzey Amerika'daki Chesapeake Körfezi'nde görülen bulanıklığın nedeni, buradaki midyelerin aşırı derecede avlanmasına bağlanmaktadır. Birkaç on yıl öncesine kadar Chesapeake'deki midyelerin, körfez suyunun tamamını her üç günde bir filtre ettiği hesaplanmaktadır. Bu körfezin 310 kilometre uzunluğunda ve 6-40 kilometre genişliğinde olduğu düşünülecek olursa, midyelerin yaptığı işin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Bakteri ve bitkiler ise zehirli atıkların temizlenmesinde insanlara yardımcı olmaktadır. Bazı bitki türleri, örneğin hardal ailesine mensup olanlar, ağır metalleri topraktan çekerek kendi dokularında toplar, böylece toprağı zehirli maddelerden arındırırlar. Kurşun, bakır, cıva, kobalt gibi insan sağlığına zararlı metal ve atıkların yoğun oldukları alanların temizlenmesinde bitkilerden faydalanılmaktadır. Bazı bakteri türleri de, toprakta ve suda kirliliğe yol açan maddeleri bileşenlerine ayıracak şekilde tasarlanmıştır; çevre ve insan sağlığı açısından tehlikeli birtakım atıkları ortadan kaldırabilirler.
Söz gelimi, benzini ayrıştıran bakteri türleri hemen her çeşit toprakta bulunur. Mikroorganizmalar, 1989 yılında Alaska'da meydana gelen bir petrol tankeri kazası sonrasında, bu bölgedeki sahillerin temizlenmesinde kullanılmıştır.
Özetle, denizler, karalar ve atmosfer sürekli olarak canlılar tarafından temizlenir. Şu vaka, bu hizmetin ekonomik açıdan taşıdığı değerin büyüklüğünün kavranmasına yardımcı olabilir: Yakın geçmişte New York'ta su kalitesinin düşmesi üzerine yetkililer bir araştırma yaptılar. İki seçenek vardı: Bir su arıtım tesisi kurmak 6-8 milyar Amerikan Dolarına; buna karşın şehre su taşıyan ve bu suyu doğal olarak arıtan havzayı ıslah etmek ise 1-1.5 milyar dolara mal olacaktı. Bu sonuçları göz önünde bulunduran New York yetkilileri su havzasını ıslah etme kararı aldılar. Zira araştırma sonuçları bu sayede 10 yılda 6 milyar doların üstünde bir tasarruf elde edileceğini göstermekteydi.
İklimin Düzenlenmesi: Dünyanın dengeli bir iklim yapısına sahip bir gezegen oluşunda, ağaçlar, bitkiler ve ormanların payı vardır. Ormanlar havanın nemini sabit tutar; yaz sıcaklığını 5-8.5 derece azaltır, kış sıcaklığını ise 1.6-2.8 derece artırır, dolayısıyla sıcak ve soğuğu dengeler.
Ormanların tahrip edilmesi yeryüzündeki su dolaşımını ve iklim dengelerini olumsuz etkiler. Bugün belirli bölgelerde sık sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar bu gelişmenin bazı sonuçlarıdır. National Geographic dergisinde ormanların ekolojik önemine ilişkin şöyle bir örnek verilir:
"Sözgelimi, Amazon Havzası'nda orman örtüsü, su çevrimini sağlayan temel etkendir ve yağmurların yarısı havza içinde oluşmaktadır. Yağmur ormanlarının yerinde çayırlar olsa, sıcaklık artar ve yağmurlar azalırdı. Bu da bütün bölgenin iklimini büyük ölçüde değiştirirdi."
Ağaçlar ve bitki örtüsü erozyonu engeller; toprağı, yağmur ve rüzgarın aşındırıcı etkisine karşı korurlar. |
"Ekilebilir topraklar yalnız tarımın değil uygarlığın kendisinin temelidir... Toprak kaybı, uygarlığın karşılaştığı en ciddi tehlikedir. Petrol rezervlerinin tükenmesi halinde uygarlık hayatta kalabilir; fakat toprağın üst tabakasının kaybıyla bu uygarlık ayakta kalamaz."
Toprağın Zenginleştirilmesi: Toprağın altı, küçük olmalarına karşın çok büyük görevler üstlenen canlı türleriyle doludur. İşte bu canlılar toprağın verimsizleşmesini engeller. Örneğin, solucanlar, karıncalar ve daha birçok hayvan türü toprağı alt üst ederek havalandırır ve zenginleştirirler. Bir hektarlık alandaki solucanlar, yılda 10 ton kadar toprağı yutar ve "öğüterek" daha verimli bir hale getirirler.
Profesör Edward Wilson toprağın derinliklerinde yaşayan, çoğunu tanımadığımız fakat bizim açımızdan son derece önemli canlı türlerini şöyle anlatır:
"En çıplak çöller haricinde nerede elinize iki avuç toprak alsanız karıncalar ve yaykuyruklardan tardigradlar ve rotiferlere, gözle görülebileninden mikroskobiğine binlerce omurgasız hayvanla yüz yüze gelirsiniz. Elinizde tuttuğunuz türlerin çoğunun biyolojisi bilinmemektedir: Ne yedikleri, neye yem oldukları, hayat döngülerinin ayrıntıları hakkında belli belirsiz bir fikrimiz vardır, biyokimyaları ve genetikleri hakkındaysa muhtemelen hiçbir şey bilmeyiz. Bazı türlerin büyük olasılıkla bilimsel bir isimleri bile yoktur. Herhangi birinin var olabilmemiz için ne kadar önemli olduğuna dair bir fikrimiz yoktur. Onlar üzerinde yapılacak araştırmalar kuşkusuz insanlık yararına kullanılabilecek yeni bilim ilkeleri öğretecektir bize. Her biri kendi başına büyüleyicidir."
Sonuç olarak, burada incelenenler, canlılar tarafından gerçekleştirilen hizmetlerin çok küçük bir bölümüdür. Bununla birlikte söz konusu bilgilerin taşıdığı anlam oldukça açıktır: Bizim için düşünemeyeceğimiz kadar değerli işler yapan canlılar sayesinde hayatımızı sürdürürüz. Hayatımızı sürdürmemize vesile olan görkemli canlı çeşitliliğini kusursuz bir uyum içinde yaratan ise, alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Şüphesiz, biyolojik çeşitlilikten elde ettiklerimiz, Allah'ın insan için yarattığı sayısız nimetlerdendir. Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin büyüklüğü bir ayette şöyle bildirilir:
Size her istediğiniz şeyi verdi.
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu
sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki,
insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi,
34)
3. BÖLÜM:
EVRİMİN TÜRLEŞME ÇIKMAZI
EVRİMİN TÜRLEŞME ÇIKMAZI
Oysa bilimsel bulgular evrim teorisinin bu iddiasını kesinlikle yalanlamaktadır. Paleontoloji, genetik, biyokimya gibi birçok bilim dalı açıkça göstermektedir ki, değil canlılığın çeşitliliği, tek bir canlı türünün bile kökeni evrim ile açıklanamaz.
Darwinizm'in türleşme iddialarının geçersizliğinin ele alındığı bu bölümde, öncelikle biyolojik sınıflandırma hakkında bazı genel bilgiler verelim..
Canlıların
Sınıflandırılması
Hayvanlar alemi bir milyondan çok tanımlanmış
türü içerir, bu özelliğiyle de en büyük
alemdir.
|
İşte bu sorunların üstesinden gelebilmek için, biyologlar, her bitki ve hayvana bilimsel bir ad verirler. Tüm organizmaları iki terimli bir adlandırma sistemine (binomial sistem) göre tanımlarlar. İki kelimeden oluşan bu isim genellikle Latincedir. (Bu, Latincenin uluslararası bilim dili olarak kullanıldığı dönemden kalma bir uygulamadır.) Örneğin, hemen her gün karşılaştığımız köpekler Canis familiaris, kediler Felis catus olarak adlandırılırlar.
Bilimsel isimlendirme, genel adları çoğunlukla karıştırılan türleri ayırt etme imkanı sağlar. Mesela, Avrupa'da Robin olarak tanınan kuş, Amerika'da aynı adla adlandırılan kuştan farklıdır. Bu kuş türlerine ayrı bilimsel adlar verilerek karışıklık önlenmiş olur. Avrupa Robin kuşunun adı Erithacus rubecula, Amerikan Robininin adı ise Turdus migratorius'tur.
Bilim adamları, isimlendirmenin yanı sıra, canlıları belirli bilimsel ilkelere göre tanımlar ve sınıflandırırlar. Canlıları adlandırma, tanımlama ve sınıflandırma bilimi "taksonomi" veya "sistematik" olarak adlandırılır. Örneğin hayvanlar, vücut yapıları ve sistemleri, iç organları, gelişim devreleri, davranış biçimleri, genetik bilgileri gibi çok çeşitli özellikler göz önünde bulundurularak sınıflandırılırlar. Yok olan türlere ilişkin bilgiler ise fosillerden elde edilir. Söz konusu sınıflama içinde hiyerarşik kategoriler, diğer bir deyişle yedi ana grup vardır. Bu gruplar yukarıdan aşağıya (veya büyükten küçüğe) doğru şöyledir:
Alem (Kingdom)
Filum veya Şube (Phylum, çoğulu Phyla)
Sınıf (Class)
Takım (Order)
Aile (Family)
Cins (Genus, çoğulu Genera)
Tür (Species)
Bilinen her canlı yukarıdaki yedi grup içinde kendine özgü bir konuma sahiptir. (Bu hiyerarşik düzende ara kategoriler de vardır.) Örneğin, beyaz çam olarak tanıdığımız ağaç, bitkiler aleminin ve Tracheophyta filumunun bir üyesidir; sınıfı Pteropsida, takımı Coniferales, ailesi Pinaceae, cinsi Pinus, türü Pinus strobus'tur.
Köpekgillerden yırtıcı ve etçil bir hayvan olan kurdun bilimsel adı ise Canis lupus'tur; Chordata filumu, Memeliler sınıfı, Carnivora takımı, Canidae ailesi ve Canis cinsi kategorilerine dahildir.
Sınıflandırmanın en büyük birimi alemdir.
20. yüzyıla kadar biyologların çoğu, canlılar dünyasını bitkiler ve hayvanlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Geçtiğimiz yüzyıl içinde, özellikle mikrobiyoloji ve biyokimya alanlarındaki ilerlemeler ise, bunun yetersizliğini açıkça ortaya çıkarmıştır. Günümüzde beş alemli bir sınıflandırma genel kabul görmektedir. Hayvanlar ve bitkilerin yanında, mantarlar, protista ve monera ayrı birer alem sayılmaktadır.
Bir milyondan çok tanımlanmış türü içeren hayvanlar alemi, en büyük alemdir; çok hücreli, besinlerini sindirerek alan, çoğunluğu hareketli, kompleks organ ve sistemlere sahip canlılardan meydana gelir. Bitkiler aleminde ise 260.000'den fazla tür yer almaktadır; bitkiler son derece kompleks bir işlem olan fotosentez yoluyla hem kendi besinlerini üretir, hem de diğer organizmaların besin ihtiyacını karşılar. Bitkiler gibi fotosentez yapabilecek mekanizmaları, hayvanlar gibi sindirim sistemleri olmayan mantarlar, yaklaşık yüz bin üyesi ile ayrı bir alemdir. Protista alemi, algler, diyatomlar gibi, hücre çekirdeğine sahip, çoğu tek hücreli organizmalardan oluşur; bu mikroskobik canlılar aleminde yüz binden çok türün varlığı bilinmektedir. Monera ise, bakteriler gibi hücre çekirdeği olmayan tek hücrelileri içerir; bu alem içinde on binden fazla tanımlanmış tür vardır.
Biyolojik sınıflamada alemden sonra filum (şube, bölüm) gelir. Farklı biyologlara göre sayıları değişmekle birlikte, yaygın olan, 32 hayvan filumu ve 10 bitki filumunu kapsayan sınıflandırmadır. Hayvanlar alemini ele alırsak, bir filum altındaki tüm hayvanlar temelde benzer bir vücut planına sahiptir, ancak filumlar birbirlerinden çok farklıdır. Örneğin süngerler filumu, balıklar, memeliler, kuşlar, sürüngenler gibi omurgalıları içeren Chordata filumundan tamamen farklıdır. Bizim için tanıdık olan böcekler, deniz kabukluları gibi canlıları barındıran eklem bacaklılar filumu (Arthropoda), hayvanlar aleminin en büyük filumudur.
Belirli bir sınıfa mensup canlılar bir filumun üyelerinden daha çok ortak özelliğe sahiptirler. Örneğin, kuşlar, sürüngenler ve memeliler Chordata filumundan ancak farklı sınıflardandırlar. Kanatlara ve diğer hiçbir hayvan grubunda görülmeyen bir yapı olan tüylere sahip kuşlar Aves sınıfında; yumurtlayarak çoğalan, soğukkanlı ve vücutları pullarla kaplı olan sürüngenler Reptilia sınıfında; yavrularını doğuran ve emziren, sıcakkanlı ve kıllı bir deriye sahip memeliler Mammalia sınıfındadırlar.
Biyolojik sınıflandırmada, sınıfın bir altındaki hiyerarşi takımdır. Yakından tanıdığımız sınıflardan biri olan memelilerin 23 takımı vardır. Köstebek ve kirpi gibi böceklerle beslenen memeliler Insectivora takımına; fare ve sincap gibi kemiriciler Rodentia takımına; köpek ve kurt gibi etle beslenen yırtıcılar Carnivora takımına dahildirler.
Takımın bir alt basamağı ise ailedir. Örnek olarak, memeliler 100'den fazla familyadan oluşur. Kediler ve köpekler Carnivora takımından olmakla birlikte; kediler Felidae, köpekler ise Canidae ailesindendirler.
Cins birbirlerine çok benzeyen, fakat genellikle birbirleriyle çiftleşmeyen canlı gruplarını kapsar. Mesela, Canidae ailesinde yer alan köpek ve tilki farklı cinslerdir. Köpeğin cinsi Canis, tilkinin cinsi ise Vulpes'tir.
Tür, biyolojik sınıflandırmanın temel birimidir; kendi aralarında çiftleşen, yapısal ve işlevsel özellikleri aynı olan benzer bireylerin oluşturduğu topluluk şeklinde tarif edilebilir. Bir cins altındaki farklı türlerin farklı bilimsel adları vardır. Örneğin, kızıl tilki Vulpes vulpes, çöl tilkisi Vulpes zerda, uzun kulaklı tilki Vulpes macrotis olarak isimlendirilirler. Bir canlı türü içinde birbirlerinden farklı gruplar veya çeşitlenmeler olduğu durumda, bu grupların her biri alt türü meydana getirir.
Son olarak şunu da eklemek yerinde olacaktır: Canlılar, taksonomist olarak adlandırılan biyologlar tarafından tanımlanır ve sınıflandırılır. Taksonomistler, doğada yalnız kendi aralarında çiftleşerek verimli yavrular meydana getiren, yapısal ve işlevsel özellikleri bakımından birbirine benzeyen bireylerden oluşan popülasyonları türlere ayırırlar. Hangi türlerin belirli bir cins altında, hangi cinslerin belirli bir aile altında vb. sınıflandırılması gerektiğini belirlerler. Farklı taksonomistlerin yaptıkları sınıflamalar temelde benzer olmakla birlikte, önemli farklılıklar gösterirler. Örneğin beş tür, farklı biyologlarca, bir, iki, hatta üç değişik cins altında gruplandırılabilir. İşte bu nedenle bilim adamları arasında, canlıların sınıflandırılmasına ilişkin çok farklı görüşler ve anlaşmazlıklar vardır.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir: sınıflandırma biliminin temelleri Darwin'in evrim teorisinden önce atılmıştır. Üstelik taksonominin kurucuları Allah'a ve yaratılışa inanan bilim adamlarıdır.
