1. BÖLÜM :
HAYATIN OLAĞANÜSTÜ ÇEŞİTLİLİĞİ
Dünyanın
hem
en her noktasında insanın gördüğü veya göremediği
bir yaşam hüküm sürmektedir. Dünya üzerinde herhangi
bir canlının bulunmadığı bir yer yok gibidir. Her
ortamda, hem ortamla hem de birbirleriyle tam bir
uyum içinde pek çok canlı türü yaşar. Bir damla
deniz suyundan okyanuslara, bir tutam topraktan
kıtalara, buzullardan sıcak su kaynaklarına, toprağın
metrelerce altından soluduğumuz havaya, vücudumuzun
içinden derimizin üstüne kadar...
Dahası, yeryüzü çok çeşitli vücut yapılarına, sistemlere,
davranış biçimlerine ve özelliklere sahip canlılara
ev sahipliği yapar: Metrenin milyonda biri boyutundaki
bir bakteriden yaklaşık 100 metre boyunda ve 2.500
ton ağırlığındaki dev bir sekoya ağacına; yer değiştirmeyen
ağaçlardan göç ederken yirmi bin kilometre uçan
kıyı deniz kırlangıçlarına veya binlerce kilometre
yol kateden somon balıklarına; birkaç saat yaşayan
Mayıs sineğinden on bin yıldan fazla yaşayan örnekleri
bulunan Creosote çalısına; okyanuslarda yalnız başına
dolaşan bir orfoz balığından milyonlarcası bir arada
yaşayan karıncalara; narin ve zarif bir orkideden
radyasyondan bile etkilenmeyen bir böceğe kadar...
Minnesota Üniversitesi Ekoloji Profesörü
David Tilman'ın ifade ettiği gibi, "Dünyanın en
dikkat çekici özelliği hayatın varlığıdır, hayatın
en dikkat çekici özelliği ise çeşitliliğidir."
Gezegenimizdeki
hayatın çeşitliliği ve zenginliği, bilim çevrelerinde
özel bir terim ile ifade edilir: "Biyoçeşitlilik".
Bu terim, biyolojik çeşitlilik ifadesinden türetilmiştir
ve dünyadaki hayvanlar, bitkiler, mantarlar, mikroorganizmalar,
kısacası tüm canlı türlerini kapsayan bir terimdir.
Biyoçeşitlilik,
halen yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Zannedildiğinin
aksine, tanıdık bir kavram haline gelişi oldukça
yenidir. Her ne kadar canlılığın çeşitliliği üzerine
araştırmaların eski bir geçmişi olsa da, konunun
biyoçeşitlilik adı altında bilim dünyasına girmesi
1986 yılında gerçekleşmiştir. Bu kavram, 21-24 Eylül
1986'da Washington'da, Amerikan Ulusal Bilimler
Akademisi ve Smithsonian Enstitüsü tarafından düzenlenen
Biyoçeşitlilik Sempozyumu'nda doğmuştur. Bu tarihten sonra biyolojik çeşitliliğin
önemine ve birinci dereceden korunması gerektiğine
dikkat çeken girişimler bir hayli hızlanmıştır.
Biyoçeşitlilik bir bilim dalı olmuş; birçok ülkede
çeşitlilik araştırmaları için fonlar ayrılmış, enstitüler
kurulmuştur. Haziran 1992'de Rio de Janeiro'da düzenlenen
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'nın
ardından biyoçeşitlilik, tüm dünya ülkelerinin ortak
konularından biri olmuştur.
Yeryüzünde
Ne Kadar Canlı Türü Var?
Biyoçeşitliliği tanımlamak, anlamak ve belirli
bir sayıya indirgeyebilmek için, biyoloji biliminde
"tür" kavramı kullanılır. Bir canlı türü, doğada
yalnız kendi aralarında çiftleşebilen ve çoğalabilen,
yapısal ve işlevsel özellikleri birbirine benzer
bireylerden oluşan bir popülasyondur. (Bu kavram
"Evrimin Türleşme Çıkmazı" bölümünde detaylı olarak
ele alınmaktadır.)
Yeryüzünde ne kadar türün var olduğu sorusu yüzyıllardır
pek çok insanı düşündürmüştür. Bu soruyu cevaplandırmak
için uzun süredir kapsamlı araştırmalar yapılmaktadır.
İçinde bulunduğumuz döneme kadar olan bilimsel çalışmaların
sonuçları, buna ilişkin kesin bir rakam söylenemeyeceğini;
fakat söz konusu rakamın çok büyük olduğunu ortaya
koymuştur. Burada konunun uzmanı olan bilim adamlarının
görüşlerine yer verilmektedir.
Ünlü hayvan bilimci Edward O. Wilson,
biyoçeşitlilik kavramını ilk defa ortaya atan ve
bu alanda otorite olarak kabul edilen bilim adamlarından
biridir.
Harvard Üniversitesi Profesörü Wilson'un değerlendirmesi
şöyledir:
"Hiç kimse, hayvanlar, bitkiler
ve mikroorganizmalar dahil canlı organizmaların
kaç türü olduğunu bilmemektedir ama muhtemelen bu
sayı en az 5 milyondur, hatta 100 milyonu bulabilir...
Öncelikle biyolojik çeşitlilik miktarı konusunu
düşünün. Dünya üzerindeki organizma türlerinin sayısı
tam olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yaklaşık 1.5
milyon türe isim verilmiştir ama gerçek sayı muhtemelen
10 milyon ile 100 milyon arasındadır."
Smithsonian Enstitüsü'nden çevre
bilimi ve biyoçeşitlilik uzmanı Thomas E. Lovejoy'un
görüşü ise şöyledir:
"Halen tanımlanan türlerin sayısı 1.4 milyon düzeyindeyken,
başta gelen soru toplamda kaç tane türün var olduğudur.
Türlerin toplam sayısına ilişkin şimdiki tahminler
10 milyondan 100 milyona değişiyor."
Cornell Üniversitesi Profesörü Quentin Wheeler
ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Profesörü Joel Cracraft,
bir makalelerinde konuya ilişkin tahminlerini şöyle
ifade ederler:
"Geçmiş iki yüzyıldan fazla zaman
içinde dünyadaki türler üzerine oldukça bilgi toplanmış
olmasına rağmen, hala biyoçeşitlilik hakkındaki
soruların en kolayına kesin yanıtlar veremiyoruz:
Ne kadar tür var? Tahminler 3 milyon ile 100 milyon
tür arasında değişiyor."
Stanford Üniversitesi'nden Taylor
Ricketts ise, yeryüzündeki canlı çeşitliliğine dair
düşüncesini şu şekilde dile getirir: "Dünya, bilinen
1.7 milyondan fazla türe ev sahipliği yapıyor ve
muhtemelen bu sayının 10 katı daha keşfedilmeyi
bekliyor."
Padua
Üniversitesi'nden Alessandro Minelli,
biyoçeşitliliğe
ilişkin şu andaki tahminlerin "oldukça
belirsiz"
olduğunu ve bunun için 5 milyondan 130
milyona uzanan
çok farklı sayıların telaffuz edildiğini
açıklamaktadır. Biyoloji Profesörü Minelli'ye göre, "Dünyadaki
tür çeşitliliğini tahmin etmek bile kolay
değildir.
Bu, kısmen şimdiki biyoçeşitlilik
envanterimizin
eksikliği yüzündendir."
