9 Ekim 2016 Pazar

BİLİM VE TESADÜF | EVRENDE TESADÜFE YER YOKTUR



Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, 2004 yılı açıklaması
“Ateizmi gönüllü bir şekilde bırakıyorum… Evrenin bir ilk neden ve Akıl tarafından yaratılmış olması gerek. Bir süper Akıl’ı kabul etmenin, yaşamın kökenin ve doğanın kompleksliğinin en iyi açıklaması olduğunu düşünüyorum.”

Tesadüf nedir ? Tarihçesi nereye dayanır ?

Hayatın varlığına ve devamını dair iki tane açıklama vardır . Birincisi yaratılış ikinciside tesadüftür. Bir üçüncü açıklama yoktur. Bu sitede ele alacağımız bilimsel değerlendirmeler sonucunda evrende şansa,tesadüfe,kaosa ve düzensizliğe yer olmadığını Çok açık bir şekilde göreceğiz. Bu değerlendirmeleri yaparken yorumdan ziyade konusunda uzman bilim adamlarından referanslar sunacağız.

Tesadüf kavramını , evren söz konusu olduğunda ele alırsak, trilyarlarca atom ve daha küçük parçacıklardan,yıldızlara,moleküllerden mikroplara,milyarlarca canlı ve trilyonlarca hücreye kadar her cismin birbirinden bağımsız ve habersiz olarak,hiçbir düzen olmadan karmaşa içinde bir mücadelede olduklarını ve evrendeki herşeyin şans eseri yolunu bulduğunu hatta bir yolu olamayacağını iddia eder. Öyleyse gelin hemen dünyaca ünlü bir bilim adamından alıntı yapalım ve yaşadığımız evrende ve dünyada hayatın tesadüflerle oluşması için gerekli matematiksel ihtimale, veya ihtimalsizliğe bakalım. Stephen Hawking’in çalışma arkadaşı olan ünlü ingiliz matematik profesörü Roger Penrose' un hesaplarına göre:

Olasılık bir matematik ve hesap konusudur. Hayat tesadüfen ortaya çıktı iddiasına inananlara yukardaki olasılıksızlığı göstermek yeterli olacaktır. Penrose , bu hesabı yaparken hayatın varlığı için gerekli denge ve ayarları alt alta koymuş ve hepsinin aynı anda çalışabilmesi için böyle bir hesabın tutmasına ihtiyaç olduğunu işaret ediyor. 10 üzeri 10 üzeri 123 de 1 ihtimal şu demektir, imkansız! Çünkü matematikte artı eksi 10 üzeri 50 den sonraki ihtimaller ihtimal dışı kabul edilir. Ayrıca bu hesabın yapılıp bir defa tutmasıda yetmez çünkü evrende hayat bir defa kurulup sonra bu dengeler tekrar bozulmaz.Hesapların her an her salise tekrar yapılıp dengenin korunmasına ihtiyaç vardır. Evrendeki ve dünyamızdaki dengeleri ilerleyen konularda inceleyeceğiz.

Tesadüf iddiası insanlık tarihine baktığımızda her dönem karşımıza çıkar. Bazen bir felsefe,bazen bir din bazende bir teori olarak insanlara sunulur. Biz kendi dönemimizde Tesadüf inancının Evrim teorisi olarak karşımıza çıktığına şahit oluyoruz. Bize sunuluş şekli canlıların oluşumunu açıklama iddiasında olan bilimsel bir teori. Fakat gelin birde bu « en modern bilimsel teori » olma iddiasındaki yeni tesadüfçülük inancının geçmişine bakalım.

Eski Sümer,Mısır ve Şaman Dinleri

"Socrates öncesi yaşayan Yunan Miletli felsefeciler kainatın yaratılışıyla ilgili evrim kavramlarını Mısır ve Babil ya da Sümer’in çok daha eski dini liderlerinden almışlardı... Bu yüzden evrim hiçbir şekilde modern bir ’’bilimsel’’ keşif değildir, fakat tarih öncesi çağlara ait Allah karşıtı dünya dininin günümüzde yeniden canlanmasıdır… Bu teorinin başlangıcını Charles Darwin ve onun yakın atalarına dayandırmak adet olmasına rağmen, bu fikrin temel şekli, yazılı tarihin kendisinin başlangıcına kadar uzanmaktadır"

. “(Ernest Abel)(Abel, Ernest L., Ancient Views on the Origin of Life (Farleigh: Dickinson University Press, 1973) s.15



Tesadüf inancı putperestlik olarak tarih öncesi dönemde Mezopotamyada başladı. Sümerlerin yaratılışı inkar eden ve canlıların başıboş bir evrim süreciyle oluştuğunu ifade eden yazıtları Darwinizm dininin belkemiğini oluşturan izahlardır. Sümer yazıtları incelendiğinde, ilk başta bir su karmaşasından söz edildiği ve bu su karmaşasının içerisinden birdenbire Lahau ve Lahamu adlı tanrıların ortaya çıktığı iddiası görülür. Bu batıl inanışa göre, ibadet edilen bu putlar ilk önce kendi kendilerini var etmişler, daha sonra da evrimleşerek diğer maddeleri ve canlıları oluşturmuşlardır. Yani canlılık cansız su kaosundan birdenbire oluşmuştur. Buradaki vurgu "madde ve evrenin ilk olarak sudan ortaya çıktığı ve canlıların cansız maddelerden oluştuğu" inancını savunan evrimci bakış açısıyla çok büyük bir uyum göstermektedir. Dolayısıyla kainatın bir evrimleşme süreciyle oluştuğuna dair batıl inanç Sümer dinlerinde de bulunmaktadır.
Mısır dinler tarihi incelendiğinde de aynı batıl inanışlarla karşılaşırız. Herhangi bir bilimsel dayanağı olmayan bu saçma anlayışa göre "Yılan, kurbağa, solucan ve farelerin, su baskınlarıyla taşan Nil ırmağının çamurlarından oluştuklarına" inanılırdı. Yani Mısır dinlerinde de Yaratıcı inkar edilmiş, "canlıların tesadüfler sonucunda balçıklardan" oluştuğuna inanılmıştı. Bunun yanı sıra Babil ve Mısırlılara ait yaratılış hikayelerinde de "yeryüzünün ve yaşamın ortaya çıktığına inanılan ilk deniz" fikri yer almaktadır.

Bu düşüncenin artık tarihe karıştığını ve eski uygarlıklarla birlikte yok olduğunu sanmak çok büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü günümüzde de evrimciler aynı mantığı savunmakta ve "ilk deniz" ya da "su kaosu" fikrini, "ilkel çorba" ismiyle bilim dünyasına kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Evrim teorisinin bu iddiasına göreyse, dört milyar yıl kadar önce ilkel dünya atmosferinde canlılığın varlığı için gereken karbon ve fosfor gibi birçok cansız kimyasal madde en uygun şartlarda ve en uygun miktarlarda, tesadüfi birtakım faktörlerin etkisi ile suda biraraya gelmişler, bu arada devreye yıldırımlar, fırtınalar ve sarsıntılar girmiş, canlılığın ilk yapıtaşı olan amino asitleri oluşturmuşlardır. Bu aminositler yine aynı tesadüflerin sonucunda proteinleri, bu proteinler hücreleri oluşturur, bu tesadüfler zinciri devam eder ve sonucunda insana ulaşır…

Tesadüf İnancı Antik Yunanda Şekillendi



Frnciscan Üniversitesi'nde Bilim ve Teoloji konusunda öğretim görevlisi olan Benjamin Wiker Moral Darwinism: How We Become Hedonists? (Ahlaki Darwinizm: Nasıl Hedonistler Haline Geldik?) isimli kitabında, Darwin'in evrim teorisinin Eski Yunan'ın ve Roma'nın materyalist düşünürleri Epikür ve Lucretus'un felsefelerinin güncellenmiş bir versiyonu olduğunu detaylarıyla anlatır. Bu iki düşünür, sonradan Darwin'in dile getireceği:1) Doğanın "kendi kendine işleyen bir sistem" olduğu.2) Canlılar arasında kıyasıya bir yaşam mücadelesi yaşandığı ve bunun doğal seleksiyon yoluyla evrimi sağladığı.3) Doğayı ve canlıları açıklarken, bir "teleolojik" açıklama yapılmaması (yani amaca yönelik olarak var oldukları fikrinden yola çıkılmaması) gerektiği gibi gerçek dışı fikirleri detaylı olarak yazmışlardır.Dikkat çekici olansa, bu görüşlerin bilimsel olmayışıdır. Hem Epikür hem de Lucterus deneyler ve gözlemler yapmamış, tümüyle kendi istekleri doğrultusunda salt mantık yürütmüşlerdir. Dahası, bu mantığın çıkış noktası da çok ilginçtir. Epikür, bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmek istemediğini, bu gerçeğin ahiret inancını da beraberinde getirdiğini ve bu yüzden kendisini kısıtlanmış hissettiğini açıklamış ve tüm felsefesini bu kabul etmek istemediği durumdan kurtulmak için geliştirdiğini belirtmiştir. Bir diğer deyişle, Epikür, ateizmi kendisine psikolojik bir rahatlık sağladığı için tercih etmiş, sonra da bu tercihine dayalı bir dünya görüşü oluşturmaya girişmiştir. Bu nedenle evrendeki düzenin ve canlıların kökeni konularına ateist bir açıklama bulmaya çalışmış, evrime temel olan fikirleri bu amaçla benimsemiştir.Kısaca özetlediğimiz Epikür-Darwin bağlantısını çok detaylı olarak ortaya koyan Benjamin Wiker bu konuda şu yorumu yapar:İlk Darwinist Darwin değildi; Samos Adası'nda MÖ 341 yılında doğmuş Epikür isimli kötü şöhrete sahip bir Yunanlıydı. Darwinizm'in felsefi temellerini oluşturan oydu; çünkü tamamen materyalist, ateist kozmolojiyi o oluşturdu. Bu kozmolojiye göre, cansız maddenin amaçsız etkileşimleri, sonsuz zaman içindeki bir seri tesadüfi kazalar sonucunda, sadece Dünya'yı değil, aynı zamanda onun üzerindeki sayısız yaşam formunu oluşturmuştu. (Epikür) bu kozmolojiyi herhangi bir kanıta dayanarak değil, ama dünyayı Yaratıcı fikrinden soyutlamak isteğine dayanarak üretmişti... Dine karşı duyduğu nefret, Epikür'ü modernizme bağlamaktadır, çünkü (Darwinist) modernler de Epikür'ün mirasçılarıdırlar. Uzun ve dolambaçlı bir yol sonucunda, Epikürsel materyalizmin revize edilmiş bir şekli, günümüzdeki bilimsel materyalizmin temeli haline geldi. Bu Darwin'in Türlerin Kökeni'nde varsaydığı materyalist kozmolojiydi ve hala da doğadaki tasarımı göz ardı edenlerin fikri temelini oluşturmaktadır.