Canlıların günümüzde anlaşıldığı şekliyle sınıflandırılmasının öncülüğünü İngiliz doğa bilimci ve teolog John Ray (1627-1705) yapmıştır. Ray bitkiler, kuşlar, memeliler, balıklar ve böcekleri belirli sistematik esaslara göre gruplandırmış; bitkileri sadece tek bir özelliğe dayanarak değil, yapılarının bütününü dikkate alarak tasnif etmiştir. Bu alanda birçok kitap yazarak taksonomi biliminin temellerini atmıştır. Ayrıca kitaplarında, doğadaki muhteşem düzene ilişkin gözlemlerini anlatmıştır. Bilime yaptığı büyük katkılarla anılan John Ray, canlılardaki sistem ve özelliklerin üstün bir tasarım ürünü olduğunu her fırsatta belirtmiş ve görüşlerini şöyle dile getirmiştir:
"Hür bir insan için, doğanın güzel eserlerini düşünmek ve Allah'ın sonsuz aklını ve lütufkarlığını takdir etmekten daha değerli ve zevkli bir iş yoktur."
Modern biyolojik sınıflandırma sisteminin kurucusu olarak kabul edilen bilim adamı ise, İsveçli doğa bilimci Carl Linnaeus'tur (1707-1778). Linnaeus iki terimli adlandırma sistemini ilk defa kullanmış ve hiyerarşik kategorilere göre sınıflandırmayı geliştirmiştir. Pek çok türün bilimsel isimleri onun tarafından verilmiştir. (İnsanın bilimsel adı olan Homo sapiens gibi ) Systema Naturae adlı kitabının onuncu baskısının yayımlandığı 1753 yılı, taksonomi biliminin başlangıcı kabul edilir.
Linnaeus, gerek kendisinin topladığı, gerekse öğrencilerinin dünyanın her yanından getirdikleri bitki ve hayvan numunelerini isimlendirmiş ve sınıflandırmıştır. Bu sınıflandırmada yapısal benzerlikleri ve farklılıkları dikkate almıştır. Onun geliştirdiği sistem büyük ölçüde değişikliğe uğramadan günümüzde kullanılmaktadır. Canlıları tanımlama ve sınıflandırmadaki sistemi o kadar başarılıdır ki kendisini bilim tarihinin en önemli isimlerinden biri haline getirmiştir.
Linnaeus, canlıları Allah'ın yarattığına ve türlerin değişmezliğine inanıyordu. Araştırmalarını şu cümleyle özetliyordu: "Sonsuz Varlık tarafından başlangıçta yaratıldığı kadar tür vardır." Bu büyük bilim adamına göre sınıflandırma, İlahi Düzeni gözler önüne seriyordu. Canlılığın iç içe geçmiş hiyerarşisi, Darwin'in iddia ettiği gibi evrimin değil, Allah'ın kusursuz bir düzen ve uyum içinde yaratışının göstergesiydi. Carl Linnaeus, hayvanlar ve bitkiler aleminde gözlemlediği muhteşem planın ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana gelebileceğini, kitaplarında sık sık belirtmişti.
Taşıt araçlarının kendi aralarında hiyerarşik
olarak sınıflandırılması, onların kendiliğinden
veya tesadüfen meydana geldiğini göstermez;
aksine bilinçli insanlar tarafından belirli
bir plana göre tasarlandıklarını ve üretildiklerini
gösterir. Yeryüzündeki canlılar da sınıflandırılabilir;
çünkü bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz
bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın
yaratmasıyla meydana gelmişlerdir.
|
"Yaşayan canlıların özelliği, belirli bir hiyerarşik sıraya göre dizilip, tür, cins, familya, takım, sınıf ve şube meydana getirmesidir. Hiyerarşik diziliş, evrimin en belirli kanıtlarından biridir. Eğer bitkiler ve hayvanlar kendi aralarında akraba olmasaydı, bu hiyerarşik sıra meydana gelmeyecek ve birçok grup birbirine benzer olmayacak şekilde gelişmiş olacaktı."
Üzerinde durulması gereken nokta şudur: Darwin ve takipçileri, Ray ve Linnaeus gibi bilim adamlarının çalışmalarını çarpıtarak kullanmaya kalkışmışlar; canlılar arasındaki benzer yapıları ve buna dayanarak yapılan sınıflandırmayı, canlılığın tek bir ortak atadan geldiğinin deliliymiş gibi sunmuşlardır.
Oysa daha Darwinizm bilim dünyasına hakim olmadan önce, canlılardaki benzer yapıların bilimsel açıklaması yapılmıştır. Canlılardaki benzer organları ilk kez gündeme getiren John Ray, Carl Linnaeus gibi doğa bilimciler, bu organları "ortak tasarım" örneği olarak görmüşlerdir. Yani benzer organlar, ortak bir atadan tesadüfen evrimleştikleri için değil, belirli bir işlevi görmek için bilinçli bir şekilde tasarlanmış oldukları için benzerdir. Çağdaş bilimsel bulgular da bu açıklamayı doğrulamıştır.
Canlılardaki sınıflandırmanın evrim teorisi lehinde bir delil olarak kullanılamayacağı açıktır. Örneğin, Profesör Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında, bu iddiayı bilimsel verilerin ışığında incelemiş ve hiyerarşik yapının evrim için bir kanıt olmadığı sonucuna varmıştır.
Michael Denton
|
Gerçek şu ki evrimciler, söz konusu sınıflandırmaya sarılmakla büyük bir hata yapmaktadır. Taşıt araçları, mobilyalar, resimler veya kitaplar gibi tasarım ürünleri, kendi aralarında hiyerarşik olarak sınıflandırılabilir. Ve bu sınıflandırma, onların kendiliğinden veya tesadüfen meydana geldiğini göstermez; aksine bilinçli insanlar tarafından belirli bir plana göre tasarlandığını ve üretildiğini gösterir. Yeryüzündeki canlılar da sınıflandırılabilir; çünkü evrimin iddia ettiği gibi bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmişlerdir.
Biyolojik sınıflandırmaya ilişkin bu genel bilgilerden sonra, çağdaş bilimsel bulgulara göre, Darwinizm'in asıl problemi olan "türlerin kökeni" konusunu inceleyelim.
Sebze ve meyveler kendi içlerinde farklı
tatlara, besin değerlerine ve özelliklere
sahip çeşitli varyasyonlar içerirler.
|
Oysa Darwin'in "türlerin kökeni" hakkında ortaya attığı bu varsayım, gerçekte türlerin kökenini hiçbir şekilde açıklamıyordu. Genetik biliminin gelişmesiyle birlikte, bir canlı türü içindeki çeşitlenmenin hiçbir zaman yeni bir tür oluşumuna yol açmayacağı anlaşıldı. Darwin'in "evrim" sandığı olgu, gerçekte "varyasyon"du.
Yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı
genetik bilgiye sahiptirler; ama bu genetik
bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli
sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi
kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin
boyu kısadır.
|
Life Sciences Ansiklopedisi'nde belirtildiği gibi, "Doğal popülasyonların çoğunda, varyasyon oldukça yüksektir. Bakteriler gibi, mayoz bölünme ile çoğalmayan türler bile genetik varyasyona sahiptirler." Mesela, yakından tanıdığımız bir canlı türü olan köpeklerin birbirinden farklı pek çok varyasyonu vardır: Buldog, İtalyan tazısı, Alman kurdu, Husky, Sivas Kangal, Dalmaçyalı, Doberman, Chow Chow, Shih Tzu ve daha pek çok ırk, köpek türü içindeki çeşitlenmelerdir. Her gün yediğimiz sebze ve meyveler kendi içlerinde farklı tatlara, besin değerlerine, dayanıklılık standartlarına ve özelliklere sahip çeşitli varyasyonlar içerirler.
Doğal popülasyonların çoğunda, varyasyon
oldukça yüksektir. Yakından tanıdığımız
bir canlı türü olan köpeklerin birbirinden
farklı pek çok varyasyonu vardır.
|
Varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin
sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana
getirir, ancak hiçbir zaman türlere yeni
bir genetik bilgi ekleyemez. Yan sayfada
görülen güller birbirinden farklı özelliklere
sahiptir. Ama sonuçta hepsi güldür.
|
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra "gen havuzu" denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikleri, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir.
Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir; çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
Darwin, teorisini ortaya attığında bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu. 1844'te yazdığı bir yazısında, "çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum" demişti. Türlerin Kökeni'nde de çeşitli varyasyon örneklerini teorisinin en büyük delili gibi göstermişti. Örneğin Darwin'e göre; daha bol süt veren inek cinsleri yetiştirmek için farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri başka bir canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin'in, bu "sınırsız değişim" fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni'nde yazdığı şu cümleydi:
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü
varyasyon, zaten var olan genetik bilginin
farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından
ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik
kazandırmaz. Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle
çok önemli sonuçlara varılmıştır, ancak
buğday hep buğdaydır.
|
Darwin'in bu denli iddialı örnekler vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik değişmezlik" ( genetik homeostasis ) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri Darwin'in iddia ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle mümkün değildi.
Darwin Retried adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle demektedir:
"Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir... Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz..."
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.
Varyasyonlar, hiçbir zaman türlere yeni
bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle
hiçbir varyasyon "evrim" örneği sayılamaz.
Farklı at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz
çiftleştirin, sonuçta ortaya yine atlar
çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır.
|
Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
"Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta buğday hala buğdaydır ve, örneğin, üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız."
Kısacası varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir varyasyon "evrim" örneği sayılamaz. Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:
"Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar 'sürekli değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar."
"MİKRO EVRİM-MAKRO EVRİM" KAVRAMLARI
Theodosius Dobzhhansky
|
Bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kaldılar. Tür içindeki çeşitlenmeye, yani varyasyona, "mikro evrim" adını verdiler. Yeni türlerin oluşması varsayımı ise "makro evrim" olarak adlandırıldı.
Makro evrim kavramı ilk olarak 1927 yılında, Rus Biyolog Jurii Filipchenko tarafından kullanıldı. Mikro evrimin makro evrime delil olarak kullanılabileceği görüşü ise, 1930'lu yıllarda, Filipchenko'nun öğrencisi olan Theodosius Dobzhansky tarafından ortaya atıldı. Dobzhansky Darwinizm'in temel kitaplarından biri olan Genetik ve Türlerin Kökeni'nde, mikro evrim ile makro evrimin mekanizmalarının aynı olduğunu öne sürdü. Daha sonra bu görüş evrimci çevrelerde yaygın olarak kabul gördü ve günümüze kadar geldi. O yıllarda Berkeley Üniversitesi'nden genetikçi Richard Goldschmidt ise, bu görüşün yanlışlığını şöyle ifade etti: "Mikro evrimin olguları makro evrimi anlamak için yeterli değildir."
Varyasyonlar, günlük hayatta sık sık örneklerini
gördüğümüz biyolojik bir olgudur. Tüm varyasyon
örnekleri belirli genetik sınırlar içinde
gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.
|
Darwinistlerin kasıtlı olarak mikro evrim şeklinde adlandırdıkları varyasyonlar, günlük hayatta sık sık örneklerini gördüğümüz biyolojik bir olgudur. Karşılaştığınız kedi, köpek, elma, domates, bitki ve hayvan varyasyonlarını gözünüzün önüne getirin. Makro evrim ise, bir dinozorun bir kuşa, bir ayının bir balinaya dönüşmesi gibi değişimlerdir. Yani makro evrim iddialarının, kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masallarından hiçbir farkı yoktur.
Evrimci biyologların mikro evrim kavramını kullanarak verdikleri izlenim, varyasyonların uzun zaman içinde yepyeni canlı sınıflamaları oluşturabileceği yönündeki yanlış bir mantıktır. Nitekim konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayan pek çok kişi "mikro evrim uzun zamana yayıldığında makro evrim oluşturur" gibi yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Bu düşüncenin örneklerini sık sık görmek mümkündür. Bazı "amatör" evrimciler, "insanların boy ortalaması bir yüzyıl içinde bile iki cm. artmış, demek ki milyonlarca yıl içinde her türlü evrim gerçekleşebilir" gibi mantıklar öne sürerler. Oysa daha önce de belirtildiği gibi, boy ortalaması değişimi gibi varyasyonların hepsi, belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.
Nitekim, mikro evrim adını verdikleri varyasyonların yeni canlı sınıflamaları oluşturamadığını, yani makro evrim sağlamadığını günümüzde evrimci otoriteler de kabul etmektedir. Evrimci biyologlar, Scott Gilbert, John Opitz ve Rudolf Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:
Darwinistlerin makro evrim iddialarının,
kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan
çocuk masallarından hiçbir farkı yoktur.
|
(Open Üniversitesi Biyoloji Profesörü Brian Goodwin) Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi: "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir.""
Mikro evrim adı verilen varyasyonların makro evrim iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmiştir.
Ünlü evrimci Paleontolog Roger Lewin, Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:
"Darwin'in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslardan birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı "hayır"dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikro evrimi sağlayan mekanizmaların, makro evrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur... Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır."
Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:
"Evrimdeki büyük geçişler -örneğin, bir kaçını belirtmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler- birer "dengeden uzaklaşma" hali olamazlar. Bunlar, mikro evrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler."
Kısacası, mikro evrim ile makro evrim birbirinden tamamen farklı kavramlardır. Birincisi biyolojik bir olgu, ikincisi ise bilim dışı bir dogmadır. Buna rağmen, günümüzde söz konusu iki kavramın mekanizmalarını bir tutan ve mikro evrimsel değişimlerin uzun bir zaman diliminde makro evrimsel dönüşümlere neden olacağına inanan birçok evrimci vardır.
Bazı bilim adamları ise böyle bir iddianın, bilimsel bulgular ve fosil kayıtlarının ortaya koyduğu gerçekler ile taban tabana zıt olduğunun farkındadırlar. Örneğin, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Douglas Erwin, Evrim ve Gelişim dergisinde yer alan 2000 yılına ait bir makalesinde bunun üzerinde durmuştur. Amerikalı biyologlar Douglas Erwin ve James Valentine'e göre, yeni bedensel tasarımların kökenini açıklamak için mikro evrimsel mekanizmaları kullanmak, eldeki delillerle uyuşmayan bir yöntemdir.
Gerçek şu ki, makro evrim hiçbir zaman gözlemlenmemiştir; bunun nasıl gerçekleştiğine dair akla, mantığa ve bilime uygun hiçbir açıklama yoktur. Mikrobiyoloji Profesörü Carl Woese konuya ilişkin görüşünü, "makro evrim terimi anlayışımızı ifade etmekten çok bilgisizliğimizi gizlemeye yarıyor" şeklinde dile getirir.
Evrimciler tarafından Darwinizm'in somut ve gözlemlenmiş örnekleri olarak tanıtılan, her fırsatta evrim teorisinin temel delilleri olarak sunulan konuları düşünün. Hemen aklınıza Galapagos ispinozları, Sanayi Devrimi kelebekleri, antibiyotiklere dirençli bakteriler ve DDT'ye karşı bağışıklı böcekler gelecektir. Bunların evrim deliliymiş gibi kullanılması ise kesinlikle bir aldatmacadır. Çünkü söz konusu vakalar evrime delil oluşturmayan varyasyon (veya bir başka ifadeyle "mikro evrim") örnekleridir. (Elinizdeki kitabın ilerleyen sayfalarında Galapagos ispinozları ve Sanayi Devrimi kelebekleri detaylı olarak incelenmekte ve bu canlıların evrim teorisine delil olacak hiçbir yönlerinin olmadığı anlatılmaktadır.
Öncelikle tür kavramını ele alalım. Bu kavramı incelemek, evrimci aldatmacayı daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. Biyolojinin farklı alanlarından çeşitli uzmanların öne sürdükleri pek çok tür tanımı vardır. Indiana Üniversitesi'nden Troy Wood ve Loren Rieseberg'in deyişiyle, evrimci biyologlarca sayılamayacak kadar çok tür tarifi önerilmiştir.
Biyolog John Endler ise, bu durumun yol açtığı karışıklığı şöyle anlatır:
"Türler, organik çeşitliliği tanımlamak için oluşturulmuş araçlardır. Değişik amaçlar için yapılmış çeşitli keskiler olduğu gibi, farklı amaçlara en uygun farklı tür kavramları vardır... Değişik organizma grupları üzerinde çalışan farklı insanların "tür" ile farklı şeyleri ifade etmek istemeleri yüzünden sık sık karışıklık ve anlaşmazlık meydana gelmektedir."