Encarta Ansiklopedisi
halen saptanmış ve isimlendirilmiş türlerin sayısının
1.750.000 olduğunu; dünyadaki türlerin toplam sayısına
ilişkin tahminlerin ise, kimi bilim adamlarına göre
10 milyonun, kimilerine göre 100 milyonun üzerinde
olduğunu belirtmektedir.
Britannica Ansiklopedisi'ne göre, tanımlanmayı ve
isimlendirilmeyi bekleyen pek çok tür vardır ve
günümüzde 10 milyon ile 30 milyon arasında canlı
türünün yaşadığı tahmin edilmektedir.
Şunu da eklemek gerekir ki, yukarıdaki tahminler
günümüzde yaşayan türler içindir; tarih içinde nesli
tükenen türleri kapsamamaktadır.
Biyoçeşitliliğin
Büyüklüğü
Yeryüzündeki
mikroorganizma, mantar, bitki ve hayvan türlerinin
zenginliği muazzamdır. Biyolojik çeşitliliğin büyüklüğünü
kavramak için bazı örnekler verilebilir. Profesör
Wilson'un hesabına göre, her bir milyon türü sadece
tanımlamak için yapılacak katalog 60 metrelik bir
kütüphane rafını dolduracaktır.
Şimdi bir de biyoçeşitliliğe farklı bir yönden
bakalım. Türlerin genetik zenginliklerini de hesaba
katalım. Yalnızca insan türünün, Homo sapiens'in
DNA molekülünde kayıtlı bulunan bilgi, tam bir milyon
ansiklopedi sayfasını doldurur. Yani her bir insan
hücresinin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini
kontrol etmeye yarayan bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin
içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. İnsanın
on milyonlarca türden sadece biri olduğu düşünülürse,
olağanüstü bir tablo ortaya çıkar. Öyle ki yeryüzündeki
kağıtların tamamını türlerin genetik bilgisini yazmaya
ayırsak bile, yeterli olmayacaktır.
Her bir insan hücresinin çekirdeğinde, insan
vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan
bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği
miktarda bilgi kodlanmıştır. İnsanın on
milyonlarca türden sadece biri olduğu düşünülürse,
inanılmaz bir tablo ortaya çıkar.
|
Tek hücreli ökaryotlar (Protista),
algler, bakteriler, mantarlar, yosunlar, çiçekli
bitkiler, süngerler, mercanlar, böcekler, kuşlar,
sürüngenler, balıklar, memeliler, kısacası canlı
kategorilerinin çokluğu akıl almaz boyutlardadır.
Bu boyut o kadar büyüktür ki, bazı bilim adamları
ve araştırmacılar, türlerin tamamını belirleme ve
tanımlama hedefinin ulaşılamaz olduğunu düşünmektedir.
Imperial College'den iki araştırmacı,
Andy Purvis ve Andy Hector, Nature dergisindeki
"Biyoçeşitliliğin Ölçüsünü Anlamak" adlı makalelerinde
önemli bir noktanın üzerinde dururlar. Purvis ve
Hector, bilgisayar ve internet teknolojisinin, bundan
önce hiç görülmediği kadar kapsamlı tür listeleri
hazırlama imkanı verdiğini; şu ana kadar bilgi bankalarında
trilyonlarca bayt bilgi toplandığını belirtirler.
Ancak bu devasa bilgi, adı geçen bilim adamlarının
deyişiyle, "okyanusta yalnızca küçük bir damla"
kadardır.
Yüzlerce köpek ırkı vardır ve bunların tümünün
görünümleri, ağırlıkları, uzunlukları, renkleri,
davranış biçimleri ve özellikleri birbirinden
farklıdır.
|
Şunu da belirtmek gerekir ki etkileyici olan, sadece
türlerin toplam sayısı ve çeşitliliği değildir.
Ayrıca her türün içinde çok sayıda çeşitlenme, yani
varyasyon vardır. Örneğin, köpeklerin tümü Canis
familiaris adlı tek bir tür altında toplanırlar.
Bununla birlikte, görünümleri, ağırlıkları, uzunlukları,
renkleri, davranış biçimleri ve özellikleri farklı
yüzlerce köpek ırkı vardır.
Dikkate alınması gereken başka bir olgu da, bazı
hayvan türlerinin, hayatının farklı dönemlerinde
farklı vücut yapılarına sahip olmasıdır. Mesela
Monark kelebeği, larva, pupa ve ergin dönemlerinde
yapı, büyüklük, renk, yaşam alanı, davranış biçimi
ve biyolojik sistemler açısından büyük bir çeşitlilik
gösterir.
Tüm bu gerçekleri gözlemleyen ve yeryüzündeki tür
zenginliğini fark eden herkesin kendi kendine şu
soruyu sorması gerekir: Nasıl olmuş da bu kadar
canlı çeşitliliği ortaya çıkmıştır?
|
Tanımlanmış
Tür Sayısı
|
Tahmini
Tür Sayısı
|
Bakteriler
|
4.000
|
1.000.000
|
Mantarlar
|
75.000
|
1.000.000
|
Ökaryot Tek
Hücreliler
|
40.000
|
300.000
|
Algler-Deniz
Yosunları
|
45.000
|
400.000
|
Kara Bitkileri
|
270.000
|
300.000
|
Yuvarlak Solucanlar
|
25.000
|
500.000
|
Kabuklu Hayvanlar
|
45.000
|
150.000
|
Örümcekgiller
|
80.000
|
750.000
|
Böcekler
|
1.000.000
|
10.000.000
|
Yumuşakçalar
|
100.000
|
200.000
|
Kordalı Hayvanlar
|
50.000
|
55.000
|
Diğerleri
|
130.000
|
300.000
|
Toplam (yaklaşık
olarak)
|
1.900.000
|
15.000.000
|
|
Biyoçeşitliliği gösteren tablo.
|
|
Bu soru evrimcilerin başını ağrıtan, canını sıkan
bir soru olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Tek bir türün bile sözde "evrim senaryosu"nu yazmak,
Darwinizm için büyük bir sorun iken, milyonlarca
türün "evrimleşmesi" içinden çıkılmaz bir problemdir.
Önyargılarını
bir kenara bırakan ve vicdanıyla düşünen insanlar
ise, şu gerçeği çok iyi kavrarlar: "Tüm canlı türleri
alemlerin Rabbi olan Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla
var olmuştur. Sözü edilen muazzam çeşitliliğin tek
açıklaması budur ve bunun dışında bir açıklama aramak
boşuna bir çabadır."
Her ne kadar kuşlar,
sürüngenler ve memeliler gibi büyük hayvanlar daha
çok dikkat çekse de, çeşitliliğin en çok olduğu
canlı grubu böceklerdir. Günümüzün bulgularına göre,
türlerin toplamının yaklaşık üçte ikisini böcekler
oluşturmaktadır.
Bu sınıfa mensup isimlendirilmiş ve tanımlanmış
yaklaşık bir milyon tür vardır.
Bu tablo, biyoçeşitliliğe ilişkin halen bilim dünyasında
genel kabul gören yaklaşımlara dayanmaktadır. Araştırmalar
derinleştikçe yepyeni bulgular ortaya çıkmaktadır.
Her yıl yeni bitkiler, hayvanlar, böcekler, deniz
canlıları keşfedilmektedir. Her araştırma, dünyadaki
canlı zenginliğinin bilinmedik bir yönünü gün ışığına
çıkarmaktadır. Dolayısıyla bu tablodaki sayı ve
oranlar zamanla değişmektedir.