Pierre Paul Grassé (Fransız Bilimler Akademisi eski başkanı) : (Evrimcilerin canlılığın açıklaması olarak öne sürdükleri)... tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir. Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, Academic Press, New York, 1977, s.107
İngiliz fizikçi, H.S. Lipson ise evrim teorisinin şu anki durumunu şöyle açıklamaktadır:Aslında evrim, bir bakıma bilimsel bir din haline gelmiştir. Hemen hemen tüm bilim adamları bunu kabul etmişler ve pekçoğu da gözlemlerini ona uydurmak için bulgularını eğip bükmeye hazırlanmaktadırlar. Henry M. Morris, The Long War Against God, Baker Book House, 1996, s.127

Not: Tesadüf mantığını incelerken özellikle evrim teorisine dikkat çekiyoruz çünkü son iki yüz yıldır tesadüf inancının sözde bilimsel makyajlı yorumu evrim teorisi oldu. Evrimciler günümüzde darwinizmi , canlılıkla ilgili en modern ve (sözde) bilimsel açıklama olarak sundular ve alternatif hertürlü açıklamayı bilime karşı saldırı olarak yorumladılar. Darwinizm'in önde gelen ideologlarından Pierre Teilhard de Chardin'in aşağıdaki sözleri, Darwinistler'in evrim teorisine bakış açılarının "bilimsellik" düzeyini gözler önüne sermektedir:

Evrim bir teori, bir sistem yada bir hipotezmidir? Hayır o bunların hepsinden öte bir şeydir. Evrim, kendisinden kuşku duyulmayan yegane ilkedirki, tüm teoriler, tüm sistemler, tüm hipotezler, ciddiye alınabilir ve doğru olabilmek için ona dayanmak zorundadırlar. Evrim, tüm gerçekleri aydınlatan bir ışık, tüm çizgilerin kendisinden çıkması gereken ana çizgidir. İşte evrim budur.

Görüyoruzki bilim adı altında tesadüf bir inanç haline gelmiş ve bu inancın havarileri doğayı bağnaz bir şekilde putlaştırmışlar. Bu bağnazlığa bir örnek daha verelim.

Harvard üniversitesinin ünlü genetikçilerinden evrimci Richard Levonten:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.
Richard Levontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, January 9, 1997. s. 28

Yorum: Levontin'in söylemek istediği şudur; Bizler kökten materyalistiz ve isterse bilim aksini kanıtlasın biz yinede yaratılışa inanmayacağız bu nedenle kendimize uygun araştırma yöntemleri kurgularız (üretiriz) ve yaratılışa dair bir görüşün bilim dinyasında yer almasına müsade etmeyiz.

Tesadüf inancının bilimsel değil dini bir inanç ve putperest din olduğunu ortaya koyarken amacımız şudur: İnsanlara ilkokuldan başlayarak derslerde bilim adı altında evrim teorisi okutuluyor. Evrim adı altında tesadüf inancı önce fen dersleri sonra sosyal derslerde bir teori olarak değil yegane gerçekmiş gibi alternatifsiz olarak dayatılıyor. Teorinin bilimsel açmazlarından daha hiç bahsetmedik fakat sunmuş olduğumuz tarihi geçmişi ve bir doğa dini olması bile insanların modern bilim adı altında nasıl kandırıldıklarının bir göstergesidir.
20. YY BİLİMİ TESADÜFÇÜ ATEİZMİN SONUNU GETİRDİ

Ateizm, yani Allah’ın varlığını inkar düşüncesi, eski çağlardan beri var oldu.
Ancak bu fikrin asıl yükselişi, 18. yüzyıl Avrupası’ndaki bazı din karşıtı düşünürlerle başladı. Dennis Didero, Baron d’olbach veya David Hume gibi materyalistler, madde dışında bir varlık alemi bulunmadığını öne sürdüler.
19. yüzyıla gelindiğinde ateizm daha da yaygınlaşmıştı.
Feuerbach, Marx, Engels, Nietzsche, Durkheim ya da Freud gibi düşünürler, ateist düşünceyi farklı bilim ve felsefe alanlarına uyguladılar.
Ateizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı reddeden ve buna karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin oldu.
Darwinizm, ateistlerin asırlardır cevap veremedikleri “canlılar ve insan nasıl var oldu” sorusuna, sözde bilimsel bir yanıt öne sürdü.
Doğanın içinde, cansız maddeyi canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca farklı canlı türü türeten bir mekanizma olduğunu iddia etti ve pek çok kişiyi bu yanılgıya inandırdı.
19. yüzyılın sonlarında, ateistler, kendilerince her şeyi açıkladığını sandıkları bir “dünya görüşü” oluşturmuşlardı.
Evrenin yaratılmış olduğunu inkar ediyor, buna karşı “evren sonsuzdan beri vardır, başlangıcı yoktur” diyorlardı. Evrendeki düzen ve dengenin tesadüflerin sonucu olduğunu ileri sürüyor, kainatta hiçbir amaç bulunmadığını iddia ediyorlardı.
Canlıların ve insanın nasıl var olduğu sorusunun Darwinizm tarafından açıklandığını sanıyorlardı.
Tarih ve sosyolojinin Marx ve Durkheim, psikolojinin ise Freud tarafından ateist temellerde açıklandığını zannediyorlardı.
Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki bulgular, ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti.
Ünlü Amerikalı yazar Patrick Glynn, 1997’de yayınlanan Allah’ın Delilleri, Sekülerizm Sonrası Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması isimli kitabında, bu konuda şu yorumu yapar:
Geçen iki onyılın araştırmaları, daha önceki neslin seküler ve ateist düşünürlerinin Allah hakkındaki tüm varsayımlarını ve öngörülerini tersine çevirmiştir.… Bilim ve inanç arasında geçen bir asırlık büyük tartışmanın ardından, şu anda konumlar tamamen alt-üst olmuş durumda.... Günümüzde somut deliller, çok güçlü bir şekilde, Allah inancını desteklemektedir..
 KOZMOLOJİ: YARATILIŞIN KEŞFEDİLMESİ

20. yüzyıl biliminin ateizme vurduğu ilk büyük darbe, kozmoloji alanında oldu. “Sonsuzdan beri var olan evren” inancı yıkıldı ve evrenin bir başlangıcı olduğu, bir başka ifadeyle yoktan yaratıldığı bilimsel delillerle ortaya çıktı.
"Sonsuzdan beri var olan evren" fikri, ilk kez Eski Yunan'daki ateist düşünürler tarafından ortaya atılmıştı.
Bu düşünceyi Yeni Çağ'da ilk kez savunan kişi, 18. yüzyılın ünlü Alman düşünürü Immanuel Kant oldu.
Kant, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın gerçekleşebileceğini öne sürdü.
19. yüzyılda ise, evrenin bir başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki iddia, geniş bir kabul görür hale gelmişti.
Oysa bilim, çok geçmeden, evrenin bir başlangıcı olduğunu kanıtlayacaktı.
Bu kanıt, Big Bang yani Büyük Patlama teorisinden geldi.
Big Bang teorisine bir dizi keşif sonunda varıldı. Amerikalı astronom Edwin Hubble, 1929 yılında, evrendeki galaksilerin birbirlerinden sürekli olarak uzaklaştıklarını ve dolayısıyla evrenin genişlemekte olduğunu fark etti.
Genişleyen bir evrenin içinde zamanda geri gidildiği takdirde, tüm evrenin tek bir noktadan başladığı sonucu ortaya çıkıyordu. Astronomlar, bu “tek nokta”nın sonsuz bir çekim gücü ve sıfır hacme sahip “metafizik” bir durum olduğu gerçeğiyle karşılaştılar.
Madde ve zaman, bu hacimsiz noktanın dışarıya doğru “patlamasıyla” ortaya çıkmıştı. Bir başka deyişle, evren yoktan yaratılmıştı.
Big Bang teorisi, materyalistleri rahatsız etmesine rağmen, somut bilimsel bulgularla desteklenmeye devam etti.
Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki bilim adamı 1960’lı yıllarda yaptıkları gözlemlerle, bu patlamanın radyoaktif kalıntılarını tespit ettiler.
Aynı gerçek 1990’larda COBE yani Kozmik Fon Tarayıcısı adlı uydu tarafından belirlenen radyoaktivite göstergeleri tarafından da doğrulandı.
Bugün bu bilimsel gerçekler karşısında ateistler köşeye sıkışmış durumdadırlar. Big Bang'e yönelik ateist tepkinin bir örneği, materyalist bilim dergilerinin en ünlülerinden biri olan Nature'ın editörü John Maddox'un 1989 yılında yazdığı bir makalede ifade edilmiştir. Maddox, Down with the Big Bang, yani "Kahrolsun Big Bang" başlığıyla yazdığı makalede "Big Bang'in felsefi olarak kabul edilemez olduğunu" çünkü “Big Bang ile birlikte teologların yaratılış fikrine güçlü bir destek bulduklarını" yazmıştır.
Dahası "Big Bang’in gelecekteki on yılı çıkaramayacağı" kehanetinde bulunmuştur. Oysa Maddox’un bu ümit dolu ifadelerine rağmen Big Bang o günden bu yana çok daha güçlenmiş, evrenin yaratılışını ispatlayan daha pek çok bulgu elde edilmiştir.
Sonuçta modern astronominin ulaştığı gerçek şudur: Madde ve zamanı, her ikisinden de bağımsız olan, sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı var etmiştir. İçinde yaşadığımız evreni var eden o Yaratıcı, tüm alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.
Fizik ve Astronomi
Rastlantısal Evren Fİkrİnİn Çöküşü 20. yüzyıldaki astronomik buluşların çökerttiği bir diğer ateist dogma ise, "rastlantısal evren" iddiasıdır. Evrendeki maddelerin, gök cisimlerinin, bunları düzenleyen kanunların amaçsızca ve tesadüfen ortaya çıktığı iddiası, çok çarpıcı bir biçimde yıkılmıştır.
Bilim adamları, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ilk kez 1970'li yıllarda fark ettiler.
Araştırmalar derinleştikçe, evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının; yerçekimi, elektromanyetizma gibi temel kuvvetlerin; ve elementlerin yapılarının; insan yaşamı için en uygun şekilde düzenlendikleri bulundu. Bu düzenlemenin birkaç örneğini birlikte inceleyelim.