Günlük hayatta sanki tek bir tür gibi söz
ettiğimiz canlı tiplerinin aslında çok fazla
türleri vardır. Örneğin örümceklerin yaklaşık
34 bin türü tanımlanmıştır.
|
Darwinizm'in Türkiye'deki önde gelen sözcülerinden Ali Demirsoy da, söz konusu gerçek hakkında şunları dile getirir:
"Hayvanların ve bitkilerin sınıflandırılmasında temel birim olarak alınan türün, diğer türlerle ayrılımı hangi sınırlarda olmalıdır sorusu, yani 'Tür Tanımı', biyolojinin en zor yanıtlanabilen sorularından biridir. Hayvan ve bitki gruplarının tümü için geçerli olabilecek bir tür tanımı vermek, bugünkü bilgilerimizle olanaksız görülmektedir."
"Tür" dendiğinde insanların aklına çoğu zaman köpek, at, örümcek, yunus, buğday, elma gibi "canlı tipleri" gelir. Evrim teorisinin "türlerin kökeni" iddiası ise, insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre en genel anlamıyla bir canlı türü, kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen bireylerden oluşan bir popülasyondur. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek bir tür gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla türlere ayırır. Örneğin örümceklerin yaklaşık 34 bin türü tanımlanmıştır.
Evrimin türleşme aldatmacasını anlamak içinse, önce "coğrafi izolasyon"u belirtmek gerekir: Bir canlı türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer bu türe ait canlıların arasına dağ, nehir gibi coğrafi bir engel girerse, yani birbirlerinden "izole" olurlarsa, o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya başlar. Diyelim ki, bir grupta, daha koyu renkli ve uzun tüylü olan A varyasyonu ağırlık kazanır, diğerinde ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B varyasyonu baskın çıkar. Bu popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa, A ve B karakterleri de o kadar keskinleşir. Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara "alt tür" adı verilir.
Türleşme iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de, modern biyolojinin "tür" tanımlamasına göre, "alt tür" olmaktan çıkıp, "ayrı türler" haline gelmiş olurlar. Buna "türleşme" (speciation) adı verilir.
Evrimciler ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı yaparlar: "Bakın doğada türleşme var, yani yeni canlı türleri doğal mekanizmalarla oluşuyor, demek ki tüm türler bu şekilde oluşmuş". Oysa bu çıkarımda çok büyük bir aldatmaca gizlidir.
Şimdi söz konusu aldatmacanın iki önemli noktasına dikkat çekelim:
1) Birbirlerinden izole olan A ve B varyasyonları, bir araya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman "çiftleşme davranışı"ndan kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler, diğer varyasyon kendilerine yabancı göründüğü için, onu "kendilerine yakın bulmadıkları" için çiftleşmezler. Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir genetik uyumsuzluk yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle "tür" kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam etmektedir.)
2) Asıl önemli nokta ise, söz konusu "türleşme"nin, bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik bilgi eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi biri yeni bir proteine, yeni bir enzime, yeni organa kavuşmuş değildir. Ortada bir "gelişme" yoktur. Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı anda barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem uzun hem de kısa tüy özelliğini, hem koyu hem de açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine, şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki ayrı popülasyon vardır.
Dolayısıyla söz konusu "türleşme"nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya "genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar" koyabilmesi gerekir. Gözü, kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri olmayan canlıların, nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten var olan bir canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz bununla hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.
Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve "ikiye bölünerek türleşme" örneklerini (önceki bölümde anlattığımız gibi) "mikro evrim" olarak tanımlarlar. Mikro evrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda "evrim" ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir aldatmacadır. Çünkü mikro bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir.
Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Canlı tipleri ilk başta nasıl oluşmuştur? Monera, protista, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar alemleri yeryüzünde nasıl ortaya çıkmıştır? Türlerin daha üst kategorileri olan filumlar, sınıflar, takımlar, aileler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konular işte bunlardır.
Önceki bölümde belirttiğimiz gibi, evrimciler bu konulara "makro evrim" derler. Aslında evrim teorisi derken kastedilen ve tartışılan kavram da makro evrimdir. Çünkü mikro evrim denen genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu olayın evrimciler her ne kadar tanımın içine "evrim" ifadesini yerleştirmişlerse de evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Makro evrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır.
İşte burada çok önemli bir "püf nokta" vardır. Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikro evrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on milyonlarca yıl içinde de makro evrim gerçekleşir" gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar. Charles Darwin'in Türlerin Kökeni'nde öne sürdüğü tüm sözde "evrim delilleri" bu şekildedir. Ondan sonra gelen evrimcilerin öne sürdüğü örnekler de bu şekildedir. Tüm bu örneklerde evrimcilerin "mikro evrim" diye tanımladıkları genetik çeşitlenmenin, yine "makro evrim" diye tanımladıkları teorinin delili olarak kullanılması söz konusudur.
Bu yanılgının mantığını anlatmak için örnek verelim. Eğer birisi size şöyle bir mantık kurarsa, ne düşünürsünüz:
"Bir tabancadan havaya doğru sıkılan kurşun, saatte 400 kilometre hızla ilerler. Dolayısıyla bir kaç hafta içinde atmosferden çıkıp Ay'a varacak, ilerleyen aylarda ise Mars gezegeninin yüzeyine ulaşacaktır".
Eğer birisi size böyle bir iddiada bulunursa, bunun çok basit bir aldatmaca olduğunu anlarsınız. İddiayı öne süren kişi, sadece çok dar bir gözlemi (kurşunun tabancadan çıkış hızını) dile getirmekte, buna karşılık kurşunun ilerlemesini sınırlandıran yerçekimi ve havanın sürtünmesi gibi iki temel gerçeği kasten gizlemektedir.
İşte evrimciler de tüm "mikro evrimden makro evrime delil çıkarma" girişimlerinde aynı yöntemi kullanırlar.
Tüm bu mikro evrim-makro evrim tartışmasının ve evrimci "türleşme" hikayelerinin özet sonucu ise şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara sahip "tipler" olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu tiplerin içinde, genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı varyasyonlar ve alt türler oluşabilmektedir. Örneğin "tavşan" tipinin kendi içinde, beyaz tüylü, gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri olmakta ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar uygunsa dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar. Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir. Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar, sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip, kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her tipi zengin bir varyasyon potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.
Tavşan tipinin kendi içinde, beyaz tüylü,
gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı
gibi çeşitlenmeleri olmakta ve bu farklı
çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar
uygunsa dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar.
Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir.
|
Charles Darwin ve takipçilerinin asıl aydınlatması gereken konu işte budur. Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında, konuya ilişkin tek bir somut delil sunamamış, sadece spekülasyon yapmıştır. Charles Darwin, oğlu Francis Darwin tarafından yayımlanan Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları adlı kitapta yer alan bir mektubunda, bu gerçeği şöyle itiraf etmiştir:
"Bir türün diğerine değişimine ilişkin hiçbir kayıt yoktur... Tek bir türün değiştiğini kanıtlayamayız."
Darwin zaman içinde ve bilimsel araştırmaların ilerlemesiyle, söz konusu sorunun yanıtlarının bulunacağını, tür oluşumunun delillendirileceğini umuyordu. Ama aksine, bilimsel bulgular her defasında Darwin'i yalanladı. Aradan geçen yaklaşık 150 yılda evrimcilerin tüm çabalarına rağmen, evrimsel mekanizmalarla türleşme, delil ve dayanaktan yoksun bir iddia olarak kaldı.
Burada bazı evrimcilerin konuya ilişkin samimi itiraflarına yer verilecektir.
Dikkat çekicidir ki, türleşme, evrim teorisinin bel kemiği olmasına karşın büyük ölçüde karanlık bir kavramdır. (Daha doğrusu, evrimciler çarpıttıkları mikro evrim ve varyasyon örnekleri dışında bir bilgiye sahip değildirler.) Örneğin, Indiana Üniversitesi biyologları Troy Wood ve Loren Rieseberg 1999 tarihli makalelerinde, tür oluşumunu sağlayan biyolojik mekanizmalar hakkında çok az şey bilindiğini açıklar. Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Profesör Gareth Nelson ise, aynı konuyu şu ifadelerle anlatır: "Tür problemi yıllardır devam etmekte ve türleşme her zaman olduğu gibi bir kara kutu olarak kalmaktadır."
Cornell Üniversitesi Profesörü Richard Harrison, 2001 yılında Nature dergisinde yayınlanan bir makalesinde, konuya ilişkin son durumu şöyle dile getirmiştir:
"Doğal topluluklar çok büyük bir tür çeşitliliğini barındırır... Peki ya çeşitliliğin kökeni? Türleşme işlemi evrimsel biyolojinin merkezi olmasına rağmen, yeni türlerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin çok az şey yazıldı."
Aslında bu konuda "çok az şey yazılması" şaşırtıcı değildir. Zira bilimsel bulgular, bir türden başka bir türe dönüşümün mümkün olmadığını, değişimin sadece tür içinde ve belirli sınırlar dahilinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bugüne kadar evrimsel mekanizmalarla elde edilmiş hiçbir gözlenebilir türleşme örneği yoktur. Evrimci biyologlar Darren Irwin, Staffan Bensch ve Trevor Price, 18 Ocak 2001 tarihli Nature dergisindeki makalelerinde, bunu şöyle itiraf ederler:
"Tek bir türün iki ayrı türe evrimsel açılımı (tür oluşumu), doğada direkt olarak hiçbir zaman gözlemlenmemiştir."
Pittsburgh Üniversitesi Antropoloji Profesörü Jeffrey Schwartz, 2000 yılında yayınlanan Ani Başlangıçlar: Fosiller, Genler ve Türlerin Ortaya Çıkışı isimli kitabında, aynı gerçeği vurgular:
"Bununla birlikte, durum hala şöyledir: Dobzhansky'nin yeni bir meyve sineği türüne dair iddiası (ki bu da bir varyasyon örneğidir) hariç tutulursa, herhangi bir mekanizma ile yeni bir türün oluşumu hiçbir zaman gözlemlenmemiştir."
Türleşmeyi kanıtlamak için, yaklaşık yetmiş
yıldır meyve sinekleri yetiştirilmiş, bunlar
sürekli olarak mutasyona uğratılmıştır.
Ancak hiçbir evrimsel değişim yaşanmamış,
hiçbir türleşme vakasına rastlanmamış, meyve
sineği yine meyve sineği olarak kalmıştır.
|
Bu gerçekler karşısında, bazı evrimciler: "Evrim yoluyla türleşmeyi gözlemleyemiyoruz, çünkü evrimsel mekanizmalar ancak çok uzun zaman içinde etkili olur. Bu yüzden türleşme, doğada veya laboratuvarda gözlemlenemez" gibi bir açıklama öne sürerler. Ancak bu da hiçbir bilimsel temeli olmayan bir avuntudan başka bir şey değildir. Çünkü meyve sinekleri ya da bakteriler gibi yaşam süreleri çok kısa olan ve dolayısıyla tek bir bilim adamının bile binlerce neslini gözlemleyebildiği canlılarda da hiçbir türleşme vakası görülmemiştir.
Bugüne kadar çeşitli mikroorganizma ve hayvan türleri üzerinde yapılan sayısız deney ve araştırma, evrimcilerin hayallerini yerle bir etmiştir. Bir evrimci olan, Wired dergisi Editörü ve All Species Vakfı Başkanı Kevin Kelly bunu şöyle anlatır:
"Yoğun bir gözleme rağmen, kayıtlı tarihte, doğada hiçbir yeni türün ortaya çıktığına tanık olmadık. Ayrıca, işin en ilginci, hayvan yetiştiriciliğinde hiçbir yeni hayvan türünün ortaya çıktığını da görmedik. Türleşmeyi sağlamak için sinek popülasyonlarına küçük ve büyük baskıların kasten uygulandığı meyve sineği araştırmalarında, yüz milyonlarca nesilde hiçbir yeni meyve sineği türünün oluşmaması da buna dahildir... Doğada, yetiştiricilikte ve yapay hayatta, varyasyonun ortaya çıkışını görürüz. Ancak büyük değişimin yokluğu ile birlikte, varyasyon limitlerinin dar bir alanda ve çoğu kez türün kendi içinde sınırlanmış olarak göründüğünü de açıkça fark ederiz."
Türleşmeyi kanıtlamak için, yaklaşık yetmiş yıldır meyve sinekleri yetiştirilmiş, bunlar sürekli olarak mutasyona uğratılmış; ancak hiçbir evrimsel değişim yaşanmamış, hiçbir türleşme vakasına rastlanmamış, meyve sineği yine meyve sineği olarak kalmıştır. Aynı şekilde, Escherichia coli bakterisi üzerinde yıllardır yapılan deney ve araştırmalarda, başka bir bakteri türü veya çok hücreli bir canlı türü ortaya çıkmamış; Escherichia coli yine Escherichia coli olarak kalmıştır.
Kaldı ki evrimcilerin sıkıntısı bunlarla da sınırlı değildir. Zira fosil kayıtları türleşme kavramını kesinlikle reddetmektedir. Fosil kayıtlarında, Darwinizm'e göre yaşamış olması gereken sayısız "ara tür"e ait hiçbir belirti yoktur. Bu fosillerin ileride bulunabileceğini düşünen Darwin'in görüşünün yanlış olduğu kesinlikle anlaşılmıştır. Evrimciler günümüzde "türleşme fosil kayıtlarında görülemeyecek kadar hızlıdır" şeklinde bir bahane ileri sürmekte; daha doğrusu böyle bir avuntunun arkasına saklanmaktadırlar.
İngiliz biyologlar Paul Pearson ve Katherine Harcourt-Brown, türleşmenin fosil kayıtlarında görülmediğini üstü kapalı olarak şöyle ifade ederler:
"Türleşmeyi, biyolojik anlamda, fosil kayıtlarında teşhis etmek oldukça güçtür... Fosil kayıtları türleşme işlemlerine dair anlayışımıza az miktarda katkıda bulunmaktadır."
Kısacası, türlerin kökeni, tür oluşumu ve hayatın çeşitliliği gibi konular, evrim teorisinin iddia ettiği gibi doğal süreçler ve rastlantısal etkilerle açıklanamaz. Dahası, bilimsel bulgular Darwinizm'in bilim dışı ve gerçek dışı bir teori olduğunu kanıtlamaktadır. Günümüzde pek çok bilim adamı bunun bilincindedir. Ancak bilim dünyasından dışlanmak korkusuyla, az sayıda biyolog görüşlerini açıkça dile getirmektedir. Bunlardan biri Massachusetts Üniversitesi'nden tanınmış bir profesör olan Lynn Margulis'tir. Margulis Darwinizm'in konuya ilişkin iddialarının "tamamen yanlış" olduğunu belirtmektedir.
Margulis'in bu konudaki görüşlerine Kevin Kelly'nin Out of Control: The New Biology of Machines (Kontrol Dışı: Makinaların Yeni Biyolojisi) isimli kitabında şöyle yer verilmiştir:
Escherichia coli bakterisi üzerinde yıllardır
yapılan deney ve araştırmalarda, başka bir
bakteri türü veya çok hücreli bir canlı
türü ortaya çıkmamış; Escherichia coli yine
Escherichia coli olarak kalmıştır.
|
Minnesota Üniversitesi Ekoloji, Evrim ve Davranış Bölümü Profesörü David Tilman'ın, 11 Mayıs 2000 tarihli Nature dergisinde yayınlanan şu sözü konuyu çok iyi özetlemektedir: "Dünyadaki muazzam tür çeşitliliğinin varlığı bir sır olarak kalmaktadır."
Sonuç olarak, türlerin kökeni ve çeşitliliği evrimciler için hala cevapsızdır. Evrimciler eğer bunun cevabını bulmak istiyorlarsa, Darwinist aldatmaca ve safsatalara inanmaktan vazgeçmek ve şu gerçeği kabul etmek zorundadırlar: Her canlı tipini zengin bir varyasyon potansiyeli ile yaratan, sonsuz güç, bilgi ve akıl sahibi olan Allah'tır.
Yaratmak yalnızca Allah'a mahsustur. Bu gerçeği inkar edenlerin, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, elde edeceklerinin sadece hüsran olacağı bir ayette şöyle ifade edilir:
Ey insanlar, (size) bir örnek verildi;
şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta
olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler
dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer
sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan
geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac
Suresi, 73)
4. BÖLÜM:
GALAPAGOS İSPİNOZLARININ GERÇEK HİKAYESİ
Charles Darwin'in hayatını anlatan veya evrim teorisinin tarihi gelişimini konu alan kitaplara bakıldığında, Büyük Okyanus'taki Galapagos Adaları'na özel bir önem verildiği görülür. Hatta bazı biyoloji ders kitaplarında bile bu adalardan bahsedilir. Bunun nedeni, Galapagos'un, teorisini tasarlama aşamasında Darwin'e ilham kaynağı olmasıdır. Söz konusu adalar, evrimciler tarafından, evrim teorisinin temelinin atıldığı yer ve "Darwin'in laboratuvarı" olarak tanıtılır. 20. yüzyıldaki yoğun Darwinist propagandanın sonucunda, bu adalar yaygın bir ün kazanmıştır.