Biyoçeşitliliğin yeryüzündeki dağılımı tam anlamıyla
bilinmemektedir. Günümüze kadar gözlemlenen olgu,
kutuplardan ekvatora doğru gidildikçe tür sayısında
genel bir artış olduğudur. Kesin bir şey söylenememesinin
ana nedeni ise, gerek karalar gerekse denizlerde
araştırılmayı bekleyen sayısız ekosistem olmasıdır.
Yeryüzünün pek çok bölgesi henüz kapsamlı bir şekilde
incelenememiştir.
Türler bakımından özellikle zengin
yerler "sıcak bölgeler" şeklinde adlandırılır. Bunlar
çoğunlukla tropikal bölgelerde ve adalarda yer alırlar.
Conservation International isimli örgüt yeryüzündeki
karaların sadece %1.4'ünü oluşturmakla birlikte,
karada yaşayan türlerin yaklaşık yarısını barındıran
25 "sıcak bölge" belirlemiştir.
Bilim
Dünyasındaki Çalışmalar
Carl Linnaeus
|
Bilim tarihinin en önemli isimlerinden
biri olan Carl Linnaeus'un Systema Naturae adlı
kitabını yayımlamasından bu yana geçen yaklaşık
250 yıllık sürede, 1.75 milyon kadar tür isimlendirilmiş
ve tanımlanmıştır. Bu sayı, daha önce de belirttiğimiz
gibi, dünya üzerindeki toplam türlerin küçük bir
bölümüdür. Ayrıca üzerinde durulması gereken bir
nokta ise şudur: Araştırmacılarca isimlendirilen
bu kadar tür, henüz bilimsel bir indeks altında
toplanamamıştır.
Diğer bir deyişle, bilinen 1.75
milyon hayvan, bitki, mantar ve mikroorganizmanın
tamamını içeren bir liste henüz yoktur.
Bu durum, iki milyona yakın kitap bulunan büyük
bir kütüphanede, kitapların yerini gösteren düzenli
bir liste olmamasına benzetilebilir.
Türlerin tamamını
kapsayan bir kataloğun eksikliği, doğal olarak bazı
karışıklıklara yol açmaktadır. Bilim adamları, bunu
ortadan kaldırmak için halen isimleri bilinen türleri
bir indeks altında toplamaya çalışmaktadırlar. Bu
alanda yürütülen birçok çalışma vardır. Örnek olarak,
bilinen türleri katalog haline getirmeyi amaçlayan
bir çalışma olan Türler 2000 Programı verilebilir.
Bu proje kapsamında 2001 yılı sonunda 250.000 kadar
tür listelenmiştir; 2003'e kadar kataloğun 500.000
türü kapsayacağı sanılmaktadır.
Biyoçeşitliliğe ilişkin diğer araştırmalar ise,
henüz bilinmeyen türleri saptamak için yapılanlardır.
Günümüzde başta ABD'den olmak üzere pek çok ülkeden
binlerce bilim adamı, yeryüzündeki türleri araştırmaktadır.
Bu çalışmalara ayrılan toplam bütçe yüz milyonlarca
Amerikan Dolarıdır. Biyolojik çeşitliliği keşfetmek
ve anlamak amacıyla, araştırmacılar ve bilim adamlarından
oluşan birçok kurul halen faaliyet göstermektedir.
Söz konusu çalışmalar çerçevesinde,
2001 ve 2002 Uluslararası Biyoçeşitlilik Gözlem
Yılları ilan edilmiş; dünya üzerindeki türler hakkında
daha çok bilgi edinmek için özel bir çalışma başlatılmıştır.
Tanınmış biyologlar, çevre bilimciler ve uzmanların
görev aldığı bu araştırma, 21. yüzyılın bilim ve
eğitim alanındaki en büyük gelişmelerinden biri
olarak görülmektedir. Colorado State Üniversitesi
Profesörü ve Uluslararası Biyoçeşitlilik Gözlem
Yılı Kurulu Başkanı Diana Wall, bu çalışmanın önemini
şöyle özetlemektedir:
"Bilim adamları yaklaşık 1.75 milyon türü tanımladılar,
fakat hala tanımlanacak 12 milyondan fazla türün
var olduğunu tahmin ediyoruz. Türlerin %99'unun
dağılımı, yoğunluğu, sayıca çok olmaları veya soylarının
tükenme tehlikesi altında olup olmadığı hakkında
bilgimiz yok. Ayrıca bu türlerin toprağın verimli
hale getirilmesi, atık maddelerin ayrıştırılması
ve suyun arıtılması gibi konularda bize ne kadar
fayda sağladıkları hakkında yeterli bilgiye sahip
değiliz.
Biyoçeşitliliği araştırmak, ilaçlarda kullanılacak
yeni genlerin ve kimyasal maddelerin keşfinden
ekinlerin ıslahına veya kirli bölgelerin
temizlenmesine kadar birçok fayda verecektir.
|
Biyoçeşitliliği araştırmak, ilaçlarda
kullanılacak yeni genlerin ve kimyasal maddelerin
keşfinden ekinlerin ıslahına veya kirli bölgelerin
temizlenmesine kadar birçok fayda verecektir. Belki
daha da önemlisi, türlerin nerede olduğunu, sağlıklı
ekosistemleri ayakta tutmaktaki rolünü ve onları
nasıl koruyacağımızı öğrenmek, karalarımız, ırmaklarımız
ve okyanuslarımız hakkında daha bilgili kararlar
almak açısından hayati değerde olacaktır."
Bu alanda başlatılmış
yeni bir çalışma da "Bütün Türler" adlı projedir.
Bu projede Edward Wilson ve Peter Raven gibi tanınmış
biyoçeşitlilik uzmanları yer almaktadır; amaç ise,
türlerin tamamını isimlendirmek, tanımlamak ve her
biri için bir internet sayfası hazırlamaktır. Söz
konusu çalışmanın komplekslik açısından bilim dünyasındaki
diğer projelerin çok ötesinde olduğu, örneğin İnsan
Genomu Projesi'nden daha geniş kapsamlı olduğu 26
Ekim 2001 tarihli Science dergisinde belirtilmektedir.
Bütün Türler Projesi araştırmacılarının tahminlerine
göre, yeryüzündeki türler üzerine bir bilgi bankası
oluşturmanın maliyeti 20 milyar Amerikan Dolarıdır.
Sadece bu rakam dahi projenin büyüklüğü hakkında
bir fikir vermektedir.
Öyle anlaşılmaktadır ki içinde bulunduğumuz yüzyıl,
artan araştırmalarla birlikte daha önce tanımadığımız
canlıların keşfedilişine tanık olacağımız bir dönemdir.
En küçüğünden en büyüğüne kadar keşfedilen her yeni
tür ise, düşünen ve akleden insanlara, yaratılıştaki
üstünlüğü bir kere daha gösterecektir.
Son Durum
Biyoçeşitlilik
araştırmaları konusunda 21. yüzyılın başında gelinen
nokta nedir? Yüksek bütçeli araştırmalar ve kapsamlı
çalışmalar sonucunda, yeryüzündeki canlı çeşitliliğinin
ne kadarı anlaşılabilmiştir?
Bu sorulara verilecek yanıtlar önemlidir. Çünkü
biyoçeşitliliğin eşsiz bir yaratılış harikası olduğunu
bir kez daha gözler önüne serecektir.
Bilim adamlarının
ortak görüşüyle, daha katedilmesi gereken çok uzun
bir mesafe vardır. Prof. Wilson'un ifade ettiği
gibi, "yeryüzündeki biyoçeşitliliğin sadece çok
küçük bir kısmı keşfedilmiştir".