Evrenin ilk genişleme hızında, yani Big Bang’in patlama şiddetinde, olağanüstü derecede hassas bir denge vardır. Bilim adamlarının hesaplarına göre, eğer ilk patlama hızı milyar kere milyarda bir bile farklı olsa, o durumda madde ya tekrar içine çökmüş veya tamamen dağılmış olacaktı. Bir diğer deyişle, daha evrenin ilk anında, milyar kere milyarda birlik bir isabet vardır. Elbette bu, bir tesadüf değildir.
Yerçekimi veya elektromanyetizma gibi fiziksel kuvvetler, düzenli bir evren ortaya çıkması ve yaşamın var olabilmesi için tam olmaları gereken değerlerdedirr.
Bu kuvvetlerdeki çok küçük oynamalar (örneğin milyar kere milyar kere milyar kere milyarda 1’lik farklar), evrenin sadece bir radyasyondan veya bir hidrojen bulutundan ibaret olmasına sebep olabilirdi. Bu durumda güneş sistemi, gezegenler ve dünyamız da var olmayacaktı.
Evrenin her detayı gibi, bizim kendi güneş sistemimiz de hassas ayarlarla yaratılmıştır.
Güneş’in büyüklüğü, Güneş ışınlarının dalga boyu tam ve Dünya’nın güneşe olan uzaklığı, tam insan yaşamı için gereken değerlerdedir. Bu değerlerdeki çok ufak sapmalar bile, yeryüzündeki yaşamı bir anda yok edebilir.
Dünya atmosferinin solunum için en ideal gazları içermesi veya Dünya’nın manyetik alanının, yeryüzü şekillerinin tam insan yaşamına uygun biçimde olması da önemli “hassas ayar” örneklerinden sadece bir kaçıdır..
Dünyamızın dörtte üçünü kaplayan suyun da, insan yaşamına göre ayarlanmış özellikleri vardır.
Su, diğer tüm sıvıların aksine üstten donar. Bu ise, denizlerin bir buz yığınına dönüşmesini engeller ve yaşamın devamını sağlar.
Suyun akışkanlık değeri ya da fiziksel ve kimyasal özellikleri de canlılar için olabilecek en ideal ölçülerdedir.
Burada bir kaç örneğinden söz ettiğimiz bu hassas ayarlar, bilim adamlarını önemli bir sonuca götürmüştür: Onların deyimiyle evrende bir "İnsani İlke" vardır. Yani, evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını gözeten bir amaçla tasarlanmıştır.
İşin ilginç yanı, bu gerçeği ortaya çıkaran bilim adamlarının büyük bölümünün, aslında bu sonuca varmayı pek de istemeyen materyalist kişiler oluşudur.
Amerikalı astronom George Greenstein, Simbiyotik Evren adlı kitabında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Kanıtları inceledikçe, ısrarla önemli bir gerçekle karşı karşıya geliyoruz; evrenin kökeninde bir doğa üstü Akıl devreye girmiştir. Yoksa bir anda, hiç de o niyeti taşımamamıza rağmen, İlahi bir Varlık'ın var olduğuna dair bilimsel delillerle yüzyüze mi geliyoruz?
[iii]Ünlü moleküler biyolog Michael Denton ise, Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor adlı 1998 basımı kitabında şu yorumu yapmaktadır:
20. yüzyıl astronomisinde ortaya çıkan yeni tablo, geçmiş dört yüzyılda bilim çevrelerinde giderek yükselmiş olan varsayıma çok güçlü bir meydan okuma oluşturmaktadır. Bu, yaşamın evrensel tablo içinde tamamen rastlantısal ve önemsiz olduğu varsayımıdır....
Kısacası, ateizmin belki de en temel dayanağı olan “rastlantısal evren” kavramı bugün çökmüş durumdadır.

Doğa Bilimleri: Bİlİnçli Tasarımın Zaferi
 19. yüzyılda zirveye tırmanan ateizmin en önemli dayanağı, Darwin’in evrim teorisiydi.
Darwin, insanın ve tüm diğer canlıların kökeninin bilinçsiz doğa mekanizmaları olduğunu ileri sürdü ve böylece ateistlerin asırlardır açıklayamadıkları bu konuya sahte bir açıklama getirdi.
Nitekim devrin ateistleri Darwin’in teorisini büyük bir sevinçle karşıladılar. Marx ve Engels başta olmak üzere, 19. yüzyılın ateist düşünürleri bu teoriyi felsefelerinin temeli olarak belirlediler.
Ancak ateizmin bu en büyük dayanağı da, 20. yüzyıldaki bilimsel bulgularla yıkıldı. Fosil bilimi, biyokimya, anatomi, genetik gibi farklı bilim dallarının ortaya koyduğu kanıtlar, evrim teorisini çok farklı yönlerden çürüttü.
Darwin, canlı türlerinin hepsinin tek bir ortak atadan geldiğini, çok uzun zaman içinde küçük ve aşamalı değişimlerle farklılaştıklarını öne sürmüştü.
Bu iddianın kanıtlarının ise fosillerde, yani canlıların katılaşmış kalıntılarında bulunacağını ummuştu.
Ancak 20. yüzyıl boyunca yürütülen fosil araştırmaları bunun tam aksi bir tablo ortaya çıkarmıştır. Darwin’in teorisini kanıtlayacak tek bir “ara tür” fosili dahi bulunamamıştır.
Dahası, bilinen tüm temel canlı grupları, fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaktadır. Kendilerinden önce herhangi bir “ataları” bulunduğuna dair hiçbir iz yoktur.
Örneğin “Kambriyen Patlaması” olarak bilinen olgu, evrim teorisini yıkmaya yeterlidir. Bu erken jeolojik dönemde, hayvanlar alemindeki temel kategorilerin tamamına yakını aniden belirmiştir.
Vücut yapıları birbirlerinden tümüyle farklı olan yumuşakçalar, omurgalılar, eklembacaklılar, derisidikenliler gibi çok farklı kategorilerdeki canlılar, son derece kompleks organ ve sistemleriyle aniden ortaya çıkmışlardır.
Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu gerçek, evrim teorisini çürütmekte ve yaratılışı kanıtlamaktadır.
Darwin, teorisini ortaya atarken hayvan yetiştiricilerinin farklı köpek veya at cinsleri türetmeleri gibi örneklere dayanmıştı.
Bu canlılarda gözlenen değişimi tüm doğaya atfetmiş ve her canlının bu şekilde ortak bir atadan gelmiş olabileceğini savunmuştu.
Ancak 19. yüzyılın yetersiz bilim düzeyi içinde ortaya atılan bu iddia da 20. yüzyıldaki bulgularla çürüdü.
Farklı hayvan veya bitki türleri üzerinde onyıllar boyu yapılan gözlemler, canlılardaki çeşitlenmenin hiçbir zaman için belirli bir genetik sınırın ötesine geçmediğini gösterdi.
Öte yandan genetik deneyler, neo-Darwinizm’in bir “evrim mekanizması” olarak tanımladığı mutasyonların da canlılara hiçbir yeni genetik bilgi eklemediğini, aksine onlara hep zarar verdiğini ortaya koydu. Meyve sinekleri üzerinde yapılan sayısız mutasyon deneyinde, hep sakat bireyler ortaya çıktı.
Darwin’in teorisine göre, yeryüzündeki yaşamın cansız maddelerden başlamış olması gerekir. Peki ileri sürülen bu ilk canlı nasıl ortaya çıkmıştır?
Darwin bu konuya değinmemiş, sadece, “ilk canlı hücre, küçük sıcak bir göletin içinde ortaya çıkmış olabilir” diye yazmıştı.
Darwinizm’in bu açığını kapatmak niyetiyle konuya eğilen evrimci biyologlar ise, hayalkırıklığına uğradılar. Tüm gözlem ve deneyler, cansız maddenin içinden canlı bir hücrenin doğmasının tek kelimeyle imkansız olduğunu gösterdi.
20. yüzyılın ikinci yarısında bilim adamları bir şeyi daha keşfettiler.
Başta canlı hücresi ve içindeki kompleks organeller olmak üzere, canlılık, son derece kompleks tasarımlarla doludur.
Hiçbir kameranın kendisiyle boy ölçüşemeyeceği gözlerimiz; kuşların, uçuş teknolojisine ilham kaynağı olan kanatları; canlı hücresinin içiçe geçmiş karmaşık sistemleri veya DNA’daki olağanüstü bilgi… Tüm bunlar açık birer “tasarım örneği”dir …
Ve canlılığı kör rastlantıların ürünü sayan evrim teorisini çaresiz bırakmaktadır.
Bu bilimsel gerçekler, 20. yüzyılın sonunda Darwinizm’i köşeye sıkıştırmış durumdadır. Bugün başta ABD olmak üzere pek çok Batılı ülkede bilim adamları Darwinizm’i reddetmekte ve onun yerine “bilinçli tasarım” teorisini savunmaktadır.
Çünkü bilimsel kanıtlar, canlıların tesadüflerle değil tasarımla ortaya çıktığını göstermektedir. Kısacası bilim, tüm canlıları Allah’ın yaratmış olduğu gerçeğini bir kez daha tasdik etmektedir.
 Psikoloji: Freudizmin Yenilgisi