H.M.S. Beagle adlı
keşif gemisi.
|
Galapagos Adaları Güney Amerika kıtasının batısındaki Ekvador sahillerinin 1000 kilometre kadar açığında yer alır; birbirlerine yakın mesafedeki büyüklü küçüklü adalardan oluşur. Bu adaların tümü volkanik kökenlidir; birkaç milyon yıl önce, yanardağ püskürmeleri sırasında yeryüzüne çıkan lav ve magmadan meydana gelmiştir.
Darwin, H.M.S. Beagle adlı keşif gemisi ile beş yıl süren gezisi sırasında, 1835 yılında Galapagos'ta konaklamış ve birkaç hafta boyunca çeşitli gözlemler yapmıştır. Ana karadan bir hayli uzaktaki bu adaların zengin bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği Darwin'i etkilemiştir.
Galapagos çok sayıda farklı bitki ve hayvan türünü bir arada barındıran bir bölgedir. Burada çeşitli tropikal ağaç, bitki ve çiçekler bulunmakta; ispinozlar, flamingolar, penguenler, dev kaplumbağalar, iguanalar, ayıbalıkları, kelebekler, böcekler, 100'e yakın kuş türü, çeşitli sürüngen ve memeliler yaşamaktadır. Bu adalarda yaşayan bitkilerin %42'si, kara kuşlarının %75'i, sürüngenlerin %91'i ve memelilerin tümü Galapagos'a özgüdür; dünyanın başka hiçbir bölgesinde doğal olarak yaşamamaktadır.
Galapagos'u Darwinizm'in başlıca sembollerinden biri haline getiren ise, buraya özgü ispinoz kuşları olmuştur. Galapagos Adaları'nda 13 ispinoz kuşu türü, Galapagos'un yaklaşık 600 kilometre kuzeydoğusundaki Cocos Adası'nda da 1 ispinoz türü yaşamaktadır. Toplam bu 14 ispinoz türü, bilimsel literatürde Galapagos ispinozları veya "Darwin ispinozları" şeklinde adlandırılır. Galapagos ispinozları 7 ile 15 santimetre arasındaki çeşitli uzunluklarda, genellikle koyu ve mat renkli tüylere sahip, oldukça uysal ve kısa mesafeli uçuşlar yapan kuşlardır. Her ne kadar 14 ayrı tür olarak sınıflandırılsalar da birbirlerine çok benzerler; benzer vücut şekline, renklere ve alışkanlıklara sahiptirler. Kuş uzmanları özellikle gaga şekli, gaga büyüklüğü ve vücut büyüklüğüne bakarak bunları ayırt ederler.
Söz konusu kuşların Darwin'i derinden etkilediği, bazı biyoloji ders kitaplarında şöyle dile getirilir:
"İspinozlar, doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisini geliştiren Darwin'e yol göstermede büyük bir rol oynadı."
"13 ispinoz türünün gagaları ve gıda kaynakları arasındaki uygunluk, evrimin onları şekillendirdiğini Darwin'e derhal telkin etti."
"Darwin bu ispinozlar arasındaki gaga büyüklüğü ve beslenme alışkanlıkları farklılıklarını, atalarının Galapagos Adaları'na göç etmesinden sonra meydana gelen evrime dayandırdı."
Darwin'den bu yana evrimciler, günümüzdeki Galapagos ispinozlarının geçmişte Güney Amerika'dan gelen bir türden evrimleştiğini iddia ederler. Bu kuşları her fırsatta "doğal seleksiyon yoluyla evrimleşmenin bir örneği" olarak kullanır, evrimin en çok tanınan "delil"lerinden biri olarak sunarlar. Dahası, South Carolina Üniversitesi'nden Timothy Mousseau ve Nebraska Üniversitesi'nden Alexander Olvido'nun belirttiği gibi, bu ispinozları, biyoçeşitliliğin evrimsel gelişiminin bir kanıtı olarak kullanırlar.
Evrimciler tek bir türün değişik ortamlara yerleşmesi sonucunda çeşitli formların ortaya çıkması sürecini "uyumsal açılım" veya "uyumsal dallanma" şeklinde adlandırırlar. "Galapagos adalarında yaşayan ispinozların evrimleşmesi" hikayesini bunun klasik örneklerinden birisi olarak tanıtır; hatta daha da ileri giderek söz konusu vakanın günümüzde gözlenebilir olduğunu iddia ederler.
Kitaplarında evrim teorisine geniş yer ayıran Hacettepe Üniversitesi Profesörü Ali Demirsoy, Galapagos ispinozlarının "açılan evrim"in ya da diğer adıyla "uyumsal açılım"ın "iyi bir örneği" olduğunu şöyle ifade eder:
"Uyumsal açılımı daha küçük ölçüde, Galapagos takım adalarında yaşayan ve evrimsel açılıma her zaman iyi bir örnek olarak verilen, ispinoz kuşlarında görmek mümkündür. Bu kuşların bir kısmı topraküstü kuşudur, tahıl ve tohumla; bazıları ağaçta yaşar, böceklerle; bazıları kaktüslerde yaşar, onların tohumlarıyla beslenir. Aynı kökten gelen bu kuşlar, gaga büyüklüğü ve şekli bakımından, dikkati çekecek ölçüde uyumsal açılım gösterir.
"Life Sciences Ansiklopedisi'ne göre ise, Darwin ispinozları, "uyumsal açılımın ve faaliyet halindeki evrimin en önemli örneğidir."
Bu bölümde, Darwin'in ve takipçilerinin Galapagos ispinozlarına ilişkin yanılgıları ele alınacak; bu kuşların evrim teorisine delil olacak hiçbir yönünün olmadığı bilimsel verilerle ortaya konacaktır.
Öncelikle, bu kuşların bilimsel literatürdeki sınıflandırılmasına kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Galapagos'taki altı ispinoz türü ise "ağaç ispinozları"dır. Vejetaryen ispinoz (Platyspiza crassirostris) hariç bunların tümü böceklerle karınlarını doyururlar. Ağaçkakan ispinozu (Cactospiza pallida) gagasında tuttuğu kaktüs dikenini kullanarak böcekleri gizlendikleri yerlerden dışarı çıkarır. Mangrov ispinozu (Cactospiza heliobates) bataklıklardaki böcekleri yakalamak için kalın ve düz gagasını kullanır. Ağaç ispinozlarının diğer üç türü, büyük ağaç ispinozu (Camarhynchus psittacula), orta ağaç ispinozu (Camarhynchus pauper) ve küçük ağaç ispinozu (Camarhynchus parvulus) şeklinde adlandırılır. Vejetaryen ispinoz kalın, kısa ve hafif kavisli gagası ile yaprak, tomurcuk, meyve ve çiçek yer.
Çalıbülbülü ispinozu (Certhidea olivacea) küçük ve ince gagalıdır; avladığı böceklerle beslenir. Cocos ispinozu (Pinaroloxias inornata) ise Galapagos Adaları'nın dışında yaşayan tek türdür; bu türün başlıca besin kaynağı yerdeki ve ağaçlardaki böceklerdir.
Burada önemli olan, her bir ispinoz türünün beslenme ihtiyacını tam olarak karşılayacak gaga yapısıyla donatılmış olmasıdır. Galapagos ispinozlarının gagaları farklı işler için özel olarak tasarlanmış pense ve kerpetenlere benzetilebilir.
Gerçekten de Darwin gezisinden çok sonra ispinozlara önem vermişti. Galapagos'tayken bu canlıları ilgiye çok değer bulmamış; 13 türden 9'unun örneklerini toplamakla yetinmişti. Bunlardan sadece altısını ispinoz, diğerlerini ise çeşitli kuşlar olarak tanımlamış; diğer bir deyişle ispinoz türlerini tam anlamıyla ayıramamıştı. Ayrıca gaga şekli ve beslenme alışkanlıkları arasındaki bağlantıyı kuramamış; hangi kuş örneğinin hangi adaya özgü olduğunu bile not etmemişti. Illinois Üniversitesi'nden Michaela Hau ve Martin Wikelski'nin ifade ettikleri gibi, "Darwin Galapagos takımadaları ziyareti sırasında, bu ihmal yüzünden ispinozların daha sonra geliştirdiği teori için potansiyel öneminin farkına varmadı."
İngiltere'nin tanınmış kuş uzmanı John Gould, Darwin'in topladığı ispinoz örneklerini 1837'de detaylı olarak inceledi. Gould'un vardığı sonuç, bu kuşların tamamen Galapagos'a özgü olduğu ve Darwin'in kayıtlarının çoğunun yanlış olduğuydu. Beagle'daki mürettebatın yakaladığı ispinozlar ve tuttukları düzenli kayıtların incelenmesi, Darwin'in hatalarını gün ışığına çıkardı.
Bilim tarihçisi Frank Sulloway ise, bu kuşların beslenme alışkanlıkları ve coğrafi dağılımı hakkında, Darwin'in sadece sınırlı ve büyük ölçüde yanlış bir düşünceye sahip olduğunu açıkladı. Galapagos ispinozlarının Darwin'i evrimin bir kanıtı olarak etkilediği iddiasına ilişkin, Sulloway şunu ifade etti: "Hiçbir şey doğruluktan (bundan) daha uzak olamaz."
Kısacası Darwin, gezisinden uzun yıllar sonra ispinozların evrimin bir örneği olabileceği sonucuna ulaşmıştı. Bunu yaparken de eksik ve hatalı verilere dayanmıştı.
Bu noktada şu gerçeği de belirtmek yerinde olacaktır. Galapagos ispinozlarını efsaneleştiren gerçekte Darwin değil, 20. yüzyıl evrimcileridir. "Darwin ispinozları" kavramını ilk defa 1936'da Percy Lowe kullanmıştır. Bunu yaygınlaştıran ise kuşbilimci David Lack olmuştur. Lack'ın 1947 tarihli Darwin İspinozları adlı kitabı, bu alandaki evrimci propagandanın bayraktarlığını yapmıştır.
Neo-Darwinizm'in bu iddiaları desteklemesiyle de Darwin ispinozları herkesin tanıdığı bir hikaye haline gelmiş; ispinozlar, evrimci biyologlar tarafından en çok incelenen kuş familyası olmuştur.
Geçtiğimiz yüzyıl içinde Galapagos ispinozları üzerine yapılan evrimci araştırmaların önemli bir nedeni daha vardı. Darwin Türlerin Kökeni'nde, doğal seleksiyon yoluyla yeni türlerin ortaya çıkışının çok ağır işleyen bir süreç olduğunu; dolayısıyla bunun gözlemlenemeyeceğini ancak çıkarım yapılarak anlaşılabileceğini yazmıştı. Bu durum ise gelişen bilim standartlarınca kabul edilebilir bir şey değildi. Neo-Darwinistler evrimin bilimsel olduğu iddialarını sürdürebilmek için yeni "delil" arayışları içine girdiler. İşte bu noktada Galapagos ispinozları hikayesi onlara kurtarıcı gibi göründü.
Böylece bu kuşlar kapsamlı araştırmaların odak noktası oldular. Çeşitli evrimciler gözlemlerine dayanarak açıklamalar yaptılar. David Lack, Nisan 1953 tarihli Scientific American dergisindeki makalesinde, Galapagos'taki kuşların evriminin yakın geçmişte gerçekleştiğini, hatta türler arasındaki ayırımların kanıtının hala görülebildiğini, dolayısıyla Galapagos'un müstesna bir yer olduğunu iddia etti. Bir başka evrimci, Peter Grant ise, Galapagos ispinozlarının evriminin halen devam ettiğini öne sürdü.
Söz konusu ispinozlar hakkındaki makale ve yazıların çoğunda Peter ve Rosemary Grant isimlerine rastlamak mümkündür. Bu iki araştırmacı "evrimin ispinozlar üzerindeki etkilerini" görmek amacıyla ilk defa 1973 yılında Galapagos Adaları'na gitmiş ve günümüze kadar çok detaylı gözlem ve araştırmalar yapmışlardır. Bu nedenle "Darwin ispinozları uzmanları" olarak anılırlar.
Peter Grant ve eşinin, Galapagos Adaları'ndaki
çalışmalarına büyük emek verdikleri bir
gerçektir. Ne var ki saha çalışmalarındaki
özen ve titizliği, sonuçları değerlendirme
aşamasında göstermemişlerdir. Bulguları,
bilime göre değil de evrimci ön kabullere
göre yorumlamaya kalkıştıkları için de büyük
hataya düşmüşlerdiri.
|
Bu şekilde, nesilden nesile yaklaşık yirmi bin ispinozu düzenli olarak takip ettiler. Bu adada insanların ve yırtıcı hayvanların bulunmaması ve söz konusu ispinozların evcil denebilecek kadar uysal olmaları işlerini kısmen kolaylaştırdı. Bunlara ek olarak, Profesör Grant ve eşi adaya düşen yağış miktarını da sürekli olarak ölçtüler.
Galapagos ispinozlarına ilişkin araştırmaların büyük bir bölümü laboratuvarda değil, kuşların doğal yaşam ortamlarında yapıldı. Peter-Rosemary Grant ve yardımcıları kuşları çeşitli iklim koşullarında gözlediler ve sözde evrimin kuşlar üzerindeki etkilerini tespit etmeye çalıştılar. Dikkat edin, bu çalışmalarda görev alan bütün araştırmacılar hayatın ve canlıların, evrimin bir sonucu olduğuna inanmış kişilerdi ve sıkı sıkıya bağlı oldukları bu inancı gözlemleri ile delillendirmek için yola çıkmışlardı.
Bu noktada Galapagos'taki iklim şartlarından kısaca bahsetmek uygun olacaktır. Bu adalarda genellikle Ocak'tan Mayıs'a kadar sıcak ve yağmurlu bir mevsim yaşanır; diğer aylarda ise daha serin ve daha kuru bir mevsim hüküm sürer. Bununla birlikte sıcak ve yağmur mevsiminin başlangıcı ile toplam yağış miktarı seneden seneye büyük farklılıklar gösterebilir. Ayrıca bölgede 2 ile 11 yıl arasında düzensiz aralıklarda, değişik şiddetlerde meydana gelen ve "El Niño" olarak adlandırılan atmosferik olay da iklim dengelerini değiştirir. El Niño döneminde Galapagos'a aşırı derecede yağmur yağar; bunu takip eden seneler ise çoğunlukla yağışsız ve kurak geçer.
Yağış miktarı, tohumlarla beslenen yer ispinozları açısından hayati bir önem taşır. Bol yağış alan senelerde, yer ispinozları gelişmek ve üremek için gereksinim duydukları tohumları rahatlıkla temin edebilirler. Ancak kurak yıllarda adadaki bitkilerin ürettiği tohum miktarı sınırlı ve yetersiz kalabilir; bunun sonucunda da bazı ispinozlar ölürler.
Grant ve çalışma arkadaşları 1976'da Daphne Major Adası'nın normal, 1977'de ise bunun sadece beşte biri oranında yağış aldığını ölçtüler. 1976'nın ortasından Ocak 1978'de yağışlar tekrar başlayana kadar geçen 18 aylık kurak dönemde, adadaki tohumların büyük ölçüde azaldığını ve pek çok yer ispinozunun ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Öyle ki yer ispinozu popülasyonu bir önceki senenin %15'i oranına düşmüştü. Yok olan kuşların büyük bölümünün öldüğünü, az bir kısmının ise göç ettiğini varsaydılar.
Grant ve ekibi önemli bir gözlem daha yaptılar. Kuraklığın ardından hayatta kalan ispinozların normalden biraz daha büyük vücutlara ve biraz daha geniş gagalara sahip olduklarını kaydettiler. Adadaki yer ispinozlarının 1977'deki ortalama gaga derinliği 1976'daki ortalamaya göre yaklaşık yarım milimetre, yani %5 daha büyüktü. (Gaga derinliği, gaganın gövdeye birleştiği noktada gaganın en üstü ile en altı arasındaki mesafedir.) Adı geçen araştırmacılar buradan hareketle, doğal seleksiyonun yalnızca küçük tohumlarla beslenen ispinozları ayıkladığını; büyük ve sert tohumların kabuklarını kırarak açabilen büyük gagalı ispinozların ise hayatta kaldığını öne sürdüler.