Missouri Botanik Bahçesi Direktörü ve Biyoloji Profesörü
Peter Raven ise, bilim adamlarının "yüz yüze geldiği
görevin muazzam olduğunu" vurgulamaktadır.
Öncelikle şunu hatırlatmak gerekir ki, bilindiği
kabul edilen 1.75 milyon tür, henüz bilimsel kriterlere
göre düzenlenmiş ve sınıflandırılmış değildir. Profesör
Minelli'nin ifadesiyle, "Biyolojik çeşitliliğin
tanımlanmış ve isimlendirilmiş bölümünde bile ciddi
sorunlar vardır." Diğer bir araştırmacı, California Üniversitesi'nden
John Alroy da bilimsel literatürdeki tür isimlerinin
muhtemelen beşte birinin geçersiz olduğunu belirtmektedir.
Dünya Kaynakları
Enstitüsü uzmanlarına göre, uzaydaki yıldızların
sayısı hakkında, dünyada ki türlerin sayısından
daha iyi bir anlayışa sahip durumdayız.
Oxford Üniversitesi'nden tanınmış çevre bilimci
Norman Myers de bunu farklı bir şekilde ifade eder:
"Biyoçeşitlilik gezegenimizin ana özelliği olmasına
rağmen, evrendeki atomların toplam sayısı üzerine
dünyadaki türlerin tamamı hakkındakinden daha çok
şey biliyoruz."
Bu gerçeği dile getiren bir diğer bilim adamı ise,
James Cook Üniversitesi Tropikal Yağmur Ormanı Ekolojisi
ve Yönetimi Araştırma Merkezi Direktörü Nigel E.
Stork'tur. Profesör Stork, biyolojinin temeli olan
biyoçeşitliliğe ilişkin verilerin çok yetersiz olduğunu
şöyle belirtir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda
her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir...
(Şura Suresi, 29)
...O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış,
ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle
takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
|
"Son yıllarda biyologlar, Dünya
gezegenini paylaştığımız organizmalar hakkında ne
kadar az şey bildiğimizi kabul ettiler. Özellikle,
toplam olarak kaç tane tür var olduğunu belirleme
çabaları şaşırtıcı biçimde sonuçsuz kaldı... Bu
delillerin gösterdiği, biyolojinin bazı temel konuları
ve organizmaların dağılımı üzerine gerçekte ne kadar
az şey bildiğimizdir. Türlerin ne kadar yaygın olduğunu
söyleyemeyiz, tür havuzunun büyüklüğünü bilmiyoruz,
ve türlerin belirli bir yaşam ortamına, toprak tipine,
orman tipine, veya bazı durumlarda bir ağaç türüne
ne derece özgü olduklarını bilmiyoruz."
Burada anlatılanları şöyle özetlemek
mümkündür: İsimlendirilmiş durumdaki çoğu türün
yeryüzündeki dağılımları, yoğunlukları, yaşam alanı
içindeki konumları ve genetik çeşitlilik miktarına
ilişkin veriler henüz kesin şekilde bilinmiyor.
Dahası, var olan türlerin büyük bir çoğunluğu henüz
tanınmıyor. Tüm çaba ve gayretlere rağmen, canlılardaki
muhteşem çeşitliliğin ancak çok küçük bir bölümü
hakkında bilgi sahibiyiz.
İlerleyen bölümlerde delilleriyle açıkça göreceğimiz
gibi, yeryüzündeki bu muazzam tür zenginliği, canlıların
tesadüfler sonucunda ortaya çıktığını öne süren
evrim teorisini kesin bir biçimde yalanlamakta ve
tek bir gerçeği şüpheye yer bırakmayacak şekilde
kanıtlamaktadır: Yaratılış.
Dünya üzerindeki hayatın görkemli zenginliği ancak
özel bir yaratılışın sonucudur. Ve bu yaratılış
üstün güç ve akıl sahibi olan
Allah'a aittir. Allah'ın
tüm canlıları yaratışı bazı ayetlerde şöyle haber
verilir:
Göklerin ve yerin yaratılması ile
onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir...
(Şura Suresi, 29)
... O'na mülkünde ortak yoktur, herşeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle
takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
Ekosistemler
ve Biyoçeşitlilik
Canlı türleri hem birbirleriyle hem de bulundukları
çevre ile mükemmel bir uyum içinde yaşamlarını
sürdürmektedirler. Tek bir türün yok olması
durumunda bile bütün ekosistem aksar ve
denge bozulur.
|
Ekosistem belirli bir alanda bulunan
canlıları ve fiziksel çevreyi içeren bir kavramdır.
Bünyesinde barındırdığı canlılarla birlikte bir
göl, bir orman, bir mercan resifi ekosisteme birer
örnektir. Örneğin Sibirya'da bulunan Baykal Gölü,
2.500 bitki ve hayvan türünü barındıran bir ekosistemdir.
Her ekosistem kendine özgü bir canlı çeşitliliğine
sahiptir; türlerin sayıları ve özellikleri ortamdan
ortama değişiklik gösterir.
Örneğin, Kuzey Amerika'daki
tipik bir ormanda onlarca, Güney Amerika'daki bir
yağmur ormanında ise yüzlerce ağaç türü vardır.
Burada üzerinde durulması gereken nokta şudur:
Dengeli ve sağlıklı bir ekosistem geniş bir yelpazedeki
canlı türlerine ev sahipliği yapar. Çok sayıdaki
tür iç içe geçmiş kompleks bir sistem içinde birbirine
bağlıdır ve bunların her biri ekosistemin denge
içinde işlemesinde küçük veya büyük pay sahibidir.
Öyle ki bazen tek bir türün bile
yok olması durumunda, bütün ekosistem aksar ve denge
bozulur. Örneğin, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın
başında, Amerika'nın kuzeybatı ve Kanada'nın batı
sahillerindeki su samurları neredeyse soyları tükenme
noktasına kadar avlandılar. Su samurları deniz kestanesi
ile besleniyorlardı; onların yokluğunda, deniz kestaneleri
hızla çoğalarak geniş yosun yataklarını tahrip etmeye
başladılar. Yosunların zarar görmesi, aynı sularda
bulunan birçok balık ve omurgasız canlı türünü olumsuz
yönde etkiledi ve sayılarının azalmasına neden oldu.
Su samurlarının koruma altına alınmasıyla, 20. yüzyılın
sonuna doğru yosunlar çoğaldılar ve bölgedeki denge
tekrar kuruldu.
Konuya ilişkin gözlemlenmiş pek çok vaka vardır.
Söz konusu örnekler şu gerçeği daha iyi kavramamıza
yardımcı olmaktadır: Canlı türleri hem birbirleriyle
hem de bulundukları çevre ile mükemmel bir uyum
içinde yaşamlarını sürdürmektedir.
Yeryüzündeki muazzam canlı çeşitliliğinden oluşan
sistemin kompleksliğini tanımlamak için "olağanüstü
kompleks" ifadesi bile çok yetersiz kalır. Bunun
daha iyi kavranması için şu gerçeğin üzerinde düşünülmesi
yerinde olacaktır: Tüm bilim adamları el ele verseler
ve insanoğlunun tüm bilgi-teknoloji birikimi ve
maddi imkanları biraraya getirilse, söz konusu sistemin
çok küçük bir taklidi bile oluşturulamaz.