19. yüzyıldaki ateist dogmanın psikoloji alanındaki temsilcisi, Avusturyalı psikiyatrist Sigmund Freud idi.
Freud, ruhun varlığını reddeden ve insanın tüm ruhsal dünyasını cinsel dürtülerle açıklamaya çalışan bir psikoloji teorisi ortaya attı.
Freud, buhranların kaynağını açıkladığı iddiasındaydı. Oysa asıl onun teorisi yeni buhranlar körüklüyordu. İnsanı, sadece bencil tutkularını tatmin etmek için yaşayan bir tür hayvan olarak tanımlayan bu öğreti, ahlaki değerleri yozlaştırarak insanları yalnızlık, korku ve depresyona itiyordu.
Freud’dan etkilenen sanatçıların tabloları, bu öğretinin karanlık dünyasını tasvir ediyordu.
Freud’un en büyük saldırısı ise dine karşıydı. 1927’de yayınlanan Bir İlüzyonun Geleceği adlı kitabında, dini inancın sözde bir tür akıl hastalığı olduğunu ileri sürüyor ve insanlığın ilerlemesiyle birlikte dini inançların tamamen ortadan kalkacağını savunuyordu.
Sadece Freud değil, 20. yüzyılın diğer önde gelen psikologları da koyu birer ateistti: Davranışçı ekolün kurucusu Burhus Skinner ya da rasyonel-duygusal terapinin kurucusu olan Albert Ellis bu ateistlerin en ünlüleriydi . Sonuçta psikoloji dünyası ateizmin arka bahçesi haline geldi. 1972 yılında Amerikan Psikoloji Derneği üyeleri arasında yapılan bir araştırmaya göre, ülkedeki psikologların sadece % 1’i dini inanç sahibiydi .
[v]
Ama psikologların çoğunun içine düştüğü bu büyük aldanış, kendi yürüttükleri araştırmaları tarafından çürütüldü.
Öncelikle Freud’un teorilerinin hemen hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı ortaya çıktı. Dahası, dinin, Freud ve diğer bazı psikoloji teorisyenlerinin iddialarının aksine, zihinsel sağlığın çok temel bir ögesi olduğu anlaşıldı. Amerikalı yazar Patrick Glynn, bu önemli gelişmeleri şöyle özetler:
20. yüzyılın son çeyreği Freud’un kurduğu psikoanalitik vizyona hiç de uygun davranmadı. Bunun en dikkat çekici yönü ise, Freud’un din hakkındaki görüşlerinin tamamen yanlış çıkmasıydı. Son 25 yılda psikoloji alanında yapılan araştırmalar, dini inancın, Freud’un ve müridlerinin iddia ettiği gibi bir tür nevroz veya nevroz kaynağı olmak bir yana, genel zihinsel sağlık ve mutluluğun en tutarlı ögelerinden biri olduğunu ortaya çıkardı. Üstüste yapılan pek çok araştırma, dini inanç ve ibadetlerle; intihar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, boşanma ve depresyon gibi konulardaki sağlıklı davranışlar arasında güçlü bir ilişki olduğunu gösterdi.
[vi]Bir başka deyişle, ateizm, psikoloji alanında da hezimete uğradı.

Ateist İdeolojilerin Çöküşü
 
Ateizmin 20. yüzyıldaki çöküşü, sadece bilim dallarında değil, aynı zamanda siyaset ve toplumsal ahlak düzeyinde de geçerlidir.
Komünizmin yıkılması, bunun önemli örneklerinden biridir.
Komünizm 19. yüzyıldaki ateist sapmanın en önemli siyasi sonucuydu. İdeolojinin kurucuları olan Marx, Engels, Lenin, Troçki veya Mao, ateizmi en temel prensip olarak benimsediler.
Komünist rejimler ateizmi topluma yaymak ve dini inançları yok etmek istiyorlardı. Stalin Rusyası başta olmak üzere, Kızıl Çin, Kamboçya, Arnavutluk ve bazı Doğu Bloku Ülkeleri’nde başta Müslümanlar olmak üzere dindarlara karşı büyük baskılar uygulandı, hatta toplu kıyımlar gerçekleştirildi.
Ama bu kanlı ateist sistem, 1980’lerin sonunda çok şaşırtıcı bir şekilde çöktü. Aslında çöken şey, bizzat ateizmdi. Amerikalı yazar Patrick Glynn, konuyu şöyle açıklamaktadır:
Tarihçiler komünizmin çöküşüne giden faktörleri detaylı inceledikçe, Sovyet elitinin bir tür ateist “inanç krizi”nin sancıları içinde olduğu açığa çıkmaktadır… Ateist bir ideolojinin etkisinde yaşadıklarından dolayı, Sovyet sisteminin insanları çok köklü bir moral çöküntüsü yaşamıştır. Yönetici sınıf da dahil olmak üzere, Sovyet halkı her türlü ahlaki duyguyu ve her türlü umudu yitirmiştir.
Sovyet sisteminin bu büyük “inançsızlık krizi”nin ilginç bir göstergesi, devlet başkanı Mihail Gorbaçov’un yapmaya çalıştığı reformlardı. Gorbaçov başa geldiği günden itibaren, ekonomik reformların yanında ahlaki sorunlarla da ilgilendi, örneğin ilk olarak alkolizme karşı bir kampanya başlattı. Topluma moral verebilmek için uzun süre eski Marksist-Leninist kavramları kullandı, ancak bunun fayda etmediğini görünce, rejiminin son yıllarındaki bazı konuşmalarında Allah’tan söz etmeye dahi başladı—gerçekte bir ateist olmasına rağmen… Ancak kuşkusuz bu samimiyetsiz inanç sözleri fayda etmedi ve Soyvet toplumunun inanç krizi daha da büyüdü. Sonuç, dev Sovyet imparatorluğunun bir anda çökmesiydi.
20. yüzyılda sadece komünizm değil, 19. yüzyıldaki din aleyhtarı felsefelerin bir diğer meyvesi olan faşizm de yıkıldı.
Faşizm, ateizm ile putperestliğin sentezi sayılabilecek bir felsefenin ürünüydü.
Faşizmin fikir babası sayılan Friedrich Nietzsche, putperestliği övmüş, İlahi dinlere şiddetle saldırmış, hatta kendini “Deccal” olarak tanımlamıştı.
Nietzsche ve onun felsefesini izleyen Martin Heidegger, Nazi Almanyası’nın en büyük ilham kaynakları oldular.
Bu iki ateist düşünürün şiddeti öven ateist felsefesi, Nazi Almanyası’ndaki korkunç vahşetleri doğurdu.
Birer ateist olan Hitler ve kurmayları, Almanya’yı bir korku devletine dönüştürdükten sonra, tarihin en kanlı savaşını başlattılar.
II. Dünya Savaşı olarak anılacak bu cinnet, tam 55 milyon insanın hayatına mal oldu.
Naziler’in savaş sırasında kurdukları toplama kamplarında ise Yahudiler, Çingeneler, Slavlar gibi farklı etnik gruplar veya başta dindarlar olmak üzere Nazi ideolojisine aykırı düşen insanlar katledildiler.
Ateizmin bir diğer toplumsal sonucu ise, 20. yüzyılın ikinci yarısında liberal Batı toplumlarında ortaya çıktı.
Hıristiyan ailelerde yetişen Batı gençleri, Darwin, Marx ya da Freud gibi ateist ideologların öğretilerinin etkisiyle dine karşı öfke dolu bir akım geliştirdiler.
60’lı yıllarda ABD ve Batı Avrupa’da hızla gelişen bu akım, cinsel devrim kavramını ve bununla birlikte hippilik rüyasını doğurdu.
Hippiler, sınırsız uyuşturucu ve cinsellikle mutluluğu yakalayacaklarını sanıyorlardı.
John Lennon’un “dinin olmadığı bir dünya hayal et” şarkısıyla sokaklara dökülen bu gençler, aslında kitlesel bir aldanış içindeydiler.
Nitekim dinin olmadığı dünya, onlara çok kötü bir son hazırladı. 60’lı yılların hippi önderleri, 70’lerin başlarında birbiri ardına intihar ettiler ya da uyuşturucu komasından öldüler.
Karakolların duvarlarına asılan kayıp listelerindeki gençleri çoğu, uyuştucu kurbanlarıydı.
Aynı kuşağın şiddete başvuran gençleri ise yine şiddetle karşılık gördüler. Allah’tan ve dinden yüz çeviren; devrim ya da aşk gibi kavramların kendilerini kurtaracağını zanneden 68 kuşağının gençleri, hem kendilerini hem de toplumlarını harap ettiler.
Buraya kadar kısaca özetlediğimiz bilgiler, ateizmin kaçınılmaz bir çöküş içinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bir diğer ifadeyle insanlık Allah’a yönelmektedir. Bu gerçek, sadece burada aktardığımız bilim veya siyaset alanlarıyla sınırlı değildir. Ünlü devlet adamlarından sinema yıldızlarına veya pop sanatçılarına kadar, Batı toplumunun pek çok “kanaat önderi” eskisine göre daha dindardır. Uzun yıllar ateist olarak yaşadıktan sonra, gördüğü gerçekler karşısında Allah’a iman eden pek çok insan vardır.
Bu nedenledir ki, içinde yaşadığımız dönem, önemli bir dönemdir. Asırladır insanlara “akıl ve bilimin yolu” gibi gösterilmek istenen ateizmin büyük bir akılsızlık ve cehalet olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bilimi kendisine araç edinmek isteyen materyalist felsefe, bilimin kendisi tarafından çürütülmektedir.
Böyle olması da kaçınılmazdır. Çünkü ateizm, olabilecek en büyük akılsızlıktır.
[i] Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California, 1997, s. 19-20, 53[ii] John Maddox, "Down with the Big Bang", Nature, vol. 340, 1989, s. 378[iii] George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 27[iv] Denton, Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press, 1998, s. 14[v] Edwin R. Wallace IV, “Psychiatry and Religion: A Dialogue”, in Joseph H. Smith and Susan A. Handelman, eds., Psychoanalysis and Religion, John Hopkihs University Press, Baltimore, 1990, s. 1005[vi] Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California, 1997, s. 61[vii] Patrick Glynn, God: The Evidence, The Reconciliation of Faith and Reason in a Postsecular World, Prima Publishing, California, 1997, s. 161-62


BİLİMİN ROTASI DOĞRU ÇİZİLMELİDİR

"Ben derin bir imana sahip olmayan herhangi bir bilim adamı düşünemiyorum." Albert Einstein