Peter Grant, Ekim 1991 tarihli Scientific American dergisindeki makalesinde, söz konusu araştırmanın evrimin doğrudan doğruya bir kanıtı olduğunu ilan etti. Grant'a göre, orta yer ispinozunu büyük yer ispinozuna dönüştürmek için 20 seleksiyon vakası yeterliydi; kuraklığın on yılda bir gerçekleştiği varsayılırsa da, bu dönüşüm 200 yıl gibi çok kısa bir sürede meydana gelebilirdi. Tahminine hata payını da ekleyerek bunun 2000 yıl da sürebileceğini, ancak kuşların adalarda olduğu süre göz önüne alınırsa bu rakamın bile çok kısa olduğunu savundu. Doğal seleksiyonun orta yer ispinozunu kaktüs yer ispinozuna dönüştürmek için ise, daha uzun zamana ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Grant sonraki makalelerinde de iddialarını yineledi; ispinozların, Darwinizm'i doğruladığına ve doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğinin bir kanıtı olduğuna dair iddialarını ısrarla sürdürdü.
Bu açıklamalar, evrimci çevrelerde bir kurtuluş olarak görüldü; deney ve gözlemler karşısında daima başarısızlığa uğrayan doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin delili olarak sunuldu. Grant'lerin araştırmaları, Jonathan Weiner'in İspinozun Gagası adlı Pulitzer ödülü alan kitabının teması oldu. Weiner, 1994 baskılı kitabında, gagadaki bu değişimi "Darwinci sürecin gücünün şimdiye kadar en iyi ve en ayrıntılı kanıtı" olarak tanıttı. Yine Weiner'e göre, ispinozun gagası "evrimin bir ikonu"ydu. Bu kitap ile birlikte Peter ve Rosemary Grant, Darwinizm'in birer kahramanı haline geldiler.
Profesör Grant ve ekibinin Galapagos Adaları'ndaki çalışmalarına büyük emek verdikleri bir gerçektir. Ne var ki saha çalışmalarındaki özen ve titizliği, sonuçları değerlendirme aşamasında göstermemişlerdir. Bulguları bilime göre değil de, evrimci önkabullere göre yorumlamaya kalkıştıkları için de büyük hataya düşmüşlerdir.
Şimdi Grant başta olmak üzere evrimcilerin konuya ilişkin yanılgılarını ele alalım.
Evrimci araştırmacıların ispinoz gagalarındaki dalgalanmayı evrime bağlamaları, bilimsel değil tamamen ideolojik bir çabadır. |
Grant ve çalışma arkadaşları 1982-1983'te buna benzer bir duruma şahit olmuşlardır. Yağışlarla birlikte tohumlar bollaşmış ve yer ispinozlarının gaga büyüklüğü ortalaması 1977 kuraklığı öncesindeki değere geri dönmüştür. Bu durum, gaga büyüklüğünün düzenli bir artış göstereceği beklentisi içinde olan evrimci araştırmacıları şaşırtmıştır.
Galapagos ispinozlarının gaga büyüklüğü ortalamasındaki değişim şundan ibarettir: Tohumların az olduğu kuraklık yıllarında, normalden biraz daha büyük gaga ölçüsüne sahip kuşlar, daha güçlü gagalarıyla kalan sert ve büyük tohumları açabilmektedir. İspinoz popülasyonu içindeki küçük gagalı ve güçsüz bireyler, çevre şartlarına uyum sağlayamadığı için ölmekte; böylelikle gaga büyüklüğü ortalaması artmaktadır. Küçük ve yumuşak tohumların bol olduğu yağışlı dönemlerde ise bu durum tersine dönmektedir; bu kez daha küçük gagalara sahip olan yer ispinozları ortama daha iyi uyum sağlamakta ve sayıca çoğalmaktadır; böylece gaga büyüklüğü ortalaması normale geri dönmektedir. Nitekim Peter Grant ve öğrencisi Lisle Gibbs, Nature dergisinde 1987 yılında yayımlanan makalelerinde bu durumu itiraf etmişlerdir.
Kısacası, bulgular evrimsel değişim diye bir şeyin olmadığını açıkça göstermektedir. Gaga büyüklüğü ortalaması mevsimlere göre sabit bir değerin etrafında bazen biraz artmakta, bazen de biraz azalmakta, diğer bir deyişle dalgalanmaktadır. Sonuç olarak ortada net bir değişim söz konusu değildir.
Bu gerçeği fark eden Peter Grant, "doğal seleksiyona maruz kalan popülasyonun (duvar saati sarkacı gibi) ileri ve geri salınım yaptığını" ifade etmiştir. Bazı evrimci araştırmacılar da doğal seleksiyonun birbirine zıt iki yönde de hareket ettiğini dile getirmektedirler.
Herkes bilir ki bir duvar saati sarkacı ne kadar uzun süre salınım yaparsa yapsın, yine de net bir ilerleme kaydedemez. Bu saatin sarkacını milyonlarca sene mükemmel bir şekilde çalıştırsanız bile durum değişmeyecektir.
South Carolina Üniversitesi'nden Astronomi ve Fizik Profesörü Danny Faulkner, ispinoz gagalarındaki dalgalanmanın evrimin bir delili olamayacağını şöyle ifade eder:
"Eğer bir yönde mikro evrim varsaymışsanız ve daha sonra durum tam tamına başladığı eski haline geri dönerse, bu evrim değildir, olamaz."
İşte Galapagos ispinozları gaga ortalamasının besin kaynaklarına göre azalması veya artmasının, bundan hiçbir farkı yoktur. Evrimci araştırmacıların ispinoz gagalarındaki dalgalanmadan yola çıkarak evrim teorisine bir kanıt bulduklarını sanmaları tamamen ideolojiktir.
Wells, Darwinistlerin böyle yöntemlere sık sık başvurduğunu belirtir ve örnek olarak Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayımladığı bir kitapçıktaki ifadelere yer vererek şu yorumu yapar:
"Ulusal Akademi tarafından yayımlanan bir 1999 kitapçığı Darwin ispinozlarını, türlerin kökeninin "özellikle ikna edici bir örneği" olarak tanımlar. Kitapçık Grant'ler ve çalışma arkadaşlarının şunu gösterdiğini açıklayarak devam eder: "Adalardaki tek bir yıl kuraklık ispinozlarda evrimsel değişimleri harekete geçirebilir. Eğer kuraklıklar adalarda her on yılda bir meydana gelirse, yeni bir ispinoz türü yaklaşık 200 yılda ortaya çıkabilir." İşte bu kadar. Kuraklıktan sonra seleksiyonun tersine döndüğünden, uzun dönemde hiçbir evrimsel değişim meydana getirmediğinden bahsederek okuyucunun kafasını karıştırmaktan ziyade, kitapçık bu gerçeği açıkça atlıyor. 1998'de bir hisse senedinin değerinin %5 arttığı için hisse senedinin yirmi yılda iki katına çıkabileceğini iddia eden, ancak 1999'da %5 değer kaybettiğinden bahsetmeyen bir borsacı gibi, kitapçık kanıtın çok önemli bir bölümünü gizleyerek halkı aldatmaktadır."
Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi gibi saygın ve güvenilir bilinen bir kurumun, ispinozlardan doğal seleksiyon ve evrime delil çıkarma girişiminde kullandığı aldatmaca hayret vericidir. Berkeley Üniversitesi Profesörü Phillip Johnson, konuyla ilgili olarak Wall Street Journal'daki makalesinde şunu dile getirmiştir:
"Önde gelen bilim adamlarımız bir borsacıyı hapishaneye düşürecek tarzdaki bir tahrife başvurmak zorunda kaldıklarında, onların zor durumda olduğunu anlarsınız."
Özetle "doğal seleksiyonla evrimin en etkileyici örneklerinden biri" olduğu iddia edilen Galapagos ispinozları hikayesi, açık bir aldatmacadır. Aynı zamanda evrimcilerin her türlü bilim dışı yönteme başvurduklarını gösteren yüzlerce örnekten biridir.
Daphne Major adasında üç tür ispinoz yaşamaktadır. Orta yer ispinozları ve kaktüs ispinozları bu adanın daimi sakinleridir. Üçüncü bir tür olan küçük yer ispinozu, bu adayı zaman zaman ziyaret etmektedir. Grant ve arkadaşlarının gözlemlerine göre, orta yer ispinozu diğer iki tür ile bazen çiftleşmektedir; kaktüs ispinozları ve küçük yer ispinozları ise birbirleriyle çiftleşmemektedir. Burada dikkat çekici olan nokta şudur: Meydana gelen melezlerin hayatta kalma oranı "safkan" ispinozlara göre daha yüksektir ve melezler daha çok yavru yapmaktadır. Profesör Grant, bu bulgular ışığında söz konusu üç farklı ispinoz türünün zamanla kaynaşarak tek bir türün oluşabileceğini açıklamış ; bu sürecin yüz ile iki yüz yıl alabileceğini tahmin etmiştir.
Bu durum, şüphesiz, Galapagos'ta yaşayan ispinozların uyumsal açılım ve açılan evrimin ürünü olduğunu öne süren Darwinizm ile çelişmektedir. Zira gözlemlenen, ortak bir atadan farklı kuş türlerinin ortaya çıkması değil, farklı kuş gruplarının birbirine benzer duruma gelmesidir.
Daphne Major'da yaşanan bu durum diğer adalar için de geçerlidir. Farklı türlere mensup ispinozlar kimi zaman aralarında çiftleşmekte ve melez yavrular dünyaya getirmektedirler. Bu olgu, ilk bakışta önemsiz gibi görünebilir; ancak Galapagos ispinozlarını 14 ayrı tür olarak sınıflandıran evrimciler açısından büyük bir rahatsızlık unsurudur.
Galapagos Adaları'ndaki farklı ispinoz gagaları bir varyasyon örneğidir ve türlerin evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz. |
Bu noktada tür tanımını bir kere daha hatırlatmak yerinde olacaktır. Tür, doğada yalnız kendi aralarında çiftleşebilen, yapısal ve işlevsel özellikleri birbirine benzer bireylerden oluşan bir popülasyon olarak tanımlanır. Yani bir tür sadece kendi aralarında çiftleşen ve kendi popülasyonları dışındaki diğer canlılarla başarılı biçimde çiftleşemeyen bireylerden oluşur. Bu tanıma göre, Darwin ispinozlarını 14 ayrı tür olarak tanımlamak yanlış olacaktır; zira bunların önemli bir bölümünün aralarında çiftleşebildiği gözlemlenmiştir. Nitekim Profesör Grant, bunların 14 yerine 6 ayrı tür olarak kabul edilebileceğini; hatta yeni araştırmaların bu sayıyı daha da düşürebileceğini itiraf etmiştir.
Galapagos ispinozlarının genetik incelemesi, Grant'in sözünü ettiği bu durumu şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermiştir. İspinozlar üzerinde yapılan çeşitli genetik araştırmalar, bu kuşların arasında genetik farklılık olmadığını kanıtlamıştır.
Örneğin, 1999 yılında, Max Planck Enstitüsü ve Princeton Üniversitesi araştırmacılarının ortak çalışmalarında, Galapagos ispinozlarının geleneksel sınıflandırmasının moleküler seviyede görülmediği açıklanmıştır. Life Sciences Ansiklopedisi de aynı gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Darwin ispinoz türleri arasında kesin bir genetik bariyer olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur."
Sonuç olarak, Galapagos ispinozları gerçekte tek bir türün alt türleridir. Darwin'in Galapagos Adaları'nda gördüğü ve "evrim" sandığı olgu, gerçekte "varyasyon"dur. Söz konusu farklı görünümlere sahip ispinozlar, tek bir türün içindeki çeşitlenmeler ya da diğer bir deyişle varyasyonlardır. Yeni bir türün ortaya çıkması söz konusu değildir.
Burada dikkat çekici olan bir diğer nokta ise şudur: Evrimcilerin ispinozlar üzerinde ısrarla durmaları sebepsiz değildir; çünkü ispinozlar, kuş familyaları arasında en çok varyasyon gösteren gruplardan biridir. Bunun bir sonucu olarak da, varyasyondan evrime delil çıkarma girişimlerinde yaygın olarak kullanılmıştır.
Galapagos ispinozlarında görülen durumun tipik bir varyasyon vakası olduğunu göstermek için şöyle bir örnek verebiliriz: 1967 yılında, Büyük Okyanus'taki Laysan Adası'ndan hepsi aynı türe mensup 100 kadar ispinoz kuşu alınmış ve yaklaşık 500 kilometre uzaklıktaki Southeast Adası'na götürülmüştür. 20 yıl kadar sonra, 1980'li yıllarda yapılan gözlemlerde ise, kuşların gaga yapılarının ilk baştaki durumuna göre farklılık gösterdiği görülmüştür. Bu araştırma ispinozların geniş bir çeşitlenme gösterdiğinin örneklerinden biridir. Not By Chance! kitabının yazarı İsrailli biyofizikçi Dr. Lee Spetner de burada görülen durumun evrim olmadığını, varyasyon potansiyelinin ilk olarak taşınan 100 kuşta zaten var olduğunu belirtmektedir.
Önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi, varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Bir türe ait varyasyonların doğal seleksiyon tarafından seçilmesi de, evrimci biyologların "mikro evrim" adını verdikleri olgudur ve bir tür değişikliği sağlamadığı, yeni genetik bilgi üretmediği için evrim teorisine hiç bir kanıt sağlamaz. Galapagos ispinozları milyonlarca yıl boyunca farklı eşleşmeler ile çiftleşseler ya da değişik iklimsel ortamlara maruz kalsalar, belki ortaya yeni varyasyonlar çıkabilecek, ancak ne olursa olsun yine de ispinoz olarak kalacaklardır.
Kısacası, Darwin ve takipçilerinin 150 yıldır "evrim delili" olarak gördüğü Galapagos ispinozlarındaki varyasyonların, gerçekte evrim teorisine delil oluşturan hiç bir yönü yoktur. Canlı türleri arasında aşılmaz "genetik duvarlar" vardır ve ispinoz gagalarındaki küçük dalgalanmalar, bu duvarların evrim ile aşılabileceğinin hiçbir şekilde delili değildir. Evrimciler Galapagos ispinozları hikayesinden medet ummak yerine, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusuna cevap vermelidirler. Darwinizm'in işte bu soruya verecek akla ve bilime uygun bir yanıtı yoktur; evrim teorisini savunanlar da bu gerçeği aslında gayet iyi bilmektedirler.
Evrime ilişkin önyargı ve önkabullerini bir kenara bırakarak Galapagos'taki canlılara bakan herkes, Agassiz'in gözlemlerine hemen katılacaktır. Düşünün ki okyanusun ortasında, ana karadan bin kilometre uzaktaki bu küçük kara parçasında dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz güzellikte, çeşitlilikte ve zenginlikte bitkiler ve hayvanlar var. Yemyeşil tropikal ağaç ve bitkiler, rengarenk ve göz alıcı kuşlar, çeşit çeşit canlılar, kusursuz tasarımlara ve eşsiz güzelliklere sahip canlılar...
Elbette, normal bir anlayış ve bilgiye sahip olan her insan, renkler, canlılık ve çeşitlilik karşısında büyük hayranlık duyar ve dev okyanusun ortasındaki küçücük bir kara parçası üzerinde muhteşem bir yaratılış sergilendiği sonucuna ulaşır. Beklenen ve doğal olan budur. Şaşırtıcı olan ise, bunları gören Darwin ve takipçilerinin evrim gibi son derece akıl ve bilim dışı bir çıkarım yapmalarıdır. (Kaldı ki bir insanın tüm evrende var olan yaratılış delillerini görebilmesi için Galapagos adalarına gitmesine veya bu adaları konu alan bir doğa belgeseli seyretmesine de gerek yoktur. İnsan kendi bedeninden, başını hafifçe kaldırıp baktığı gökyüzüne kadar her yerde Allah'ın varlığının, gücünün, aklının ve ilminin sayısız delilini görebilir.)