Dünyaca
ünlü Biyoçeşitlilik Uzmanı Edward Wilson, bu gerçeği
bir örnekle anlatır; bilim adamlarının, tamamen
kesilecek bir yağmur ormanındaki türleri önceden
toplayarak, başka bir yerde tekrar biraraya getirmesinin
kesinlikle mümkün olmadığını şöyle ifade eder:
"Binlerce
biyolog, bir milyar dolarlık bir bütçeyle bile bu
görevi yerine getiremez. Bunu yapmanın bir yolunu
hayal bile edemezler. Bir orman parçasında çok fazla
sayıda tür yaşar: diyelim 300 kuş, 500 kelebek,
200 karınca, 50.000 kın kanatlı, 1000 ağaç, 5000
mantar, on binlerce bakteri türü ve ana gruplardan
oluşan uzun listeden daha niceleri. Belli bir yaşama
alanı, şaşmaz bir mikro iklim, belli besinler, hayat
döngüsünün safhalarını tetikleyecek şekilde özelleşmiş
ısı ve nem döngüleri isteyen her türün doğada belli
bir mevkisi vardır. Türlerin çoğu diğer türlere
ortakyaşarlık bağlarıyla bağlıdır; partnerleriyle
kendilerine has doğru konfigürasyonda bir araya
gelmezlerse hayatta kalamaz ve üreyemezler.
Biyologlar, Manhattan Projesi'nin
(ABD yönetimince yürütülen ve ilk atom bombasının
üretilmesiyle sonuçlanan araştırma projesi) taksonomik
eşdeğerini tersten gerçekleştirse, bütün türlerin
kültürlerini sınıflandırıp korusa bile topluluğu
tekrar biraraya getiremez. Kırılmış bir yumurtayı
eski haline getirmeye çalışmaya benzer bu."
Profesör Wilson'un bu ifadelerinden
anlaşılmaktadır ki, bir ekosistemin insan aklı ve
bilgisi ile dahi oluşturulması mümkün değildir.O
halde bir ekosistemin -evrimcilerin iddia ettiği
gibi- kör tesadüflerin eseri olarak meydana gelmesi
tamamen imkan dışıdır. Bu konuya ilişkin olarak
Cornell Üniversitesi'nden tanınmış Botanik Profesörü
Karl Niklas'ın şu ifadesi de anlamlıdır:
"Fosillerde, canlı organizmalarda ve kıtalarda
gördüğümüz ekolojik yapıların tesadüf sonucu olduğunu
sanmıyorum."
Şüphesiz, mükemmel bir uyum içinde faaliyet gösteren
ekosistemler, üstün bir Yaratıcının varlığının ve
yaratılış gerçeğinin apaçık delillerindendir. Aynı
zamanda, yeryüzündeki biyoçeşitliliğin ve kusursuz
düzenin, kör tesadüfler ve başıboş rastlantılar
sonucunda oluştuğunu iddia eden Darwinizm'i kesinlikle
yalanlamaktadır.
Şimdi zengin bir çeşitliliğe sahip bazı ekosistemleri
ele alarak biyoçeşitlilikteki yaratılış gerçeğini
daha yakından inceleyelim.
Biyosfer
2 Projesi'nden Alınacak Dersler
Ortada
tartışmasız bir gerçek vardır. Yaşamımız, yeryüzündeki
milyonlarca canlı türüne, kusursuz dengelere ve
mükemmel işleyen ekosistemlere bağımlıdır. İçtiğimiz
suyun arıtılması, soluduğumuz havanın oluşması,
tarım yaptığımız toprağın verimli bir hale getirilmesi,
yediğimiz besinlerin üretilmesi, kullandığımız eşyaların
hammaddelerinin oluşturulması ve daha sayısız faaliyet
canlılar tarafından gerçekleştirilir. Çoğu insan,
canlılar sayesinde elde ettiği ve her an iç içe
yaşadığı bu nimetleri gereği gibi takdir etmez;
hatta çoğunlukla düşünmeye bile gerek duymaz. Oysa
bunlar, üzerinde durulması ve derin düşünülmesi
gereken gerçeklerdir.
Şu soru bile düşünce tembelliğinden
ve alışkanlığın getirmiş olduğu bakış açısından
kurtulmak için yeterlidir: Söz konusu hizmetleri
bizim adımıza gerçekleştiren canlılar yok olursa,
ne olur?
Cevap açıktır: Biz de varlığımızı sürdüremeyiz.
21. yüzyılın gelişmiş teknolojisini ve tüm maddi
olanaklarımızı seferber etsek bile, yeryüzündeki
dengeleri ve yaşamamız için gerekli koşulları sağlayamayız.
Bu gerçeği bir kez daha teyid eden son bilimsel
araştırmalardan biri "Biyosfer 2" adlı proje olmuştur.
Bu projenin amacı, 13.000 metre
karelik kapalı bir alanda, sekiz kişiye, bitkilere
ve hayvanlara iki yıl süreyle yaşam alanı sağlayacak
bir ekosistem oluşturmaktır.
Bu sistem içinde tarım alanları, ormanlar ve denizler
gibi doğal ekosistemlerin benzerleri yer almaktadır.
Biyosfer 2 Projesi'nin yürütüldüğü ortam, şimdiye
kadar ekolojik araştırmalarda kullanılan kapalı
araştırma alanlarının en büyüğü ve en kompleksi
olarak kabul edilmektedir. Ancak bu proje başarısız
olmuş ve birçok bilim adamını hayal kırıklığına
uğratmıştır. Rockefeller Üniversitesi'nden Joel
Cohen ve Minnesota Üniversitesi'nden David Tilman,
Science dergisindeki makalelerinde, söz konusu girişimin
sonucunu şöyle ifade ederler:
"(Biyosfer 2 Projesi,) Özgün tasarımında
ve yapımında kullanılan muazzam kaynaklara rağmen
(1984'den 1991'e kadar yaklaşık olarak 200 milyon
Amerikan Doları) ve milyonlarca dolarlık işletme
bütçesine rağmen, sekiz insanı yeterli besin, su
ve hava ile 2 yıl boyunca geçindirecek kapalı bir
sistem oluşturmanın imkansızlığını kanıtladı. Biyosfer
2 yönetimi, Biyosfer 2'yi dışarıdan destekleyecek
neredeyse sınırsız enerji ve teknolojinin mevcut
olmasına karşın, pek çok beklenmeyen problem ve
sürprizle karşılaştı."
1991 ile 1993 yılları arasındaki deneyde, Biyosfer
2 tesisinde çıkan ve yaşamı olanaksız hale getiren
bazı "beklenmeyen problemler" şunlardı:
Oksijen oranının %14'e düşüşü,
karbondioksit konsantrasyonundaki ani yükselmeler,
nitrik oksit miktarının beyine zarar verecek kadar
artışı, çoğu canlı türünün (örneğin, 25 omurgalı
türünden 19'unun) yok oluşu, bitkilerin döllenmesini
sağlayan hayvanların tamamının ölmesiyle çoğu bitki
türünün neslinin tükenmesinin kesinleşmesi, suların
kirlenmesi, yosunların aşırı büyümesi, karınca,
hamamböceği ve çekirgelerin aşırı artışı...
Kısacası tüm çabalara karşın, Biyosfer 2 kapalı
sisteminde, yeryüzünde milyonlarca senedir mükemmel
bir şekilde işleyen dengeleri meydana getirmek;
dolayısıyla insanlar, bitkiler ve hayvanlar için
yaşanabilir bir ortam oluşturmak mümkün olmadı.