Evreni ve içindeki varlıkları incelemenin ve Allah'ın yaratış sanatını keşfederek insanlığa açıklamanın yolu "bilim"dir. Dolayısıyla din, bilimi Allah'ın yaratışındaki detaylara ulaşmada bir yol olarak benimser ve bu nedenle bilimi teşvik eder.
Din, bilimsel araştırmaları teşvik ettiği gibi, dinin bildirdiği gerçeklere göre yönlendirilen bilimsel araştırmalar da çok hızlı ve kesin sonuçlar getirir. Çünkü din, evrenin ve canlılığın nasıl var oldukları sorusuna en doğru ve en kesin cevabı veren tek kaynaktır. Dolayısıyla doğru bir noktadan başlanarak yapılan araştırmalar, evrenin ve canlılığın varoluşuna ait sırları en kısa sürede, en az emek ve enerji harcayarak açığa çıkaracaktır. Dinin yol göstermediği bilim ise ilerleme gösteremez, kesin sonuçlara ulaşması çok zaman alır ve hatta çoğu zaman sonuç alınması mümkün olmaz.Bu gerçeği göremeyen, materyalist bilim adamları tarafından yönlendirilen bilimin, özellikle son iki yüzyıldır, ne kadar vakit kaybettiği, bu yolda yapılan çalışmaların büyük bir kısmının heba olduğu ve harcanan trilyonlarca liranın nasıl boşa gittiği gözler önündedir.İşte bu nedenle, insanların kesin olarak bilmeleri gereken bir gerçek vardır: Bilim ancak Allah'ın sonsuz kudretini, evrendeki yaratılış delillerini araştırma yönünde çalıştıkça doğru sonuçlara ulaşabilir. Ancak rotası doğru çizilirse, yani doğru yönlendirilirse bilimin gerçek amacına en kısa sürede ulaşması sağlanabilir.
Bilim Yanlış Yönlendirildiğinde
Bilimsel bir sürecin ilk aşaması hipotez belirlemedir ve bu süreç, bilim adamlarının benimsediği temel bakış açısı ile ilgilidir. Örneğin bilim adamları, sahip oldukları temel bakış açısı nedeniyle, "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan kendi kendini düzenleme yönünde bir eğilimi vardır" gibi bir hipotezle yola çıkabilirler. Sonra da bu hipotezi doğrulamak için yıllar süren araştırmalar yapabilirler. Ama maddenin böyle bir özelliği yoktur ve dolayısıyla tüm bu çaba başarısızlıkla sonuçlanır; ortaya çok büyük bir zaman ve imkan kaybı çıkar. Oysa eğer başlangıçta "maddenin, herhangi bir bilinçli düzenleme olmadan kendi kendini düzenlemesi mümkün değildir" fikri ile yola çıkılsa, buna dayalı bilimsel araştırmalar çok hızlı ve verimli ilerler.
Dikkat edilirse, bu nokta, yani hipotezi doğru belirleme noktası, bilimsel bulgulardan farklı bir kaynağı gerektirmektedir. Bu kaynağı doğru tespit etmek ise çok önemlidir, kaynağın yanlış belirlenmesi, bilim dünyasına, yıllar, onyıllar, hatta asırlar kaybettirebilir. İşte bu aranan kaynak, Allah'ın insanlara ulaştırdığı vahiydir. Çünkü Allah evrenin ve tüm canlıların Yaratıcısı'dır ve dolayısıyla bunlar hakkındaki en doğru, tartışmasız bilgi Allah'tan gelen bilgidir. Nitekim Allah Kuran'da bu konular hakkında bize önemli bilgiler vermektedir. Bunların en belirginlerini şöyle sıralayabiliriz:
1) Allah evreni yoktan var etmiştir. Hiçbir şey tesadüfi olaylar sonucunda veya kendiliğinden meydana gelmemiştir. Doğada ve tüm evrende tesadüflerin oluşturduğu bir kaos değil, bilinçli bir tasarımla yaratılan kusursuz bir düzen bulunmaktadır. 2) Üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin tüm özellikleri, insan yaşamına uygun olması için özel olarak tasarlanmıştır. Yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinde, yeryüzü şekillerinde, suyun ya da atmosferin özelliklerinde, insan yaşamına imkan sağlayan belirli bir amaç bulunmaktadır. 3) Tüm canlı türlerini Allah yaratmıştır. Dahası, bu canlıların hareketleri de Allah'tan gelen özel bir ilhamla gerçekleşmektedir.
Bu gerçekleri temel alan bir bilim anlayışı da hiç şüphesiz çok büyük bir başarı elde edecek, çok verimli bir biçimde insanlığa hizmet verecektir. Nitekim tarihte bunun açık örnekleri vardır. Müslüman bilim adamlarının dünyanın en ileri medeniyetine öncülük ettikleri 9. ve 10. yüzyıllar, bilimin yukarıda sayılan doğru temellere oturtulması sayesinde mümkün olmuştur. Batı'da da, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, paleontoloji gibi bilim dallarının tüm öncüleri, Allah'ın varlığına inanan ve O'nun yarattıklarını inceleme amacıyla araştırma yapan büyük bilim adamlarıdır.Ancak 19. yüzyılın ortalarından bu yana, bilim dünyası bu ilahi temelden uzaklaştırılmış ve materyalist felsefenin etkisi altına girmiştir. Materyalizm, maddenin mutlak varlığına inanır ve Allah'ı inkar eder. Materyalizm, bu iddialarını bilim dünyasına aşamalı bir biçimde benimsetmiş ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de bilimsel araştırmaların önemli bir bölümü bu iddiaları desteklemeye ayrılmıştır. Ancak bugün geriye dönüp bakıldığında, materyalizmin iddialarının bilime sadece zaman kaybettirdiğini görürüz. Çünkü bu iddiaların her birini ispatlayabilmek için on yıllar boyunca sayısız bilim adamı çabalamış, ancak ortaya çıkan sonuçlar bu iddiaların geçersizliğini göstermiştir. Bulgular, aynen Kuran'da haber verildiği gibi; evrenin yoktan yaratıldığını, insan yaşamını gözeten bir amaca göre tasarlandığını, canlılığın tesadüflerle doğması ve evrimleşmesinin imkansız olduğunu ispatlamıştır."Evrende Tasarım Yoktur" İddiasının Bilime Kaybettirdikleri
Materyalistler, evrende bir amaç ve tasarım olmadığını da iddia etmişlerdir. Evrendeki tüm denge, ahenk ve uyumun sadece tesadüflerin bir eseri olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu iddia da yine 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim dünyasına hakim olmuş ve bilimsel çalışmalara yön vermiştir.Örneğin, evrende bir tasarım olmadığını gösterebilmek amacıyla, "kaos teorisi" adlı bir varsayım ortaya atılmıştır. Bu teori uyarınca, kaosun (karmaşanın) içinden kendi kendine düzenlilik oluşabileceği iddia edilmiş ve bu iddiayı destekleyebilmek için sayısız bilimsel çalışma yapılmıştır. Matematiksel hesaplar, teorik fizik çalışmaları, fiziksel deneyler ve kimyasal araştırmalar, hep "evrenin bir kaosun ürünü olduğu nasıl gösterilebilir" sorusuna cevap bulmak için sürdürülmüştür. Oysa yapılan her yeni araştırma, kaos ve tesadüf varsayımlarını biraz daha geçersiz kılmış ve evrende çok büyük bir tasarım bulunduğunu göstermiştir. Özellikle 1960'lı yıllardan itibaren yapılan araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Evrim Safsatasını Kanıtlama Çabalarının Bilime Kaybettirdikleri
Bilimin yanlış temeller üzerine oturtulmasının en somut örneğini, Darwin'in evrim teorisinde görmek mümkündür. 140 yıl öncesinde bilim dünyasının gündemine giren bu teori, gerçekte tüm bilim tarihinin en büyük yanılgısını oluşturmaktadır. Evrim teorisi, canlılığın tesadüfler sonucunda bazı cansız maddelerin biraraya gelmeleriyle oluştuğunu iddia eder. Aynı iddiaya göre, tesadüfen oluşan bu canlılar yine tesadüfler sonucu evrimleşerek başka canlılara dönüşmüştür. Bu senaryonun ispatlanması için bir buçuk asırdır çok büyük bir çaba harcanmakta, ama bilimsel deliller hep teorinin aleyhinde çıkmaktadır. Aksine bulunan bütün deliller evrimin asla gerçekleşmediğini, canlıların birbirine aşamalı dönüşümünün söz konusu olmadığını, tüm canlı türlerinin ayrı ayrı ve oldukları şekilde yaratıldıklarını göstermektedir.Evrimciler, tüm bu açık delillere rağmen, evrimi ispatlamak için sayısız araştırma ve deneyler yapmakta, sadece safsatalardan ve aldatmacalardan ibaret ciltlerce kitap yazmakta, enstitüler kurup, konferanslar verip, televizyon programları hazırlamaktadırlar. Gerçek olmayan bir iddia için binlerce bilim adamının, hesapsız paranın ve imkanın heba edilmesi insanlık için çok önemli bir kayıptır. Tüm bu zarar yerine eğer bu imkanlar yerinde kullanılmış olsaydı, bugüne kadar bilimde çok faydalı konularda, çok önemli adımlar atılmış, kesin sonuçlar elde edilmiş olabilirdi. Bazı bilim adamları ya da düşünürler, evrimin ne denli büyük bir yanılgı olduğunu görmektedirler. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük alay konularından biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşaklar, bu kadar dayanaksız ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.
1 Sonuç
Çevremizde ve içinde yaşadığımız evrende, yaratılışa ait sayısız delil bulunmaktadır. Bir sivrisinekteki hayranlık verici sistem, bir tavuskuşunun kanatlarındaki muhteşem sanat, göz gibi karmaşık ve mükemmel bir organ ve daha milyonlarca varlık iman eden insanlar için Allah'ın varlığının ve O'nun üstün ilminin ve aklının delilleridir. Yaratılış gerçeğini kabul eden bir bilim adamı da, doğayı bu gözle inceleyecek ve yaptığı her gözlemden, düzenlediği her deneyden büyük bir zevk alacak, yeni araştırmalar için ateşleyici güç bulacaktır.Oysa evrim ve materyalizm gibi hurafelere inanmak ve bunları bilime rağmen savunmaya çalışmak, psikolojik yönden bilim adamlarını da sıkıntıya sokar. Evrendeki ahenk ya da canlılardaki tasarım, onlar için büyük bir sıkıntı kaynağı olur. Gördükleri apaçık delillere gözlerini kapatan bu kişilerde, doğal olarak gerçeklere karşı umursuzluk ve buna bağlı bir yargı bozukluğu gelişir. Hıristiyanlara seslenirken; "eğer bir heykelin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler"
2 diyen ünlü evrimci Richard Dawkins, bu yargı bozukluğuna sahip kişilerebir örnekdir.Bilimin ilerleyebilmesi, için bu 19. yüzyıl artıklarının bir kenara bırakılması ve özgürce düşünen ve gördüğü gerçeği kabul etmekten çekinmeyen bilim adamları gerekmektedir.
DİPNOTLAR
1. Malcom Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 59 2. Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton, 1986, s. 159

MİKRODÜNYA VE TESADÜF

Tesadüf iddiasının ne derece bilim dışı olduğunu örneklendirmeye cansız ve canlı dünyanın en küçük yapı taşlarından başlayacağız. Atomu ve canlı hücreyi inceleyeceğiz. Moleküler dünyayı incelemekteki amacımız evrenin en küçük yapı taşlarındaki mükemmel düzen ve organizasyona dikkat çekerken, tesaüf kavramının daha ilk aşamada yerle bir olduğuna şahitlik etmek olacaktır. Bir örnek vermek gerekirse
Inşaa edilmemiş 200 katlı bir binanın tuğlaları yokken 200. kattaki oturma odasının duvarında asılı olan tabloyu konuşmanın anlamı kalmaz. Tuğlası olmayan bina çöker. Bina inşaati bir plan,proje,çalışan işçiler,inşaat malzemelerini üreten fabrikalar ve mimari hesaplara ihtiyaç duyuyorsa tüm evreni meydana getiren o en küçük tuğlalarada muhteşem bir plan hakimdir. Gelin birlikte atomu inceleyelim.