Konumuz olan Galapagos ispinozlarına biraz daha yakından bakalım. Kanat geometrileri, yoğun bitki örtüsünde kısa uçuşlar, sıçrayışlar ve manevralar yapmaya en uygun biçimde tasarlanmıştır. Gaga yapıları, uçuş teknikleri, özel iskelet, solunum, sindirim ve diğer sistemleri, tüylerinin kompleks ve aerodinamik yapısı, yuva yapma teknikleri, duyu organları, avlanma ve beslenme yöntemleri, davranış biçimleri, üreme ve sosyal işlevler sırasında çıkardıkları sesler ve melodiler üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir. Galapagos ispinozlarının sahip olduğu bu özellikler birer tasarım harikasıdır. İspinoz kuşunun tek bir hücresinde, hatta tek bir protein molekülünde bile Allah'ın varlığını kanıtlayan sayısız delil ve mucizevi özellik vardır.
5. BÖLÜM:
SANAYİ DEVRİMİ KELEBEKLERİ YANILGISI
SANAYİ DEVRİMİ KELEBEKLERİ YANILGISI
Sanayi Devrimi kelebekleri üzerine yaptığı araştırmalarla ünlenen İngiliz böcek bilimci Bernard Kettlewell, söz konusu örneği, "herhangi bir organizmada şimdiye kadar somut olarak gözlemlenmiş en çarpıcı evrimsel değişim" şeklinde tanımlar. İngiliz genetik uzmanı Philip MacDonald Sheppard ise, Sanayi Devrimi kelebekleri vakasının "şimdiye kadar insanoğlu tarafından gözlemlenmiş ve kaydedilmiş en göz alıcı evrimsel değişim" olduğunu belirtir. Tanınmış popülasyon genetiği uzmanı Sewall Wright da onun "dikkat çekici evrimsel bir sürecin gerçekten gözlemlendiği en aşikar vaka" olduğunu öne sürer.
Evrim teorisinin ülkemizdeki önde gelen savunucularından Prof. Dr. Ali Demirsoy ise, bu örneğin doğal seleksiyonun "en çarpıcı örneği" olduğunu savunur. Profesör Demirsoy çeşitli kitaplarında yer verdiği Sanayi Devrimi kelebekleri vakasını şöyle anlatır:
"Bu konudaki en ilginç örnek, bir zamanlar İngiltere'de fabrika dumanlarının yoğun olarak bulunduğu bir bölgede yaşayan kelebeklerde (Biston betularia) meydana gelen evrimsel değişmedir. Sanayi Devriminden önce hemen hemen beyaz renkli olan bu kelebekler (o devirden kalma kolleksiyonlardan anlaşıldığı kadarıyla), ağaçların gövdelerine yapışmış beyaz likenler üzerinde yaşıyorlardı. Böylece avcıları tarafından görülmekten kurtulmuş oluyorlardı. Sanayi Devrimiyle birlikte, fabrika bacalarından çıkan siyah renkli kurum vs. bu likenleri koyulaştırınca, açık renkli kelebekler çok belirgin olarak görülür duruma geçmiştir. Bunların üzerinde beslenen avcılar, özellikle kuşlar, bunları kolayca avlamaya başlamıştır. Buna karşın Sanayi Devriminden önce de bu türün popülasyonunda çok az sayıda bulunan koyu renkli bireyler bu renk uyumundan büyük yarar sağlamıştır. Bir zaman sonra popülasyonun büyük bir kısmı koyu renkli kelebeklerden oluşmuştur."
Öncelikle "doğal seleksiyonun klasik bir örneği ve evrimsel biyolojinin muhtemelen en meşhur hikayesi" ile ilgili evrimci iddiaları ele alalım.
Hikayenin Ortaya Çıkışı
18-19. yüzyıllarda İngiltere'de, fabrikaların kurulması ve sanayi tesislerinin çoğalmasıyla, daha önce yaşanmamış bir sorun olan hava kirliliği ortaya çıktı. Aynı zamanda sanayileşmenin olduğu şehirlerin çevresindeki ortamlarda yaşayan bazı bitki ve hayvanların renklerinde farklılıklar kaydedildi. |
Lepidoptera (Kelebekler) takımının Geometridae (Mühendis kelebekleri) ailesine mensup Biston betularia türü kelebeklerdeki renk değişikliği de dikkat çekiciydi. Sanayi Devrimi öncesinde bu tür, büyük bir çoğunlukla üzerinde siyah noktalar olan açık gri renkli bireylerden oluşuyordu. (Bu nedenle "karabiberli kelebek" olarak da adlandırılır.) 1850'li yıllarda söz konusu türün koyu renkli bireyleri azınlıktaydı.
Kimi araştırmacılara göre ilk koyu renkli form 1811'de, kimilerine göre ise 1848'de Manchester civarında yakalanmıştı. Bu türün açık renkli bireyleri "tipik", koyu renklileriyse "melanik" şeklinde adlandırıldı. Daha sonraki yıllardaki gözlemler ise, popülasyon içinde koyu renkli formların çoğunluğu oluşturduğunu ortaya koydu. Öyle ki yüz yıl sonra, 1950'lerde bu bölgedeki kelebeklerin %90'ı melanik yani koyu renkliydi. (Çevre kirliliğini önleyici yasaların yürürlüğe girmesinin ve kirliliğin azalmasının ardından bu durum tersine döndü. Açık renkli bireyler, Sanayi Devrimi öncesinde olduğu gibi, popülasyonun çoğunluğunu teşkil etmeye başladı.)
Açık renkli bireylerden meydana gelen bir canlı popülasyonunun zaman içinde koyu renkli bir hale dönüşmesi olgusu, endüstri melanizmi olarak bilinir. Çoğu gececi kelebeklerde olmak üzere yaklaşık 100 endüstri melanizmi örneği bilimsel literatürde yer alır. Kelebeklerin koyu renkli bir görünüm almalarına yol açan da melanin adlı bir proteindir. Aynı türe mensup iki kelebekten koyu renkli olan açık renkli olana kıyasla daha çok melanin üretir.
Şunu da belirtmek gerekir ki kelebeklerdeki melanizme dair özellikle 19. yüzyıldan kalma istatistik veriler, yetersiz ve bugünün bilimsel standartlarına göre kusurludur. Bu konuda uzun yıllar araştırma yapan iki bilim adamı, William and Mary Üniversitesi'nden Bruce Grant ve Liverpool Üniversitesi'nden Sir Cyril Clarke söz konusu gerçeği şöyle ifade ederler:
Doğal seleksiyon doğada var olmayan bir canlı türünü ortaya çıkaramaz, sadece canlı türlerindeki sakat ya da zayıf olan bireylerin ayıklanmasını sağlar. Sanayi Devrimi kelebeklerinin durumu bu konuda iyi bir örnektir. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan araştırmalara göre değerlendirirsek, Sanayi Devrimi ile birlikte ağaçların renkleri koyulaşmıştır. Dolayısıyla bu ağaçlarda yaşayan kelebeklerden açık renkli olanlar kuşlar için daha kolay görünür hale gelmiş ve kolayca avlandıkları için sayıları azalmıştır. Koyu renkliler ise sayıca artış göstermişlerdir. Elbette ki bu bir evrim değildir. Yeni bir tür oluşmamış, sadece kelebeklerin nüfus oranı değişmiştir. |
Kelebeklerdeki renk değişimini ilk olarak İngiliz Biyolog James William Tutt, 19. yüzyılın sonunda, İngiliz Kelebekleri adlı kitabında inceledi. Tutt'a göre, temiz ormanlık alanlardaki ağaçların gövdelerini örten açık renkli likenler üzerine konan tipik kelebekler daha az fark ediliyor; dolayısıyla kuşlar tarafından avlanmaktan kurtulmuş oluyorlardı. (Likenler, alg ve mantarlardan oluşan simbiyotik bitki topluluğudur.) Sanayi Devriminin ardından (kurum ve asit yağmurunun neden olduğu) kirlilikle beraber likenler ölmüş ve yerlerini renkleri koyulaşmış ağaç gövdelerine bırakmışlardı; böylece melanik formlar daha iyi kamufle olmuşlardı.
Tutt, kelebeklerle beslenen kuşların daha belirgin, daha görülür bir hal alan açık renkli kelebekleri kolaylıkla avladıklarını; melanik formların ise sayıca çoğaldığını ileri sürdü. Diğer bir deyişle, "ortam şartları ve kuşlardan kaynaklanan doğal seleksiyonun neden olduğu evrimleşme" ile söz konusu olayı açıklamaya çalıştı.
J.W. Tutt'un iddiası ilk bakışta akla yatkın görünse de o yıllarda genel bir kabul görmemişti. Bunun nedeni, geceleri uçan gündüzleri ise ağaçlarda dinlenen bu kelebeklerin özellikle kuşlar tarafından avlandığına dair kesin bir kanıt olmamasıydı. Bu durum, böcek bilimci ve kuş bilimcilerin bahsi geçen teoriye şüpheyle bakmalarına yol açmıştı.
1920'li yıllarda, İngiliz Biyolog J.W. Heslop Harrison farklı bir teori geliştirdi. Bu teoriye göre hayvanlardaki melanizm, doğrudan doğruya havadaki kimyasal maddelerden kaynaklanıyordu. Harrison metalik tuz içeren yapraklarla beslediği çeşitli kelebek larvalarından melanik formlar ürettiğini açıkladı. Harrison'un iddiası, Darwinizm'e karşı bir "meydan okuma" olarak değerlendirildi; ancak 1940'larda neo-Darwinizm'in doğuşuyla birlikte gözden düştü ve kelebeklerdeki melanizmin doğal seleksiyonun sonucu olduğu fikri geçerlilik kazandı.
Adı Sanayi Devrimi kelebekleri ile birlikte anılan araştırmacı ise, 1950'li yıllardaki çalışmalarıyla İngiliz böcek bilimci Bernard Kettlewell oldu. Oxford Üniversitesi'nden Kettlewell tarafından gerçekleştirilen bazı deneyler ve saha araştırmaları konuyu bilim dünyasının gündemine taşıdı. Tahmin edilebileceği gibi, Kettlewell evrimci bir araştırmacıydı ve evrime bir delil bulmak amacıyla yola çıkmıştı.
Prof. Kettlewell ilk deneyini bir kuşhanede yaptı. Kuşhaneye saldığı "karabiberli kelebekler"in öncelikle bir yere konduklarını, daha sonra ise kuşlar tarafından avlandıklarını dürbünle gözledi. Bu suretle kuşların dinlenme halindeki kelebekleri yakalayarak yediklerini tespit etti.
İkinci deneyinde, Kettlewell, açık ve koyu renkli yüzlerce kelebeği işaretledi ve hava kirliliğinden etkilenmiş ormanlık bir arazide gündüz vaktinde salıverdi. Kelebeklerin ağaçların gövdelerine konuşlandıklarını, kuşların daha belirgin olan kelebekleri daha kolay avladıklarını belirledi. Aynı gece kurduğu tuzaklar kanalıyla serbest bıraktığı 447 melanik kelebekten 123'ünü, 137 açık renkli kelebekten ise 18'ini tekrar yakaladı. Yani, oran bakımından koyu renklilerin %27.5'ini, açık renklilerin ise %13'ünü ele geçirdi. Böylece Kettlewell, evrim teorisinin öngördüğü tezi, endüstri melanizminin ve kuşların kelebeklerde doğal seleksiyona neden olduğu tezini kanıtladığı sonucuna vardı.
Kettlewell aynı deneyi, hava kirliliğinden etkilenmemiş bir ormanda da gerçekleştirdi. Hayvan davranışları alanındaki çalışmalarıyla tanınan Niko Tinbergen de ona eşlik etti ve ağaçlardaki kelebekleri avlayan kuşların filmlerini çekti. Bu sefer, açık renkli likenlerle kaplı ağaç gövdeleri üzerindeki koyu renkli melanik kelebekler daha kolay fark ediliyordu. Kirliliğin yoğun olduğu ormanda yaptığı deneyin tam tersi sonuçlarla karşılaştı. Açık renklilerin %12.5'ini, koyu renklilerinse %6.3'ünü tekrar yakaladı. Bernard Kettlewell tüm bu verilerin tezini delillendirmeye yeterli olduğunu düşündü ve çalışmalarının sonuçlarını heyecanla ilan etti.
Evrimci çevreler Kettlewell'in çalışmasına sahip çıkmakta gecikmediler. Scientific American dergisi söz konusu araştırmayı "Darwin'in Kayıp Delili" başlıklı bir makaleyle duyurdu. Konuya öylesine bir önem atfedildi ki kısa sürede evrimci literatürün temel örneklerinden biri haline geldi.
Sanayi Devrimi kelebekleri, aradan yarım yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, halen Darwinizm'in bir numaralı kanıtı olarak tanıtılmaktadır. Kettlewell'in ardından birçok evrimci araştırmacı da deneyleri yinelemiştir. ( Örneğin, 1966'da Clarke ve Sheppard, 1972'de Bishop, 1975'de Lees ve Creed, 1975'de Bishop ve Cook, 1977'de Steward, 1980'de Murray ve ekibi )
Oysa tüm bu hikaye geçersizdir. Aşağıdaki satırlarda söz konusu araştırmalardaki yanlışlıklarla birlikte, Sanayi Devrimi Kelebekleri hikayesinin neden evrim teorisine hiç bir şey kazandırmadığı gözler önüne serilecektir.
İngiltere ve Amerika'daki yoğun araştırmalara göre, melanik formlu (koyu renkli) kelebeklerin kirli ve temiz bölgelere göre dağılımı beklenenden çok farklıdır. Böylece Kettlewell'in araştırmalarının doğruları yansıtmadığı ortaya çıktı. |
Profesör Kettlewell çalışmalarını Birmingham ve Dorset çevresinde gerçekleştirmişti. Çeşitli bilim adamları, sonraki yıllarda, İngiltere'nin farklı bölgelerinde benzer araştırmalar yaptılar. Bunlardan elde edilen bazı sonuçlar araştırmacıları şaşırttı. Çünkü umulanın aksine veriler de toplanmıştı. Örneğin, yoğun kirliliğin hakim olduğu Manchester yakınlarında açık renkli kelebeklerin tamamen yok olmaları bekleniyordu, ama böyle olmadı. Bu durum, Kettlewell'in tezinin dışında, kelebeklerde melanizme yol açan başka faktörlerin de olduğunun bir işaretiydi.
Başka bölgelerde yapılan incelemeler de Kettlewell'in açıklamalarıyla uyuşmuyordu. Liverpool Üniversitesi'nden Biyolog Jim Bishop, Galler'in kırsal ve temiz bölgelerinde koyu renkli kelebeklerin oranının beklenenden çok olduğunu fark etti; buna dayanarak "henüz bilinmeyen faktörler"in rol oynadığını açıkladı. Kettlewell ile de çalışmalar yapmış iki araştırmacı, David Lees ve Robert Creed ise kirliliğin çok az olduğu İngiltere'nin doğusundaki kırsal kesimlerde, koyu renklilerin oranının %80 olduğunu ortaya çıkardılar. Adı geçen iki bilim adamı Kettlewell'in araştırmalarının güvenirliğinin zayıf olduğunu şöyle ifade ettiler:
"Bundan dolayı ya avlanma deneyleri ve insanların görsel çıkarım testlerinin yanıltıcı olduğunun, ya da seçici avlanmaya ilaveten bazı faktör veya faktörlerin yüksek melanik (koyu renkli) oranların korunmasından sorumlu olduğu sonucuna varıyoruz."
Kelebeklerdeki melanizm üzerine araştırmalar yapan hayvan bilimci R.C. Steward, Güney Galler'de koyu renklilerin daha iyi kamufle olmalarına rağmen, popülasyonun sadece %20'sini oluşturduklarını buldu. Steward, İngiltere'nin 165 ayrı bölgesinden veriler topladı; 52. enlemin kuzeyinde sülfür dioksit (kirliliğe yol açan bir kimyasal madde) ile melanizm arasında bağlantı olduğu, fakat 52. enlemin güneyinde kirlilik dışındaki bazı faktörlerin etkili olabileceği sonucuna ulaştı. Kettlewell'in yaptığı hatayı ise şöyle açıkladı: "Bir bölgeden alınan sonuçları İngiltere'nin tamamındaki coğrafi varyasyonu açıklamak için genellemek mümkün olmayabilir."