Sonuç olarak, Popülasyon Profesörü
Joel Cohen ve Ekoloji Profesörü David Tilman, söz
konusu projeden çıkarılması gereken dersi şöyle
özetlerler:
"Hiç kimse doğal ekosistemlerin insanlara bedava
olarak sunduğu yaşam destek hizmetlerini temin edecek
sistemlerin nasıl tasarlanacağını henüz bilmiyor."
YAĞMUR ORMANLARI
Yağmur
ormanı veya tropikal orman denilince ilk akla gelenler,
göz alıcı kelebekler, orijinal görünümlü böcekler,
rengarenk kuşlar, geniş yapraklı, büyük ve yemyeşil
ağaçlardır. Yağmur ormanları ekvatora yakın bölgelerde
bulunan, iç içe geçmiş, daima yeşil ve yüksek ağaçlardan
oluşan ormanlardır. Bu ormanların en önemli özelliği
ise, olağanüstü sayıda hayvan ve bitki türünü barındırmasıdır.
Milyonlarca kilometre karelik bir tropikal ormanın
hemen her yeri çok çeşitli canlı türlerinin yuvasıdır.
250 yıl kadar önce, Güney Amerika'daki yağmur ormanlarına
ilk ayak basan Avrupalı araştırmacılar, gördükleri
çeşitlilik karşısında hayrete düşmüşlerdi. Her yeni
araştırma da buradaki bitki ve hayvan türlerinin
zenginliğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Tropikal kuşaktaki bir ormanın diğer ormanlardan
oldukça farklı bir yapısı vardır. Bir yağmur ormanında,
geniş gövdelerinde çeşitli liken ve mantar türleri
bulunan yaklaşık 50 metre uzunluğundaki ağaçlar
yer alır. Çok sayıda kuş, böcek, hayvan türü, bu
ağaçların üst tabakasında yaşamlarını sürdürür.
Yüksek ağaçların altında, palmiye, sedir, maun,
incir gibi orta boy çeşitli ağaçlar bulunur. Bunların
gövdeleri de renk renk orkideler, kaktüsler, eğrelti
otları ve yosunlarla kaplıdır. Ormanın en alt tabakası
olan ot katı ise, oldukça sık bir bitki örtüsü oluşturur
ve büyük bir zenginlikteki böcek, bakteri ve mantar
türlerine ev sahipliği yapar. Kısacası, bir yağmur
ormanının en karakteristik özelliği, insanı şaşkına
çeviren canlı çeşitliliğidir.
Karaların sadece %7'sini oluşturan
yağmur ormanlarında, yeryüzündeki bitki ve hayvan
türlerinin %50'sinden fazlası yaşamaktadır. Şu da
var ki araştırmacılar bu oranın, biyoçeşitlilik
hakkındaki bilgimizin artmasıyla değişebileceğini
belirtmektedir. Buna ilişkin, Smithsonian Enstitüsü'nden
tanınmış araştırmacı Thomas Lovejoy önemli bir tespit
yapmaktadır: "Daha çok araştırmacı tropikal ormanı
farklı yöntemlerle inceledikçe, daha fazla biyoçeşitliliğin
var olduğu görülmektedir."
Yağmur ormanlarının tabanında yaşayan mikroskobik
canlılar, minik böcekler, bakteriler, mantarlar,
yaprak kesenler ve diğer karınca türleri
ormanın temizlenmesinden ve toprağın verimli
duruma getirilmesinden sorumludurlar.
|
Söz konusu
çeşitliliği gözünüzde canlandırabilmeniz için birkaç
örnek verelim: Bir hektar (10.000 metre kare) tropikal
orman 600'den fazla ağaç türü barındırabilir.
Amazon Havzası'nın bir bölgesinde, bir gün içinde,
440 tür kelebek toplanabilir.
Tek bir ağacın üzerinde 43 ayrı karınca türü;
650 farklı böcek türü görülebilir.
Yine bu bölgedeki bir kilometre karelik ormanlık
alanda yüzlerce tür kuşa rastlamak mümkündür. Borneo'da
10 ağaçtan örnek alındığında, 2.800'den fazla eklem
bacaklı hayvan türü bulunabilir.
Tropikal ormanlarda yaşadığı tahmin edilen böcek
türü sayısı milyonlarcadır.
Dikkat edin. Yukarıda bahsedilen sayılar belirli
bir ortamdaki canlıların toplam sayısı değildir;
canlı türlerinin sayısıdır. Bu muazzam sayılara
ek olarak insanda hayranlık uyandıran diğer bir
olgu da, yağmur ormanlarındaki kimi uzmanlara göre
milyonlarca, kimilerine göre on milyonlarca canlı
türünün mükemmel bir uyum ve iş birliği içinde yaşamasıdır.
Genellikle yağmur ormanları toprağının
zengin ve verimli olduğu sanılır. Ancak bu kanaatin
doğru olmadığı kısa bir zaman önce anlaşılmıştır.
Bu ormanların toprağı diğer ormanlarınkine kıyasla
besin açısından fakirdir.
Nasıl olup da fakir topraktan çok zengin bitki çeşitliliği
çıktığı sorusuna gelince, bunun yanıtı yağmur ormanı
ekosisteminin kusursuz tasarımındadır.
Tropikal
ormanlardaki canlı çeşitliliği, bir bütün halinde
ve karşılıklı hassas dengelere dayalı olarak yaratılmıştır.
Örneğin, yağmur ormanının tabanında yaşayan mikroskobik
canlılar, minik böcekler ve mantarları ele alalım.
Bunlar dev ağaçlar ve küçüklü büyüklü hayvanlara
kıyasla oldukça küçük boyutlardadır; ancak önemli
görevler üstlenirler: Ormanın temizliğinden ve toprağın
verimli duruma getirilmesinden sorumludurlar.
Ağaçlardan
düşen yaprak ve dalları, ölü hayvanları değerlendirerek
ekosisteme geri kazandırırlar. Böylece hiçbir şey
israf edilmez. Profesör Edward Wilson bu mekanizmanın
önemini şöyle anlatır: "Yaprakkesenler ve diğer
karınca türleri, bakteriler, mantarlar, termitler
ve akarlarla birlikte ölü bitkilerin çoğunu işler
ve besleyici maddeleri bitkilere geri döndürerek
büyük tropik ormanları hayatta tutar."
Yağmur ormanlarında kaç milyon canlı türü yaşadığını
hala bilmiyoruz. Ancak şunu çok iyi biliyoruz: Bu
ekosistemlerdeki her türün görevi ve önemi farklıdır
ve milyonlarca tür mükemmel bir uyum içinde yaşamaktadır.
Bu gerçek, Bilim ve Teknik dergisinde Amazon'daki
yağmur ormanlarının anlatıldığı bir makalede şöyle
dile getirilir:
"Amazon Havzası'ndaki bu karmaşık
ekosistemde türlerin sürekliliği birbirlerinin yaşamına
sıkı sıkıya bağlıdır. Bitki ya da hayvan olsun,
her bir tür, bu milyon parçalı sistemin küçük bir
bölümüne katkıda bulunur. Ağaçların, ağaçlardaki
epifitlerin (toprakta köklenmeye gereksinim duymayan
bitkiler) ve mantarların, maymunların, vampir yarasaların,
kartalların, papağanların, ırmaktaki timsahların,
piranhaların ve nilüferlerin, gözle görülmeyen mikroorganizmaların,
içinde yaşadıkları bu dev ekosisteme hepsinin farklı
katkıları vardır. Burada çok hassas dengeler söz
konusudur. Yağmur ormanı tüm bu türlerle birlikte
var olur. Tek bir türün bile ortadan kalkması birçok
dengeyi bozar."