Atomun Meydana Gelişi

Big Bang teorisinin de bir kez daha ortaya koyduğu gibi, Allah evreni yokluktan var etmiştir. Bu büyük patlama, her yönüyle insanı düşündüren, tesadüflerle izah edilemeyecek ince hesaplar ve detaylarla doludur.
Patlamanın her anındaki sıcaklık, atom parçacıklarının sayısı, o anda devreye giren kuvvetler ve bu kuvvetlerin şiddetleri çok hassas değerlere sahip olmalıdır. Bu değerlerin birinin bile sağlanamaması durumunda, bugün içinde yaşadığımız evren var olamazdı. Kastettiğimiz değerlerin herhangi birinin matematiksel olarak "0"a yakın bir miktarda dahi değişmesi, bu sonu hazırlamaya yeterlidir.
Kısacası evren ve onun yapı taşı olan atomlar Büyük Patlama anından hemen sonra Allah'ın yarattığı bu dengeler sayesinde yoktan var olmaya başlamıştır. Bilim adamları bu oluşum sırasında meydana gelen olayların mükemmel zamanlamalarını ve bu zamanlamalarda devrede olan fizik kurallarının düzenini anlamak için sayısız çalışmalar yapmışlardır. Bugün artık bu konuda çalışma yapan tüm bilimadamlarının kabul ettiği gerçekler sitemizin devam sayfasında verilmiştir.
"0" anı: Ne maddenin, ne de zamanın var olmadığı ve patlamanın gerçekleştiği bu "an", fizikte t (zaman) = 0 anı olarak kabul edilmektedir. Yani t=0 anında hiçbir şey yoktur. Yaratılmanın başladığı bu "an"dan önceyi tarif edebilmek için, o anda var olan fizik kurallarını bilmemiz gerekir. Çünkü şu an var olan fizik kanunları patlamanın ilk anlarında geçerli değildir.
Fiziğin tanımlayabildiği olaylar en küçük zaman birimi olan 10-43 saniyeden itibaren başlar. Bu, insan aklının asla kavrayamayacağı bir zaman dilimidir. Peki acaba, hayal bile edemediğimiz, bu küçük zaman aralığında neler olmuştur? Fizikçiler bu anda meydana gelen olayları tüm detaylarıyla açıklayabilecek bir teoriyi şu ana kadar geliştirememişlerdir.
(1)
Çünkü bilim adamlarının ellerinde hesap yapabilmeleri için gereken malzeme yoktur. Matematik ve fizik kurallarının tanımları bu sınırda tıkanıp kalmıştır. Yani her bir detayı çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bu patlamanın öncesi de, bu ilk anları da fiziğin ve insanın kavrama gücünün ötesinde bir yaratılışa sahiptir...
Zamanın olmadığı bir andan başlayan bu yaratılışı an an madde evreninin ve fizik kurallarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şimdi bu patlamada çok kısa süre içerisinde büyük bir hassasiyetle meydana gelen olaylara bir göz atalım:
Yukarıda da belirttiğimiz gibi fizikte her şey 10-43 saniye sonrasından itibaren hesaplanabilir ve ancak bu andan sonra enerji ve zaman tarif edilebilir. Yaratılışın bu anında, sıcaklık değeri 1032 (100.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000) derecedir. Bir kıyaslama yapacak olursak, güneşin sıcaklık derecesi milyonlarla (108), güneşten çok büyük yıldızların sıcaklığı ise ancak milyarlarla (1011) ifade edilir. Şu an tespit edebildiğimiz en yüksek sıcaklık milyar derecelerle sınırlıyken, 10-43 anındaki sıcaklığın ne derece yüksek olduğu konusunda bir kıyas yapabilmek mümkündür.
10-43 saniyelik bu dönemden bir aşama ileri gidip saniyenin 10-37 olduğu zamana geliriz. Bu iki süre arasındaki aralık bir-iki saniye gibi bir an değildir. Saniyenin katrilyon kere katrilyonda biri kadar bir zaman aralığından bahsedilmektedir. Sıcaklık yine olağanüstü yüksek olup 1029 (100.000.000.000.000.000.000.000.000.000)°C değerindedir. Bu aşamada henüz atomlar yaratılmamıştır.
(2)
Bir adım daha atıp 10-2 saniyelik döneme giriyoruz. Bu aralık, bir saniyenin yüzde birini ifade etmektedir. Bu zaman dilimi içinde sıcaklık 100 milyar derecedir. Bu dönemde "ilk evren" şekillenmeye başlamıştır. Daha atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötron gibi parçacıklar görünürde yoktur. Ortada sadece elektron ve onun zıttı olan pozitron (anti-elektron) vardır. Çünkü evrenin o anki sıcaklığı ve hızı sadece bu parçacıkların oluşmasına izin verir. Yokluğun ardından patlama gerçekleşeli daha 1 saniye bile geçmeden, elektron ve pozitronlar oluşmuştur.
Bu andan sonra oluşacak her atom parçacığının hangi anda ortaya çıkacağı çok önemlidir. Çünkü şu andaki fizik kurallarının ortaya çıkması için her parçacık özel bir anda ortaya çıkmak zorundadır. Hangi parçanın önce oluşacağı çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu sıralama ya da zamanlamadaki en ufak bir oynama sonucunda, evrenin bugünkü haline gelmesi mümkün olmazdı.
Şimdi burada durup biraz düşünelim.
Büyük Patlama teorisi, evreni oluşturan tüm maddenin yokluktan ortaya çıktığını göstermesiyle Allah'ın varlığının bir delilini ortaya koymuş oldu. Ancak bununla kalmadı, Büyük Patlama'nın ardından henüz 1 saniye bile geçmeden atomun yapıtaşlarının da yoktan var olduğunu gösterdi. Bu parçacıkların sahip olduğu inanılmaz denge ve düzene dikkat etmek gerekir. İlerleyen sayfalarda daha detaylı anlatacağımız bu dengeler sayesinde evren bugünkü durumundadır ve yine bu dengeler sayesinde bizler yaşamımızı rahatça sürdürebiliriz. Kısacası, büyük bir karmaşa ve düzensizlik yaratması beklenebilecek bir patlamanın ardından mükemmel bir düzen, bizlerin "fizik kuralları" olarak adlandırdığı değişmeyen kanunlar ortaya çıkmıştır. Bu ise, Büyük Patlama da dahil evrenin yaratılışından itibaren her anın kusursuzca tasarlandığını bizlere kanıtlamaktadır.
Şimdi kaldığımız yerden gelişmeleri izlemeye devam edelim. Bir aşama sonra, 10-1 saniye kadar bir zamanın geçtiği bir ana geliriz. Bu sırada sıcaklık 30 milyar derecedir. t=0 anından bu döneme gelene kadar henüz 1 saniye bile geçmemiştir. Ancak atomun diğer parçacıkları olan nötron ve protonlar artık belirmeye başlamıştır. Daha sonra kusursuz yapılarını inceleyeceğiniz nötron ve protonlar, işte bu şekilde yokluktan "an"dan bile kısa bir süre içerisinde yaratılmışlardır.
Patlamadan sonraki 1. saniyeye gelelim. Bu dönemdeki kütlesel yoğunluğun derecesine baktığımızda, yine olağanüstü büyük bir rakamla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Yapılan hesaplamalara göre bu dönemdeki mevcut kütlenin yoğunluk değeri, litre başına 3.8 milyar kilogramdır. Milyar kilogram olarak ifade edilen bu rakamı, aritmetik olarak tespit edebilmek ve bu rakamı kağıt üzerinde göstermek kolaydır. Ancak, bu değeri tam olarak kavrayabilmek mümkün değildir. Bu rakamın büyüklüğünü daha kolay ifade edebilmek için çok basit bir örnek verecek olursak; "Himalayalardaki Everest tepesi bu yoğunluğa sahip olsaydı, kazanacağı çekim kuvveti ile dünyamızı bir anda yutabilirdi" diyebiliriz.
(3)
Bir sonraki zaman diliminin en belirgin özelliği ise sıcaklığın oldukça düşük bir değere ulaşmış olmasıdır. Evren artık yaklaşık 14 saniyelik bir ömre sahiptir ve sıcaklık da 3 milyar derecedir ve çok müthiş bir hızla genişlemeye devam etmektedir.
Hidrojen ve helyum çekirdekleri gibi kararlı atom çekirdeklerinin oluşmaya başladığı dönem de işte bu dönemdir. Yani bir proton ile bir nötron ilk defa yan yana durabilecekleri bir ortam bulmuşlardır. Kütleleri var ile yok arası olan bu iki parçacık olağanüstü bir çekim oluşturarak, o müthiş yayılma hızına karşı koymaya başlamışlardır. Ortada son derece bilinçli, kontrollü bir gidiş olduğu bellidir. İnanılmaz bir patlamanın ardından, büyük bir denge, hassas bir düzen oluşmaktadır. Protonlar ve nötronlar bir araya gelmeye, maddenin yapı taşı olan atomu oluşturmaya başlamışlardır. Oysa bu parçacıkların, maddeyi oluşturabilmek için gerekli hassas dengeleri sağlayabilecek bir güce ve bilince sahip olmaları elbette ki mümkün değildir.
Bu oluşumu takip eden dönemde, evrenin sıcaklığı 1 milyar dereceye düşmüştür. Bu sıcaklık güneşimizin merkez sıcaklığının 60 katıdır. İlk dönemden bu döneme kadar geçen süre sadece 3 dakika 2 saniyedir. Artık foton, proton, anti-proton, nötrino ve anti-nötrino gibi atom altı parçacıklar çoğunluktadır. Bu dönemde var olan tüm parçacıkların sayıları ve birbirleri ile olan etkileşimleri çok kritiktir. Öyle ki, herhangi bir parçacığın sayısındaki en ufak bir farklılık, bunların belirlediği enerji düzeyini bozacak ve enerjinin maddeye dönüşmesini engelleyecektir.
Örneğin elektron ve pozitronları ele alalım: Elektron ve pozitron bir araya geldiğinde enerji açığa çıkar. Bu sebeple ikisinin de sayıları çok önemlidir. Diyelim ki 10 birim elektron ve 8 birim pozitron karşı karşıya geliyor. Bu durumda, 10 birim elektronun 8 birimi, yine 8 birim pozitronla etkileşime girer ve böylece enerji açığa çıkar. Sonuçta, 2 birim elektron serbest kalır. Elektron, evrenin yapı taşı olan atomu oluşturan parçacıklardan biri olduğundan, evrenin var olabilmesi için bu dönemde gerekli miktarda elektron olması şarttır. Az önceki örnek üzerinde düşünmeye devam edersek, karşı karşıya gelen elektron ve pozitronlardan, eğer pozitronların sayısı daha fazla olsaydı, sonuçta açığa çıkan enerjiden elektron yerine pozitronlar arta kalacak ve madde evreni asla oluşamayacaktı. Pozitron ve elektronların sayısı eşit olsaydı, bu kez de ortaya sadece enerji çıkacak, maddesel evrene dair hiçbir şey oluşmayacaktı. Oysa elektron sayısındaki bu fazlalık, sonradan evrendeki protonların sayısına eşit olacak şekilde çok hassas bir ölçüyle ayarlanmıştır. Çünkü daha sonradan oluşacak olan atomda, elektron ve proton sayıları birbirine eşit olacaktır.
İşte, Büyük Patlama'dan sonra ortaya çıkan parçacıkların sayısı bu kadar ince bir hesapla belirlenmiş ve sonuçta madde evreni oluşabilmiştir. Prof. Dr. Steven Weinberg bu parçacıklar arasındaki etkileşimin ne derece kritik olduğunu şu sözleriyle vurgulamaktadır:
Evrende ilk birkaç dakikada gerçekten de kesin olarak eşit sayıda parçacık ve karşıt parçacık oluşmuş olsaydı, sıcaklık 1.000.000.000 derecenin altına düştüğünde, bunların tümü yok olur ve ışınım dışında hiçbir şey kalmazdı. Bu olasılığa karşı çok iyi bir kanıt vardır: Var olmamız. Parçacık ve karşı parçacıkların yok olmasının ardından şimdiki evrenin maddesini sağlamak üzere geriye bir şeylerin kalabilmesi için, pozitronlardan biraz daha çok elektron, karşı protonlardan biraz daha çok proton ve karşı nötronlardan biraz daha çok nötron var olmalıydı.
(4)
İlk dönemden bu yana toplam 34 dakika 40 saniye geçmiştir. Evrenimiz artık yarım saat yaşındadır. Sıcaklık milyar derecelerden düşmüş, 300 milyon dereceye ulaşmıştır. Elektronlarla pozitronlar birbirleriyle çarpışarak enerji açığa çıkarmayı sürdürürler. Artık atomu oluşturacak olan parçacıkların sayıları, madde evreninin oluşmasına imkan sağlayacak şekilde dengelenmiştir.
Patlamanın hızının nispeten yavaşlamasıyla birlikte neredeyse kütlesi dahi olmayan bu parçacıklar birbirlerinin etkisine girmeye başlarlar. İlk hidrojen atomu, bir elektronun bir protonun yörüngesine girmesiyle oluşur. Bu oluşumla birlikte evrende göreceğimiz temel kuvvetlerle tanışmış oluruz.
İnsan kavrayışının çok üstünde bir tasarım ürünü olan ve yapıları çok hassas dengeler üzerine oturan bu parçacıkların tesadüfler sonucu bir araya gelip, üstelik de hepsinin aynı davranışta bulunmaları kuşkusuz imkansızdır. Bu kusursuzluk, üzerinde araştırma yapan herkesi çok önemli bir gerçeğe götürür. Ortada üstün bir "yaratılış" ve bu yaratılışın her anında eşsiz bir kontrol vardır. Çünkü patlama sonrasında meydana gelen her parçacığın belirli bir zamanda, belirli bir ısıda ve belirli bir hızla oluşmaları gerekir. Öyleki bu haliyle, adeta kurulmuş bir saat gibi çalışan bu sistem, çalışmaya başlamadan önce bu ince ayarlarıyla birlikte programlanmıştır. Yani büyük patlama ve onun sonucunda ortaya çıkan kusursuz evren, patlama başlamadan önce tasarlanmış ve daha sonra harekete geçirilmiştir.
Evreni düzenleyen, tasarlayan ve kontrol eden bu irade, elbette ki her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır.
Bu tasarım yalnızca atomda değil, evrenin büyük küçük her kütlesinde gözlemlenebilir. Başlangıçta birbirinden ışık hızıyla kopup uzaklaşan bu parçacıklardan yalnızca hidrojen atomları oluşmakla kalmamış, bugünkü evrenin içerdiği bütün muazzam sistemler, diğer atomlar, moleküller, gezegenler, güneşler, güneş sistemleri, galaksiler, kuasarlar, vs. muhteşem bir plan, ölçü ve denge içinde sırayla meydana gelmişlerdir. Sadece bir atomun oluşması için gereken parçacıkların şans eseri bir araya gelmeleri, hassas dengeleri oluşturmaları dahi imkansızken, gezegenlerin, galaksilerin, kısacası evrendeki işleyişi sağlayan tüm sistemlerin hepsinin teker teker şans eseri oluşup dengelere kavuştuğunu iddia etmek tamamen akıl ve mantık dışı olur. Bu eşsiz tasarımı yapan irade tüm evrenin Yaratıcısı olan Allah'tır.
Oluşumu tek başına bir mucize olan hidrojen atomunu diğer atomların oluşması takip etmiştir. Ancak, burada hemen akla "diğer atomlar neye göre oluştu, niçin tüm proton ve nötronlar sadece hidrojen atomunu oluşturmadılar, parçacıklar hangi atomdan ne kadar oluşturacaklarına nasıl karar verdiler?..." gibi sorular gelmektedir. Bu soruların cevabı bizi yine aynı sonuca götürmektedir: Hidrojenin ve onu takip eden tüm atomların ortaya çıkışında büyük bir kudret, kontrol ve tasarım vardır. Bu kontrol ve tasarım insan aklının sınırlarını zorlayan, ortada açık bir "yaratılış" olduğunu gösteren özelliktedir. Büyük Patlama ile ortaya çıkan fizik kuralları, aradan geçen yaklaşık 17 milyar yıllık zamanda herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Üstelik bu kurallar öyle ince hesaplar neticesinde var edilmişlerdir ki, bugünkü değerlerinden milimetrik sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni alt üst edebilecek sonuçlar doğurabilir. Bu noktada ünlü fizikçi Prof. Stephen Hawking'in konuyla ilgili sözleri ilgi çekicidir. Hawking, anlatılan olayların aslında kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar üzerine kurulduğunu şöyle açıklamaktadır:
Eğer Big Bang'ten bir saniye sonra genişleme oranı, 100.000 milyon kere milyonda bir değeri kadar az olsaydı, evren genişlemeyi bırakıp kendi içine çökecekti.
(5)
Bu derece ince hesaplar üzerine kurulmuş olan Büyük Patlama, zamanın, mekanın ve maddenin kendiliğinden var olmadığını, herşeyin Allah tarafından yaratıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü yukarıda anlatılan olayların, başıboş tesadüfler sonucu meydana gelmesi ve evrenin yapı taşı olan atomu oluşturması kesinlikle mümkün değildir.
Nitekim bu konu ile ilgilenen pek çok bilim adamı evrenin yaratılışında sonsuz bir kuvvetin varlığını ve büyüklüğünü kabul etmiş durumdadır. Ünlü astrofizikçi Hugh Ross evrenin Yaratıcısı'nın tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle açıklar:
Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer zaman, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlıyor.
(6)
Big Bang'in en önemli özelliği, bu teoriyle insanların Allah'ın gücünü daha iyi anlama imkanı bulmalarıdır. İçinde barındırdığı tüm maddelerle birlikte bir evrenin yoktan meydana gelmesi Allah'ın gücünün en büyük delillerindendir. Patlama sırasındaki enerjinin hassas dengesi ise, Allah'ın ilminin sonsuzluğunu düşündürtmeye yönelik çok büyük bir işarettir.