Araştırmalar sürdürüldükçe Kettlewell'in teorisine zıt veriler de birikmeye başladı. Kuşların kelebekleri avlayarak doğal seleksiyona neden oldukları yanlış bir çıkarımdan ibaretti. Kettlewell'in çalışma arkadaşlarından R.J. Berry'nin de ifade ettiği gibi, "açıktır ki melanik 'karabiberli kelebek' oranları, kuşların (renk farklarına dayalı) görsel avlanmalarından çok daha farklı unsurlar tarafından belirlenmektedir".
Son olarak, 1998 yılında, William and Mary Üniversitesi Biyoloji Profesörü Bruce Grant ve çalışma arkadaşları kelebeklerdeki melanizmin gerçek nedenini bulmak için yaptıkları araştırmaların sonuçlarını açıkladılar. Buna göre, melanizm öncelikle atmosferdeki sülfür dioksit oranına bağlı olarak artıyor veya azalıyordu.
Kısacası, son 20-30 yıl için-de yapılan bilimsel çalışmalar Kettlewell'in tezini doğrulamadı. Dahası, Kettlewell'in hikayesinde çok büyük yanılgılar -ve yanıltmalar- bulunduğu giderek daha fazla ortaya çıktı.
20. yüzyılın son çeyreğindeki araştırmalar söz konusu öngörünün de gerçeği yansıtmadığını gün ışığına çıkardı. David Lees ve arkadaşları, İngiltere'nin 104 ayrı noktasında yaptıkları gözlemlerle, melanizm ile ağaçlardaki liken örtü arasında bir bağlantı olmadığını açıkça ortaya koydular; bunu da "şaşırtıcı" olarak yorumladılar. Aynı dönemde Amerikalı biyologların yaptıkları araştırmalar da bu gerçeği teyid etti. Dahası, Kettlewell de 1970'lerde kirliliğin ortadan kalkmasıyla likenlerin geri gelmelerinden daha önce, kelebeklerde melanizmin düşüşe geçtiğini kabul etti.
Eğer Kettlewell ve evrimcilerin iddiaları doğru olsaydı; hava kirliliğinin ortadan kalkmasıyla önce likenler ağaçların üzerindeki yerlerini alacaklar, sonra da açık renkli kelebekler tekrar çoğunluk olacaklardı. Diğer bir deyişle, kelebeklerin dinlenecekleri ve gizlenecekleri yerlerin öncelikle oluşması zorunluydu. Ancak durumun böyle olmadığı kesinlikle kanıtlandı. Örneğin, Prof. Bruce Grant ve arkadaşları, liken örtünün seyrek olduğu belirli bir bölgede açık renkli kelebeklerin oranının %93'ü aştığını gösterdiler ve şu önemli yorumu yaptılar: "Karabiberli kelebeklerdeki melanizmin evrimine dair kayıtlarda likenlerin rolü uygunsuz bir şekilde vurgulanmıştır."
Massachusetts Üniversitesi'nden Theodore Sargent ve arkadaşları ise, Kuzey Amerika'daki melanik kelebek oranının son zamanlarda düştüğünü ve bunun "klasik hikaye" göz önünde tutulursa "akıl karıştırıcı" olduğunu söylediler.
Kısacası, likenlerin var veya yok olmalarının kelebekler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Kettlewell'in likenlerin sözde evrim sürecinin bir parçası olduğunu sanması, aslında (aşağıda anlatılan) başka bir yanılgısının eseriydi.
Kettlewell'in deneylerinde, söz konusu kelebekler sabah saatlerinde yani gün ışığında salınmış ve gün boyunca gözlenmişti. Gece vaktinde ise tekrar yakalanmıştı. Dikkat edin, araştırmalar kelebeklerin yaşam koşullarına uygun olmayan vakitlerde yapılmıştı. Aslında Kettlewell de bunun farkındaydı, ancak bu durumu göz ardı etmenin deney sonuçlarını etkilemeyeceğini savundu.
Oysa Kettlewell'in varsayımı ihmal edilemeyecek kadar büyük bir hatadır. Gün ışığı kelebeklerin yanılmalarına ve yollarını şaşırmalarına, böylece kuşlar için kolay hedef olacakları ağaç gövdelerine konmalarına neden olmuştur. Gerçekte ise, söz konusu türe mensup kelebeklerin dinlenme vakitlerini geçirdikleri yerler ağaç gövdeleri değildir. Bu hayvanların gündüzleri ağaç gövdelerinde uyuduklarına ilişkin kanı, yirmi yıl öncesine kadar süregelen bir yanılgıdır.
Bu gerçeği ilk defa Helsinki Üniversitesi'nden Kauri Mikkola'nın, 1980'li yılların başında, kafes içinde yaşayan Biston betularia kelebekleri üzerindeki araştırmaları ortaya çıkardı. Hayvan bilimci Mikkola söz konusu kelebeklerin nadir olarak ağaç gövdelerinde konakladıklarını, normal olarak yüksekteki yatay dalların altında dinlendiklerini gözlemledi. Çok kısık bir ışıkta serbest bırakılan gececi kelebekler olabildiğince çabuk ve düzensiz bir şekilde dinlenme yerlerini seçiyorlardı. Kısacası Kettlewell, Biston betularia'nın ağaç gövdelerinde dinlendiğini (veya uyuduğunu) varsayarken büyük bir hata yapıyordu.
Bu kelebeklerin doğal ortamlarındaki davranışları inceleyen araştırmacılar da Mikkola'nın bulgularını teyid ettiler. Sir Cyril Clarke ve arkadaşları 25 yıllık çalışmalarında, sadece bir kez bu türden bir kelebeği ağaç gövdesinde gördüklerini açıkladılar.
Bu alandaki çalışmalarıyla tanınan iki araştırmacı, Cambridge Üniversitesi'nden Rory Howlett ve Michael Majerus da benzer sonuçlar elde ettiklerini şöyle belirttiler: "Çoğu Biston betularia'nın gizlendikleri yerlerde dinlendikleri kesin görünmektedir... (ve) ağaç gövdelerinin korunmasız alanları Biston betularia'nın hiçbir formu için önemli bir dinlenme yeri değildir." Cambridge Üniversitesi Genetik Bölümü'nden Dr. Majerus, çalışmalarını Melanizm: Faaliyet Halindeki Evrim adlı kitapta topladı; bu konudaki 40 yılı aşkın çok yoğun araştırmaya rağmen doğal hayatta, ağaç gövdesinde sadece iki Biston betularia kelebeğine rastlandığına dikkat çekti ve Kettlewell'in tezi için en ciddi sorunun bu olduğunu ifade etti.
Chicago Üniversitesi'nden Prof. Jerry Coyne, ki kendisi de bir evrimcidir, bu durumun tek başına Kettlewell'in deneylerini geçersiz kıldığını itiraf etti.
İngiliz biyologlar Tony Liebert ve Paul Brakefield, bu gerçeği doğrulayan diğer araştırmacılardır. Adı geçen bilim adamları 1987 yılında, bu tür kelebeklerin dinlenme vakitlerini ağırlıklı olarak dar dalların altında veya yanlarında geçirdiklerini kanıtladılar.
Bu noktada üzerinde durulması gereken apaçık bir gerçek vardır: Kettlewell'in deneylerinde, doğal seleksiyonu kanıtlamak için doğal olmayan yöntemlere başvurulmuştur. Sözkonusu türe ait kelebekler ağaçların gövdelerinde değil, yatay dalların altında uyumaktadırlar; bu suretle kuşlar ve diğer avcı hayvanlardan saklanmaktadırlar. Yapılan deneylerde bu kadar açık bir gerçeğin göz ardı edilmesinin tek nedeni, Darwinist dogmatizmdir. Evrimciler Darwinizm'e delil bulmak için her türlü çarpıtmayı meşru görmektedirler. Buna karşın bilim her defasında evrimcilerin hayallerini alt üst etmektedir.
Son yirmi senedir Sanayi Devrimi kelebeklerinin ağaç gövdelerinde dinlenmedikleri bilinmektedir. Buna karşın yandaki gibi düzmece ve sahte fotoğraflar, evrim teorisine delil üretmek adına, ders kitapları ve evrimci yayınlarda halen kullanılmakta; böylece Darwinizm'in sahtekarlıklar ve skandallarla dolu tarihinde özel bir yeri hak etmektedir. |
Söz konusu fotoğraflar, geçtiğimiz yarım yüzyıl içinde kelebekler üzerine deneyler yapan çeşitli araştırmacılara aittir. Bu görüntüler iki farklı yöntemden birisi kullanılarak tespit edilmiştir. Daha doğrusu, fotoğraflar bazı hileler yapılarak çekilmiştir.
Bunlardan birincisi, ölü kelebeklerin ağaç gövdelerine iğne veya zamk ile tutturulmalarıdır.
( Kettlewell'den sonraki birçok araştırmada bu yöntem tercih edilmiştir. ) Ağaçlara iğnelenmiş veya yapıştırılmış ölü kelebeklerin fotoğrafları çekilmiş ve hiçbir açıklama yapılmadan, sanki bu canlılar doğal ortamlarında duruyorlarmış gibi kitaplarda kullanılmıştır. Belgesel film veya televizyon programları için de bu yönteme başvurulmuştur.
İkinci ve diğer teknikte ise, canlı Biston betularia türü kelebeklerin gündüz vakitlerinde hareket kabiliyetlerinin sınırlı olmasından istifade edilmiştir. Oldukça uyuşuk durumdaki hayvanlar el yardımı ile ağaçlara yerleştirilmiş; hareketsiz durduklarından dolayı rahatlıkla fotoğrafları çekilmiştir. Massachusetts Üniversitesi'nden Biyolog Theodore Sargent'in belirttiği gibi, bu şekilde elde edilmiş ve ders kitaplarında kullanılmış pek çok fotoğraf vardır.
California Üniversitesi Moleküler Hücre Biyolojisi Bölümü'nden Dr. Jonathan Wells'in ifadesiyle bu uygulama, "bilim değil, ancak efsane üretimidir".
Elbette, yapılanlar mazur görülemez. Son yirmi senedir bu kelebeklerin ağaç gövdelerinde dinlenmedikleri bilinmektedir. Yani söz konusu resimler gerçeği yansıtmamaktadır. Buna karşın bu düzmece ve sahte fotoğraflar, evrim teorisine delil üretmek adına, ders kitapları ve evrimci yayınlarda halen kullanılmakta; böylece Darwinizm'in sahtekarlıklar ve skandallarla dolu tarihinde özel bir yeri hak etmektedir.
Söz konusu hatalar, son yıllarda, çeşitli araştırmacılar tarafından hazırlanan bilimsel makale ve kitaplarda gündeme getirilmiştir. 1998'de yayımlanan Michael Majerus'un Melanizm: Faaliyet Halindeki Evrim adlı kitabı bunlardan biridir. Chicago Üniversitesi Ekoloji ve Evrim Bölümü Profesörü Jerry Coyne, 5 Kasım 1998 tarihli Nature dergisindeki yazısında, adı geçen kitabın tanıtımını yapmış ve kitabın önemine şöyle dikkat çekmiştir:
"Zaman zaman, evrimciler klasik bir deneysel çalışmayı tekrar inceler ve korktukları başlarına gelerek, bunun hatalı veya tamamen yanlış olduğunu bulurlar... Bununla beraber şimdiye kadar örnekler ahırımızdaki ödüllü at, öğretmenler ve ders kitaplarının çoğu tarafından doğal seleksiyon ve evrimin bir insan ömrü içinde gerçekleşen modeli olarak sunulan 'karabiberli kelebek', Biston betularia'daki 'endüstri melanizmi'nin evrimi olmuştur. Bu hikayenin yeni incelemesi, Michael Majerus'un kitabı Melanizm: Faaliyet Halindeki Evrim'in ana konusudur. Üzücü olarak, Majerus bu klasik örneğin kötü durumda... ve ciddi ilgiye muhtaç olduğunu gösteriyor."
Profesör Coyne, yazısında yukarıda sayılanlara ek olarak daha başka ciddi hataların da varlığını belirtmiş ve gerçeği öğrenmesinin ardından hissettiklerini şöyle tasvir etmiştir:
"Son olarak, Kettlewell'in davranışla ilgili deneylerinin neticeleri sonraki çalışmalarda yinelenmedi: kelebekler (kendi renkleriyle) eşleşen zeminleri seçmeye eğilimli değildir. Majerus bu çalışmada başka birçok kusur bulur, fakat bunlar burada sıralanamayacak kadar çok sayıdadır. Kettlewell'in belgelerini ilk defa okuduğum zaman ek problemler ortaya çıkardım, standart Biston (betularia) hikayesini yıllarca öğretmiş olmaktan dolayı utanç duydum... Kişisel tepkim, altı yaşındayken Noel'de hediyeleri getirenin Noel baba değil de babam olduğunu keşfimle birlikteki hayal kırıklığına benziyor."
Ağırlıklı olarak genetik alanında çalışmalarını sürdüren evrimci Profesör Coyne'nin açık sözlülüğü ve samimiyeti ilgi çekicidir. Gerçekler ve şoklardan kaçmadan yaşadıklarını dile getirmiştir. Şüphesiz bilimsel düşünceyi kendine rehber aldığını söyleyen bir evrimciye düşen görev, Coyne'nin duyduğu "utanç" ve "hayal kırıklığı"ndan pay çıkarmak, içi boş Darwinist tezleri objektif ve samimiyetle değerlendirmek ve bir an önce evrimci dogmadan kurtulmaktır.
Örneğin, "iki noktalı uğurböceği" türünün (Adalia bipunctata) koyu renkli formları çoğalmış, açık renklileri ise azalmıştı.
Yaklaşık 3.5-5.5 mm. boyundaki iki noktalı uğurböceklerinin renkleri varyasyon gösterir. Kuşlar tatlarını kötü buldukları için bu böcekleri avlamazlar. Yani koyu renkli uğurböceklerinin daha iyi gizlenerek, kuşlar tarafından yenmekten kurtulmaları gibi bir durum söz konusu değildir. Melanik uğurböcekleri güneş enerjisini ve çevre ısısını daha iyi emdikleri için dumanlı ortamlara daha iyi uyum sağlarlar. Bu olay "termal melanizm" olarak bilinir. Her canlı içinde yaşadığı çevrenin koşullarında varlığını sürdürecek sistem ve şekillere sahip olarak yaratılmıştır. Örnek olarak iki noktalı uğurböceği türünün, düşük sıcaklıklarda renklerinde açılma, yüksek sıcaklıklarda ise koyulaşma görülür. Diğer bir deyişle, hava kirliliği ile birlikte artan sıcaklığa bağlı olarak, uğurböceklerinin renkleri de farklılık gösterir ve koyulaşır.
Uzun süredir bilinen bu gerçeğin anlamı açıktır: Kelebeklerdeki melanizm, Kettlewell'in iddiasının dışında, çok çeşitli unsurların etkisiyle gerçekleşmiş olabilir. Nitekim Theodore Sargent, Craig Millar ve David Lambert adlı üç biyoloğun 1998 yılında yayımlanan çalışmalarında çeşitli muhtemel etkenler belirtilmiştir: Bunlar arasında kelebek larvalarının zehirli veya zararlı kimyasal maddelere toleransındaki ya da kelebeklerin parazitlere karşı duyarlılığındaki muhtemel farklılıklar; henüz tam olarak bilinmeyen çevresel faktörlerin bir bileşimi sayılabilir.
Adı geçen üç araştırmacı, evrimciler tarafından efsaneleştiren Sanayi Devrimi kelebekleri vakasını şu şekilde değerlendirmiştir:
"Bununla beraber, yoğun ve tekrarlı gözlemlerin ışığı altında, şu anda bu açıklamayı (Kettlewell'in klasikleşmiş açıklaması) destekleyecek az sayıda ikna edici delilin var olduğunu iddia ediyoruz."
Benzer görüşler birçok bilim adamı tarafından dile getirilmektedir. İtalyan biyologlar Giuseppe Sermonti ve Paola Catastini'ye göre, "Kettlewell'in deneyleri, onun deneysel olarak gösterdiğini iddia ettiği süreci, bugünün bilimsel standartlarında hiçbir kabul edilebilir şekilde kanıtlamamaktadır". Sermonti ve Catastini şu sonucu çıkarmıştır: "Darwin'in sahip olmadığı kanıta, Kettlewell de sahip değildi". Bu alıntıyı şöyle yorumlamak da yerinde olacaktır: Darwin'in sahip olmadığı kanıta, günümüzün evrimcileri de sahip değildir.