Ormandaki bazı
türler arasında öyle bir uyum vardır ki, biri olmadan
diğeri de yaşayamayacak kadar birbirlerine bağımlıdırlar.
Yağmur ormanındaki ağaçların %90'ı tohumlarını yaymak
için hayvanlara ihtiyaç duyarlar.
Diğer taraftan, böcek larvaları, tırtıllar, kuşlar
ve diğer hayvanlar da bu ağaçların tohumlarıyla
beslenirler. Örneğin, incir ağacı türleri ile incir
sineği türleri birbirlerine öylesine bağımlıdırlar
ki, ayrı olarak soylarını devam ettiremezler. İncir
sinekleri olmasa incir ağaçları kendi kendilerini
dölleyemezler; incir ağaçları olmasa incir sinekleri
doğal yaşam alanlarından yoksun kalırlar. Tropikal
bölgelerdeki 900'den fazla incir türünün her biri
için farklı bir tür incir sineği bulunur.
Burada önemli bir noktaya dikkat
çekmek gerekir: İncir sineğinin vücut ve ağız yapısı
ile çiçeğin yapısı ve üreme organları; böceğin uçuş
programı ile çiçeğin açış zamanlaması gibi özellikler
tam bir uygunluk içindedir. Türler arasındaki bu
birebir uyumu açıklamak ise, Darwinizm için her
zaman dev bir sorun olmuştur. Bu olgunun tek bir
açıklaması vardır: Bitkiler ve hayvanlar arasındaki
uyum, eşsiz bir tasarımın sonucudur. Bu sistemin
zaman içinde küçük değişimlerle, evrimin şuursuz
mekanizmalarıyla gelişme ihtimali yoktur.
Örneğin,
Xanthopan morganii adlı bir kelebek türü ve bir
tür Madagaskar orkidesi arasındaki uyumlu beraberliği
inceleyelim. Bu kelebek nektar toplarken 30-35 cm
uzunluğundaki hortumunu bu orkidenin yaklaşık 30
cm derinliğindeki çiçeğinin içine doğru uzatır ve
onun döllenmesini sağlar.
Çiçeğin derinliğindeki yumurtanın döllenmesi için,
bu orkide, bu uzunlukta hortumu olan bir böceğe
ihtiyaç duymaktadır; yani her iki türün birbirleriyle
uyum içinde olmaları zorunludur. Evrimciler bu durum
karşısında çıkmazdadırlar. Çünkü birbirinden ayrı
olan bu iki türün, birbirlerine paralel bir "evrim
süreci"ni hem de eş zamanlı bir şekilde geçirmeleri
mümkün değildir.
Tropikal ormanlar,
fotosentez sırasında, atmosferden karbondioksit
alıp oksijen vermeleri nedeniyle dünyanın
akciğerleri olarak adlandırılırlar.
|
Bunu şöyle açıklayalım: Madagaskar orkidesinin
ve sözkonusu Xant-hopan morganii türü kelebeğin
çok daha kısa bir boya ve hortuma sahip olan atalarının
bulunduğunu varsayalım. (Evrim teorisine göre, bu
varsayımdan yola çıkmak gerekir.)
Bu durumda, her
iki türün de birbirleriyle eş zamanlı olarak uzamaları,
bunun için kelebeğin ve orkidenin eş zamanlı olarak
hortum veya kanal boylarını uzatan mutasyonlara
maruz kalmaları, bu mutasyonların bu canlılarda
(hiç örneği görülmemiş bir şekilde) sadece yararlı
bir değişiklik yapması; mutasyona uğrayan bireylerin
aynı yerde ve yanyana bulunmaları; birbirleri ile
temasa geçmeleri; diğer mutasyona uğramamış bireylere
göre daha avantajlı olup çoğalmaları ve bu sözde
mutasyon-seleksiyon sürecinin milyonlarca yıl boyunca
hep tesadüfen "hatasız" olarak devam etmesi gerekir.
Buna inanmak, bir kilit ile onu açacak olan anahtarın
ayrı ayrı ve birbirlerine uyumlu bir biçimde "tesadüfen"
oluştuklarına inanmak gibidir. Oysa, açıktır ki,
aklın gereği, birbirine büyük uyum içinde bulunan
iki yapının ortak bir tasarım ürünü olduğunu kabul
etmektir. Bir diğer deyişle, aklın gereği, orkidenin
ve kelebeğin birbirlerine uyumlu olarak yaratıldıklarını
kabul etmektir.
Tropikal orman canlıları arasındaki kusursuz uyumun
bir başka örneğine Amazon'un "su basan ormanlar"
olarak adlandırılan bölgelerinde rastlanır. Su basan
ormanları Amazon Irmağı ve kollarının kıyı kesimlerinde
yer alır ve yılın çok yağış alan döneminde sular
altında kalırlar. İşte bu sırada harika bir olay
gerçekleşir. Suya düşen meyveleri yemek için gelen
balıklar, meyvelerdeki tohumları dağıtırlar. Böylece
bazı ağaç türlerinin döllenmesini sağlarlar.
Şöyle bir soru akla gelebilir: "Yağmur ormanlarındaki
canlı zenginliğinin, buralarda yaşayan yerliler
açısından önemli olduğu açıktır, fakat bu bölgelerde
yaşamayan milyarlarca insan için ne önemi olabilir?"
Böyle bir sorunun yanıtı ise, bilim adamları tarafından
verilmiştir: Söz konusu ormanlardaki bitki ve hayvanların,
dünya üzerindeki her insan için hayati önemi vardır.
Tropikal ormanlar, atmosferdeki karbon ve oksijen
dolaşımında, küresel iklim sisteminde, yeryüzündeki
su dolaşımında ve daha birçok dengede rol oynarlar;
ayrıca yeni besinler, ürünler ve ilaçlar için muazzam
bir kaynak oluştururlar. Fotosentez sırasında, atmosferden
karbondioksit alıp oksijen vermeleri nedeniyle "dünyanın
akciğerleri" olarak adlandırılırlar.
Yağmur ormanlarının görkemli canlı
çeşitliliği Darwinizm açısından oldukça sıkıntı
vericidir. Böyle bir durum, evrimcilere hikaye üretme
fırsatı dahi vermemektedir. Nitekim evrimci araştırmacılar
tropikal ormanlardaki muazzam çeşitliliğin nedenlerini
bilmediklerini itiraf etmektedirler.
Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Tüm canlılar
gibi, söz konusu ormanlardaki tek hücreli, bitki
ve hayvan türlerini de Allah yaratmıştır. Evrimciler
içine düştükleri çıkmazdan kurtulmak istiyorlarsa,
bu gerçeği kabul etmelidirler.
Evrimci iddianın ne kadar akıl dışı olduğunu göstermek
için bir örnek verelim: Onlarca farklı ürünün üretildiği
büyük bir fabrikayı hayalinizde canlandırın. Bu
fabrikanın her biri televizyon, bilgisayar gibi
teknolojik cihazlardan oluşan geniş bir ürün yelpazesi
olsun. Söz konusu fabrikayı ve ürünlerini dikkate
alarak kendi kendinize şu soruları sorun: Bunlar,
hiçbir bilinçli müdahale olmaksızın çeşitli elementlerin
tesadüfen birleşmeleriyle meydana gelebilir mi?