Dipnotlar:
 
 Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yayınları, s.185 - ( Colin A. Ronan, The Universe Explained, The Earth-Dwellers's Guide to the mysteries of Space, Henry Holtand Company, s. 178, 179) - Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi Yayınları, s.186 - Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, (The First Three Minutes), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları serisi, 1995, s. 84 - Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet, s.9 - Hugh Ross, The Creator and the Cosmos, How Greatest Scientific Discoveries of the Century Reveal God, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 76

EVRENDEKİ KUVVETLERİN HASSAS ORANI
Bu kurallar bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet" çevresinde toplanır. Bu kuvvetler evrendeki bütün düzeni ve sistemi oluşturmak için Büyük Patlama'dan hemen sonra, ilk atom altı parçacıkların oluşumuyla birlikte ve özel olarak belirlenmiş zamanlarda ortaya çıkmışlardır. Atomlar, yani madde evreni, ancak bu kuvvetlerin etkisiyle var olabilmiş ve evrene çok düzenli bir tasarımla dağılmışlardır. Bu kuvvetler yerçekimi kuvveti olarak bildiğimiz kütle çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Bunların hepsi birbirinden farklı şiddete ve etki alanına sahiptir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Yeryüzündeki bu kusursuz düzen, bu kuvvetlerin çok hassas değerlerinin bir sonucudur. İlginç olan ise bu kuvvetlerin birbirleri ile karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü Big Bang sonrasında ortaya çıkan ve evrene dağılan maddeler, aralarında uçurumlar olan bu kuvvetlere göre belirlenmiştir. Bu kuvvetlerin farklı değerlerini birbirlerine oranla şöyle gösterebiliriz



Güçlü nükleer kuvvet 15
Zayıf nükleer kuvvet 7.03X10 üzeri-3
Yer çekimi kuvveti 5.90X10 üzeri -39
Elektromanyetik kuvvet 3.05X10 üzeri -12
Yorum: Yukarıda belirtilmiş rakamlara dikkatlice bakalım. Bunlar birbirlerinden tamamen farklı değerler. İlk üç kuvvet atomu ve çekirdeğini bir arada tutan, elektronların yörüngelerinde saniyede 1000 km süratle dönmesini sağlayan kuvvetler. Yer çekimi veya kütle çekim kuvveti ise evrendeki tüm cisimlerin birbirleriyle olan etkileşimi,yörüngelerindeki çekim ve itme kuvvetlerinin değeridir.Şimdi birlikte düşünelim, uzayda trilyarlarca atom herbiri tesadüflerle bir araya gelip bu kuvvetleri oluşturma planını nasıl yapsın? Uzayın heryerinde bu kuvvetler ve düzen hakimdir.En uzak galakside bile atom aynı atomdur ve her an aynı tepkileri verir. Bu atomlar birbirleriyle tanışmadıklarına ve aynı okulu bitirmediklerine göre onlara boyun eğmeleri gereken kuvvetleri ve planı yaratan bir güç olmak zorundadır.O güç aynı zamanda birbirinden bağımsız bu kuvvetleri organize bir şekilde koordine etmeli ve bozulmaktanda korumalıdır çünkü bu kuvvetlerdeki en küçük değişiklik uzaydaki trafiği ve düzeni alt üst eder ve herşey bozulmaya uğrar.Bu güç tüm evrene ve içindekilere hakim olan Allah'tır.