Bu konuda Biyolog Atuhiro Sibatani'nin görüşleri de, evrimciler açısından ders niteliğindedir. Japon biyoloğun konuya ilişkin kesin kararı şöyledir: "Endüstri melanizmi hikayesi, en azından şimdilik, neo-Darwinist evrimin bir örneği olarak rafa kaldırılmalıdır." Sibatani'ye göre, neo-Darwinist teoriye aşırı bağlılık diğer faktörlerin tamamen devre dışı bırakılmasına yol açmıştır; ayrıca endüstri melanizminin doğal seleksiyon modeline göre izahı için zayıf kanıtın haddinden fazla iyimser kabulüne neden olmuştur. Aslında bu durum çok da şaşırtıcı değildir. Zira Darwinistler evrim teorisini kabul ettirmek için tarihte her türlü yönteme başvurmuşlardır. Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi, bu teoriyi kanıtlamak uğruna üretilen sayısız kof "evrimsel kanıt"tan sadece biridir.
Prof. Jerry Coyne ise, söz konusu örneğin literatürden çıkarılması gerektiğini ve bundan alınacak bazı dersleri şöyle ifade etmektedir:
"Öncelikle, şu durumda, faaliyet halindeki doğal seleksiyonun iyi anlaşılmış bir örneği olan Biston'u atmalıyız... Kettlewell'in çalışmasının niçin genel ve sorgusuz kabul gördüğünü düşünmeye de değer. Muhtemelen böyle güçlü hikayeler ayrıntılı inceleme cesaretini kırıyor."
Biyoloji ders kitaplarının çoğunda bu hikayeye ve düzmece fotoğraflara belirli bir yer ayrılmaktadır. Örneğin, Kenneth Miller ve Joseph Levine'in hazırladığı Biyoloji adlı kitabın 2000 baskısında, Kettlewell'in çalışmasının "faaliyet halindeki doğal seleksiyonun örnek bir gösterimi" olduğu belirtilir. Aynı şekilde, Burton Guttman tarafından yayımlanan Biyoloji kitabının 1999 yılı baskısına göre bu, "doğal seleksiyonun örnek çağdaş bir vakası"dır.
Benzer ifadelere Darwinizm'in propagandasını yapan ansiklopedilerde de rastlamak mümkündür. Örneğin, Britannica Ansiklopedisi'nin 2001 baskısında Kettlewell'in "klasik hikaye"si detaylı olarak anlatılmakta; yanlışlığı kanıtlanmış ve belgelenmiş bu araştırma hala doğal seleksiyonun örneği olarak tanıtılmaktadır. Britannica'ya göre, Biston betularia'daki endüstri melanizmi, "evrimsel değişimin hızı hakkındaki çağdaş düşünceleri derinden etkilemiş" ve "belirli bir bölgedeki hızlı evrimsel değişimin çarpıcı bir örneği" olmuştur.
Life Sciences Ansiklopedisi'nin "Endüstri Melanizmi" başlıklı makalesinde ise, şu ifadelere yer verilmiştir:
"Karabiberli kelebek vakası sadece endüstri melanizmini en iyi şekilde örneklendirmiyor, aynı zamanda doğal seleksiyon yoluyla evrimsel değişimin klasik bir örneği işlevini yerine getiriyor. Karabiberli kelebeklerdeki melanizmin evrimi devam ediyor ve şimdi bile gözlenebilir."
Bu ve benzeri ifadeler, Darwinizm'in bağnaz taraftarlarının hayallerini yansıtmaktadır ve hiçbir bilimsel değeri yoktur. Çağdaş bilimin açıkça ortaya koyduğu gerçek, söz konusu hikayenin dayanaktan yoksun olduğu ve evrimsel değişim diye bir şeyin var olmadığıdır.
Evrimi savunmak amacıyla yazılan bir evrimci kitapta ise, şu yoruma yer verilir:
"İngiliz karabiberli kelebeği, Biston betularia'daki ünlü endüstri melanizmi örneğini düşünün. Az sayıda yüksek okul biyoloji ders kitabı bu çalışmadan bahsetmekte yetersiz kalır, buna rağmen az sayıda öğrencinin bu örneğin neyi gösterdiğini anladığı görünmektedir... Açık bir biçimde, doğal seleksiyon yoluyla çevresel baskılar, bir popülasyonun genotipinde (genetik yapısında) hızlı değişimler yapabilir... Bu gözlem altında, faaliyet halindeki evrimdir."
Bu ve benzeri sözler Darwinist demagojinin örnekleridir. Gözlemlenen tek şey, zaman içinde kelebek popülasyonundaki açık ve koyu renkli bireylerin oranlarındaki farklılıktır. Bilimsel çalışmaların ışığında, bunun sözde evrime delil olabilecek hiçbir yönü yoktur. 150 yıllık yoğun araştırmaların ortaya koyduğu tek gerçek de bundan ibarettir.
Her ne pahasına olursa olsun Darwinizm'i ayakta tutmaya kararlı olan bazı dergilerin aldığı tavır bilimle bağdaşmamaktadır. New Scientist dergisindeki "Karabiberli kelebek faaliyet halindeki evrimin en iyi örneklerinden biri olarak kalmaktadır" ifadesi buna bir örnek olarak verilebilir.
Böylece evrimciler, aslında farkında olmayarak ve istemeyerek, çok önemli bir gerçeği bir kez daha teyid etmektedirler. Evrimin en iyi ve en iddialı kanıtlarından biri olarak sunulan bu örnek, gerçekte evrimin ciddi bir kanıtı olmadığının açık bir göstergesidir. Söz konusu meşhur delil, "karşı konulamaz" delillere sahip olduğunu iddia eden evrim teorisinin gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.
Darwinizm'in önde gelen sözcülerinden dil bilimci Steven Pinker, doğal seleksiyonun evrimciler açısından taşıdığı anlamı şu sözlerle dile getirir: "Hiçbir delil olmasa bile, alternatif olmadığı için, bu gezegendeki hayatın açıklaması olarak doğal seleksiyonu hemen hemen kabul etmeliyiz."
Pinker, Zihin Nasıl Çalışır? adlı kitabında, doğal seleksiyonla evrimleşmenin ilk örneği olarak da kelebeklerdeki melanizm hikayesini gösterir. Oysa bu, buraya kadar anlattığımız gibi, bilimsel değeri olmayan bir hikayeden başka bir şey değildir. Ancak evrimciler, doğruluğuna dair bir bilgi yok iken, Pinker'ın yaptığı gibi evrimi doğru varsaymakta ve herşeyi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar. Durum böyle olunca da, Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi gibi bilimsel delillerle açıkça çelişen bir hikayeye, Darwinizm'e bağlılık uğruna inanılmaya devam edilmektedir.
Söz konusu hikayenin doğru varsayılmış bir inanç olduğuna, Amerikalı biyolog Dr. Jonathan Wells şöyle dikkat çekmektedir:
"... Bir parça dürüst olan hiçbir bilim adamı karabiberli kelebekler efsanesini "doğal seleksiyonun temel bir örneği" olarak göstermeyecektir. Delil olmadan, karabiberli kelebeklerdeki melanizmin doğal seleksiyondan kaynaklandığı iddiası, bir inanç ifadesidir, bilimsel bir çıkarım değildir."
Wells, Evrimin İkonları adlı kitabında, söz konusu hikayeye özel bir yer ayırmış ve vardığı sonucu şöyle açıklamıştır:
"1986'da evrimci Biyolog John Endler, şimdi alanında bir klasik olarak kabul edilen, Doğal Hayattaki Doğal Seleksiyon adlı bir kitap yazdı. O zamanlar, Endler karabiberli kelebek hikayesinde ortaya çıkarılan problemlerin farkında değildi; bu yüzden onu, doğal seleksiyonun nedeninin bilindiği birkaç vakadan biri olarak listeye yazdı. Fakat "doğal seleksiyon konusundaki hızlı ve gelişigüzel araştırmaların vaktinin geçtiğini" de ifade etti. Çoğu araştırmacı "sadece doğal seleksiyonun gerçekleştiğini göstermekle tatmin olduğu" halde, Endler, "bu, bir kimyasal reaksiyonu göstermeye ve sonra onun nedenleri ve mekanizmalarını araştırmamaya eşdeğerdir. Doğal seleksiyonun, nedenleri ve mekanizmalarının bilgisinden yoksun sağlam bir gösterimi simyadan farklı değildir" şeklinde yazdı... Kettlewell'in doğal seleksiyon için delili hatalıdır ve değişimin gerçek nedenleri varsayıma dayalı kalmaktadır. Doğal seleksiyonun bilimsel bir gösterimi olarak "Darwin'in kayıp delili" olarak karabiberli kelebeklerdeki endüstri melanizmi simyadan farklı değildir."
Ortaçağ'da simyacılar bakırı çeşitli madenlerle karıştırıyorlar ve deneme yanılma yöntemiyle bakırı altına dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. Ancak bilim, ne kadar deneme yaparlarsa yapsınlar simyacıların başarısız olacağını, bunun bir hayal olduğunu açıkça ortaya koydu. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmaları ile türlerin kökenini açıklamaya çalışan evrimciler de, simyacıların akıbetine uğramaktadırlar. Bilimsel bulgular Darwinistlerin beklentilerini boşa çıkarmakta ve delillerinin geçersizliğini kanıtlamaktadır. Evrimci varsayımların aksine, bu mekanizmalar bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir. Her fırsatta doğal seleksiyonla evrimleşme tezine örnek olarak verilen Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi de unutulmayacak evrimci yanılgılardan biri olmuştur.
Kettlewell'in hikayesini kabul etsek bile, varılan sonuç yalnızca şudur: Sanayi Devriminden yıllarca önce, İngiltere'de, Biston betularia türü kelebeklerin içinde koyu renkli formlar zaten mevcuttu; açık renkli bireyler popülasyonun çoğunluğunu oluşturmakta, koyu renkliler ise azınlıkta kalmaktaydı. Sanayi Devrimiyle birlikte artan hava kirliliği sonucunda, bu durum tersine döndü ve koyu renkli formlar bu canlı topluluğunun çoğunluğunu teşkil etti. 1950'li yıllarda, çevre kirliliğini önleyici yasaların yürürlüğe girmesinin ve kirliliğin azalmasının ardından oranlar yine değişti; açık renkli bireyler, Sanayi Devrimi öncesinde olduğu gibi, kelebek popülasyonunda çoğunluk kazandı.
Açıkça anlaşılmaktadır ki değişiklik, kelebeğin renginde değil sayısındadır ve bu durum hiçbir zaman evrime delil olarak öne sürülemez. Açık ve koyu renklerdeki çeşitli Biston betularia kelebekleri, gözlemler başladığından bu yana, yaklaşık iki yüzyıldır vardır. Farklı renklerdeki kelebek bireyleri kendi aralarında çiftleşmektedir. Bu kelebek popülasyonunun gen havuzu, başından itibaren çeşitli renklere ait gen bileşimlerini içermektedir. Yani, Endüstri Devrimi ile başlayan olaylar sonucunda gen bilgisi gelişmemiş ve yeni genler ortaya çıkmamıştır. Biston betularia türü kelebek her dönemde aynı tür olarak kalmaktadır, bir türün başka bir türe değişimi gibi bir şey söz konusu değildir.
Şüphesiz sözü edilen durumda, evrimleşme örneği olarak tanımlanabilecek bir olay yoktur. Darwinizm'in bazı savunucuları da zaten bu apaçık gerçeği kabul etmektedirler. Örneğin tanınmış İngiliz Biyolog ve evrimci Harrison Matthews, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabının 1971 baskısında yazdığı önsözde, bu konuda şunları söyler:
"... (Kelebek) deneyleri gelişme halindeki evrimi kanıtlamaz, çünkü açık, orta veya koyu renkli formların popülasyon içindeki yoğunluğu değişmekle beraber, bütün kelebekler baştan sona Biston betularia olarak kalmaktadır."
Kısacası, söz konusu kelebek türünün farklı renkleri, bir genetik varyasyon örneğidir. Değişen çevre koşulları, kelebeklerde yeni genetik bilgi ve yeni özellikler ortaya çıkarmamıştır. Açık renkli kelebeklerin temiz çevrelere, koyu renklilerin ise kirliliğin yoğun olduğu ortamlara daha iyi uyum sağladıkları bir gerçektir. Ama bunun doğal seleksiyondan kaynaklandığı bugüne kadar bilimsel olarak kanıtlanamamıştır.
Kaldı ki kelebeklerdeki melanizmin herhangi bir nedenden dolayı doğal seleksiyona bağlı olduğu kanıtlansa da, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Zira doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uyma yan bireyleri ayıklar; yeni canlı türleri ya da yeni organlar ortaya çıkaramaz. Yani doğal seleksiyonun evrimleştirici bir gücü yoktur.
Varyasyon ve doğal seleksiyon olguları, Darwin'in düşündüğü tarzda evrimi açıklamaktan çok, yaratılışın öngördüğü ve işlemekte olan bir korunma prensibine harikulade bir örnek olmaktadır. Allah her çeşit canlıyı, varlığını sürdüreceği sistem ile yaratmıştır. Organizmanın genetik sistemi, özelliklerini (belirli sınırlarda) çevredeki değişmelere göre ayarlama fonksiyonuna da sahip olabilmektedir. Aksi takdirde, iklim, besin kaynağı gibi faktörlerdeki küçük bir değişme o canlının sonu olabilir.
Darwin bu gözlemine karşın, son derece çarpık ve hatalı bir yaklaşımla kelebeklerin evrim sonucu ortaya çıktığını öne sürdü. Onun izinden yürüyen 20. yüzyıl evrimcileri ise, daha da ileri giderek kelebekleri kullanmaya kalktılar.
Evrimciler, eğer kelebekleri evrime delil olarak kullanmak istiyorlarsa, kelebeklerin Darwin'den bu yana çözümsüz kalan "türlerin kökeni" sorununa nasıl bir çözüm getirdiğini açıklamalıdırlar. Onbinlerce kelebek türünün evrime göre nasıl ortaya çıktığını aydınlığa kavuşturmalıdırlar. Fosil kayıtlarındaki 48 milyon yıllık kelebek fosillerinin bugün yaşayan örneklerinden farksız olmalarının ve milyonlarca yıl hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmalarının, evrimle nasıl bağdaştığını açıklamalıdırlar.
Dahası evrimciler, hikaye veya efsane üretmeyi bir kenara bırakıp şu sorulara da cevap vermek zorundadırlar: Kelebek kanatlarındaki muhteşem desenler, göz alıcı renkler ve mükemmel simetri nasıl ortaya çıkmıştır?
Kelebekler çekici dış görünümlerine ve düşmanlarından korunmalarını sağlayan savunma sistemlerine nasıl sahip olmuşlardır?
Kelebeklerdeki üstün uçuş mekanizmaları ve tasarım harikası sistemler nasıl var olmuştur? Son derece kompleks bir işlem olan kelebeklerdeki metamorfoz nasıl meydana çıkmıştır?
Yumurtadan tırtıla, tırtıldan pupaya, pupadan kelebeğe dönüşümün olağanüstü karmaşık programı, kelebeğin genetik bilgisinde nasıl yer almıştır?..
Bu ve benzeri sorulara, spekülasyon yapmak dışında, evrimcilerin verecek yanıtı yoktur. Böylesine olağanüstü yapılar ve kusursuz sistemler, doğal seleksiyon ve mutasyon gibi tesadüfi etkilerle açıklanamaz. Darwinistler bu sözde mekanizmaların yeni bir tür ürettiğine dair ellerinde tek bir kanıt olmadığının da bilincindedirler. Sanayi Devrimi kelebekleri hikayesi gibi aldatmacalar, evrimin değil sadece evrimcilerin çaresizliğinin delilidir.
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde
gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden
Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan
geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara kendi
buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak
da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi
olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)
Kuran'da bildirilen 6 günlük süreyi, 6 devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, Dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim ayetlerde (Secde Suresi, 4; Yunus Suresi, 3; Hud Suresi, 7; Furkan Suresi, 59; Hadid Suresi, 4; Kaf Suresi, 38; Araf Suresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir. Yani Bahsi geçen 6 gün, 6 çağ veya 6 devir anlamınada gelebilir..