CANLI MOLEKÜLER DÜNYADAKİ NANOTEKNOLOJİ TESADÜF İNANCINI YIKTI

DEV UZAY GEMİSİ: HÜCRE

Moleküler Biyolog Prof. Michael Denton: Moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan yaşam gerçeğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bir milyon kez büyütmemiz gerekir. Bu durumda hücre New York yada Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Hücrenin yakınına gelip onu incelediğimizde, üzerinde milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Ve eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve bizi şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle yüzyüze geliriz.
(Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Yorum: Yukarıdaki resimlerin ilkinde Londra şehrinin uyduyla alınmış resmini görüyoruz. Nasılda karmakarışık görünüyor değilmi?Fakat biz biliyoruzki modern bir şehirde karmaşa değil büyük bir teknoloji ve düzen hakimdir. Diğer resim ise hücrenin binlerce kez büyütülmüş bir kesitididir. Aynı kompleks yapının daha teknolojik bir modeli burada karşımıza çıkıyor. Aradaki fark Londra şehrinin teknolojik düzeninin meydana çıkması için insanlar yıllarca çalıştılar. Fabrikalar, enerji tesisleri,elektrik ve telefon ağları,ulaşım için yollar,atık sistemleri kurdular. Hücrede ise bu saydıklarımızın tamamı ve daha ulaşamadığımız boyutta hücre ilk yaratıldığı andan itibaren vardı. Şimdi bir an düşünelim. Koca şehrin içindeki sistemlerle birlikte, tesadüflerle kendiliğinden ama zaman içinde ortaya çıktığını söyleyebilecek biri varmıdır? Peki daha teknolojik bir yapının milimetrenin 1000 de birine sıkıştırılmış hali için tesadüflerle kendiliğinden miyonlarca yılda ortaya çıktı ve canlandı demek aynı derecede mantıksız bir iddia olacaktır. Bu iddiaların evrim teorisi adı altında yandaş bulma sebebi, tesadüfe iman etmiş bilim adamları tarafından söylenmiş olmalarıdır.

Hücre ve Yapıtaşları Proteinlerde Tesadüf İddiası Matematiksel Olarak Çökmüştür

Prof. Fred Hoyle ve Chandra Wickramansinghe (Wickramansinghe Cardiff Üniversitesi'nde, Uygulamalı Matematik ve Astronomi profesörüdür): ... Hayat tesadüfi bir başlangıca sahip olamaz. Evrende var olan bütün maymunları birer daktilonun başına oturtsanız ve bu maymunlar rastgele daktilonun tuşlarına bassalar, bu maymunlardan birinin bile Shakespeare'in bir çalışmasını oluşturmaları kesinlikle imkansızdır. Hatta pratikte yanlış denemelerin konması için gereken çöp kutularının yetmemesi sebebinden dolayı da bu imkansızdır. Aynısı canlı maddeler için de doğrudur. Hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı için 1 sayısının yanına 40.000 sıfır koyun. İşte hayatın cansız maddeden kendi kendine oluşma olasılığı bu sayıda bir ihtimaldir… Eğer insan, sosyal inançlardan dolayı veya "bilimin evrime inanması gerekir" şeklindeki eğitiminden dolayı ön yargılı hale gelmemişse bu basit hesap Darwin'i ve tüm teoriyi gömmek için yeteri derecede olanaksız bir sayıdır. Ne bu gezegende ne de bir başkasında, hiçbir ilkel çorba yoktu ve eğer hayatın başlangıcı rastgele değilse, o zaman belli bir amaca yönelik bir aklın ürünü olmalıdır.(Sir Fred Hoyle-Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York: Simon and Schuster, 1984, s. 148)

Sadece Proteinlerin Tesadüfen Oluşmaları İçin Gerekli Matematiksel Hesap:
10 üzeri950 =
100.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.
000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000. 000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000.000000.

500 amino asitli ortalama bir protein molekülünün uygun çeşit ve sıralamada dizilmeleri ihtimalinin yanısıra, içerdiği amino asitlerin hepsinin yalnızca sol-elli olması ve bu amino asitlerin her birinin de yalnızca peptid bağı kurması ihtimali 10950'de "1" ihtimaldir. 1'in yanına 950 sıfırın gelmesiyle oluşan bu sayıyı yukarıdaki gibi de yazabiliriz.
 
Yorum: Yukarıda gördüğümüz olasılıksızlık hesabı sadece hücrenin yapıtaşları için geçerlidir. Bu olasılıksızlığın açılımı şudur. Tesadüfe inananlar teorilerini bina etmeden önce binanın en küçük yapıtaşlarının nasıl meydana geldiğini ve tesadüfen oluşma ihtimallerini ortaya koymaları gerekir. Ortalama 500 amino asitten oluşan bir protein (binlerce amino asitlik proteinler vardır) in oluşması için (sadece doğru kombinasyon,canlanması için değil) 10 rakamının yanına 950 tane sıfır koyalım, bu kadar farklı deneme yanılma gerekir ve bu denemelerden sadece 1 tanesi doğru dizilim olacaktır. Örneği genişletelim. Masaya 500 amino asiti koyalım ve birleştirip bozmaya başlayalım. Aynı yapboz gibi deniyoruz. Öyle hızlı denemeler yapalımki saniyede 1 kere denesek ve tüm evrenin tarihi boyunca devam etsek deneme adedi 10 üzeri 17 olacaktır çünkü evren bukadar saniye yaşındadır. Çok hızlıyız diyelim saniyede 100 veya 1000 deneme yapalım. Rakam 10 üzeri 20 yi geçemez. Çok yorulduk ama bize gerekli olan 10 üzeri 950 denemeye ulaşmamız için daha trilyonlarca yıl denemeye devam etmemiz lazım. Dikkat edin deneyelim dedik, gerekli dizilimi bulalım dedik yani akıllı bir insanın şuurlu denemeleri ve düzenlemelerinden bahsediyoruz buna ramen rakama ulaşamadık. Tesadüfe inananlar bu denemeleri doğanın yaptığını iddia ediyorlar. Aklı başında insanın laboratuarda bugün üretemediği proteini şuursuz atomların deneyerek gerekli dizilime ulaşmaları ve ulaştığı anda tamam oldu diyerek koruma altına almaları sonra onu canlandırmaları ne bilime ne akla sığar bir açıklama değildir. Evren tarihi bir protein oluşumunda tesadüfe izin vermezken olasılıksızlık daha kompleks yapı olan hücrede 10 üzeri 40 bine çıkar yani tüm tesadüf ümitleri söner. Pekala tesadüfçiler bu ihtimalsizliklere hala nasıl inanıyorlar? Birazdan bununda üzerinde duracağız.

Proteindeki Kompleks Plan:

Yukarda gördüğümüz biyokimyasal plan bir proteinin hücre içindeki üretim şemasını ortaya koyuyor. Bu şemayı bilim adamları son dönem bilimsel bulgular ışığında ortaya koydular. Biz şuurlu insanlar bu şemaya bakarak protein üretmeyi denesek başaramayız. Bu durumda şuursuz atomların bu şemayı çözümleyecek ve üretecek bir biyoloji ve kimya eğitiminden geçmiş olmalarını beklemek çok enteresan bir anlayış olacaktır.
 
Nanoteknoloji Harikası Veri Bankası: DNA



İnsan vücudu çok teknolojik bir yapı kompleksine benzetilecek olursa, vücudun en ince ayrıntısına kadar eksiksiz bir plan ve projesi, bütün teknik ayrıntılarıyla her hücrenin çekirdeğinde yer alan DNA olarak isimlendirdiğimiz molekülde mevcuttur. Boyumuzun ne kadar olacağı, tenimizin ve gözümüzün rengi, kan grubumuz, saçımızın şekli, dişlerimizin yerleşimi, burnumuzun yapısı gibi vücudumuza ait tüm bilgiler daha annemizin karnına düştüğümüz ilk günlerde belirlenmiş ve "bir düzen içinde" DNA'larımıza yerleştirilmiştir. DNA'daki bu bilgiler sadece az önce fiziksel özelliklerimiz ile kısıtlı değildir. Aynı zamanda hücre ve vücuttaki binlerce farklı olayı ve sistemi de kontrol eder. Örneğin, insanın kan basıncının alçak, yüksek veya normal olması bile DNA'daki bilgilere bağlıdır.
Görüldüğü gibi DNA'da kayıtlı bulunan bu bilgi pek hafife alınacak gibi değil. Peki acaba DNA’daki bilgiler kitaba yazılsaydı ne olurdu? Bu sorunun inanması güç bir cevabı var: İnsanın tek bir DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak miktarda bilgi bulunur. Dikkat edin; tam 1.000.000 ansiklopedi sayfası... Yani, her bir hücrenin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Bir karşılaştırma yapmak istersek, dünyanın en büyük ansiklopedilerinden birisi olan 23 ciltlik "Encyclopedia Britannica"nın bile toplam 25 bin sayfası vardır. Bu durumda, karşımıza inanılmaz bir tablo çıkar. Mikroskobik hücrenin kendisinden çok daha küçük olan çekirdeğindeki bir molekülde, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi .

Los Angeles, ABD’deki Güney California Üniversitesi’nden "Len Adleman", yaptığı hesaplamalara göre, sadece 1 gram DNA molekülünün, 1 trilyon CD’ye (compact disc) eş değerde bilgiyi saklayabilme kapasitesi olduğunu ifade etmiştir (John Whitfield, “Physicists plunder life's tool chest”, 24 Nisan 2003, http://www.nature.com/nsu/030421/030421-6.html)
Yorum: Yanlış okumadınız 1 gram DNA yani et parçasının içinde 1 trilyon cd yani 200 t
ilyon kitaba eşdeğer bilgi var. Bu bilgiler anlamsız harfler değil vücudun işletim plan ve programını kapsıyor. Her kitabın bir yazarı, her cd nin bir üreticisi vardır. Trilyonlarca anlamlı bilgi komutlarını ve üretim planlarını mm nin 100 binde birine sıkıştırmak bizim bugün ulaşamadığımız bir teknolojidir ve bu komutların tesadüfen, yıldırımla, şimşekle, depremlerle doğal etmek delice olur.
 
BİLİM VE TESADÜF
EKOLOJİK DENGELERDE TESADÜFE YER YOKTUR

 

 












 Bana Destek olmak İçin Lütfen Youtube Kanalıma Abone Olmayı Unutmayın..

Youtube Kanalım  >>> Eyüp Ertaş