Bu ileri teknoloji ürünü aletler, zaman içinde güneş,
rüzgar, yıldırım ve benzeri doğa olaylarının etkisiyle
oluşabilir mi?
Elbette böyle bir şey mümkün değildir; herkes bilir
ki gerek fabrika gerekse imal edilen cihazlar, mühendisler,
yöneticiler ve çeşitli uzmanların tasarım ve planlamasının
eserleridir. Şimdi bir de her biri günümüzün en
karmaşık elektronik cihazından çok daha kompleks
sistemlere sahip on milyonlarca canlı türünün bir
arada yaşadığı yağmur ormanlarını düşünün. Şüphesiz
milyonlarca senedir mükemmel bir uyum ve iş birliği
içinde yaşayan canlılardan oluşan böyle bir ortam,
evrim teorisinin iddia ettiği gibi, kendiliğinden
veya tesadüflerle oluşamaz. Buradaki bilinçli tasarım,
en ince detayına kadar alemlerin Rabbi olan Allah'a
aittir.
Mercan
resifleri, ölü mercan hayvanlarının, alglerin ve
kabuklu yumuşakçaların taşlaşmış formlarının zaman
içinde katmanlaşmasıyla oluşur. Tropikal kuşakta
yer alır ve oldukça geniş alanlara yayılabilirler.
Renk ve şekil zenginliğinin yanı sıra resifleri
dikkat çekici kılan, barındırdıkları canlı çeşitliliğidir.
Bu yüzden yağmur ormanlarına da benzetilirler. Gözle
görülmeyen planktonlardan 6 metre uzunluğundaki
köpek balıklarına kadar çok çeşitli deniz canlısı,
mercan resiflerinin sakinleridir.
Mercan resiflerinde, birbirlerinden çok farklı
on binlerce tür canlı yaşar: Benekli, çizgili, parlak
renkli, çarpıcı desenlerle süslü balıklar, sürüler
halinde dolaşan balıklar, rengarenk mercanlar, değişik
görünümlü deniz böcekleri, göz alıcı deniz bitkileri,
sadece mercan kayalıklarına özgü süngerler, midyeler,
istiridyeler, deniz kestaneleri, yengeçler, deniz
yıldızları, mikroskobik canlılar, omurgasızlar...
Örnek olarak, Avustralya Büyük
Set Resifi, 2.000 kilometre uzunluğuyla canlı organizmalardan
meydana gelmiş dünyanın en büyük yapısıdır; 2.000
kadar balık, 400 mercan, 4.000 yumuşakça türüne
ev sahipliği yapar.
Daha doğrusu, bunlar günümüze kadar saptanan türlerin
sayılarıdır ve her yıl yeni hayvan ve tek hücreli
canlı türleri keşfedilmektedir.
Maryland Üniversitesi Zooloji Profesörü
Marjorie Reaka-Kudla'ya göre dünyadaki mercan resiflerinde
halen tanımlanmış toplam tür sayısı 93.000, tahmin
edilen sayı ise en az 950.000'dir.
Mercan kayalıkları, karalarda olduğu gibi, birbirlerini
tamamlayacak ve birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde yaratılmış canlılarla doludur. Örneğin mercan
hayvanları, dokularının içindeki tek hücreli algler
(zooxanthellae) ve dış yüzeyindeki yeşil algler
ile ortak yaşam sürerler. Mercan hayvanları, alglerin
fotosentez yaparak ürettikleri besinin bir bölümünü
alırlar. Algler ise, ihtiyaç duydukları besleyici
maddeleri mercan hayvanlarından temin ederler. Aynı
zamanda mercan, alg için güvenli bir yaşam ortamı
oluşturur.
Mercan resifleri genellikle besin maddeleri
açısından fakir olarak sınıflandırılan sulardadır.
Resiflerin nasıl bu sularda gelişmeyi başardıkları
sorusu uzun zamandır merak konusu olmuştur.
Son araştırmalara göre, resiflerdeki tür zenginliğinin
nedenlerinden biri, söz konusu canlıların muazzam
bir verimlilik ve iş birliğiyle çalışmasıdır. 18
Ekim 2001 tarihli Nature dergisinde yayımlanan bir
araştırma, mercan resiflerinin oyuklarında yaşayan
çeşitli sünger, midye, halkalı solucan türlerinin
ne kadar önemli olduklarını ortaya çıkarmıştır.
Çoğu küçük boyutlarda olan bu canlılar, bitkisel
planktonları süzerek mercan hayvanlarının ihtiyaç
duyduğu amonyak ve fosfat gibi maddeleri salgılamaktadırlar.
Kısacası, resif oyuklarında yaşayan binlerce küçük
canlı türünden oluşan sistem, eşsiz bir filtre istasyonu
gibi hizmet vermektedir.
Söz
konusu ekosistemdeki mikroorganizmalar, bitkiler
ve hayvanlardan sağladığımız bazı faydalar ise şöyledir:
Mercanlar denizlerden aldıkları kalsiyumu, kalsiyum
karbonat olarak salgılarlar. Benzersiz bir kimya
laboratuvarı gibi faaliyet gösterir; hem okyanuslarda
hem de atmosferdeki karbondioksit dengelerinin düzenlenmesinde
önemli rol oynarlar. Mercan resiflerindeki balık,
midye ve çeşitli canlılar yüz milyonlarca insanın
besin kaynağıdır. Resifler çoğunlukla deniz yüzeyine
yakın yerlerde geliştikleri için sahilleri büyük
dalgaların yıpratıcı etkisinden korurlar; böylece
erozyonu önler, fırtınaların verdiği tahribatı azaltırlar.
Mercan kayalıkları sayesinde kıyı ile resif arasında,
okyanusa kıyasla daha durgun, dolayısıyla büyüme
dönemindeki balıklar ve kabuklu deniz hayvanları
için daha elverişli bir ortam meydana gelir.
Bunların yanı sıra mercan resiflerindeki canlı
çeşitliliğinden kaynaklanan genetik materyal zenginliği
tıbbi araştırmalarda, yeni ilaçların geliştirilmesinde
kullanılmaktadır. National Geographic dergisi yazarlarından
Biyolog Douglas Chadwick, resif canlılarından elde
ettiğimiz bu faydaların bir kısmını şöyle ifade
etmektedir:
"Tıbbi araştırmalar mercan resiflerinde
yaşayan daha fazla organizmayı ortaya çıkardıkça,
oradaki canlılarla insanlık arasındaki bağlar artacaktır.
Bazıları şimdiden iltihaplar, astım, kalp hastalıkları,
lösemi, tümörler, bakteriyel enfeksiyonlar, mantar
ve HIV dahil olmak üzere virüslere karşı aktif bileşikler
sağlamıştır. Araştırmalar, deniz salyangozları ve
bazı süngerler tarafından balıkları püskürtmek için
kullanılan kimyasal maddelerin, karada böcek öldürücü
ilaçlar olarak da sonuç verdiğini bulmuştur. Tropikal
konik salyangoz zehirinin farmakolojik özelliklerinin
incelenmesi, morfinin yerini alabilecek bağımlılık
yapmayan bir çözümü ortaya çıkarmıştır. Mercan iskeletleri,
kemik implantasyonlarında destek materyali olarak
kullanılmak üzere araştırılırken, mercanlarda yaşayan
deniz kamçılıları da potansiyel bir ağrı kesici
madde sunmaktadırlar."
Mercan kayalıklarında yaşayan canlıların
her bir türü tasarım harikası sistem ve özelliklerle
donatılmıştır.
Örneğin; bazı balık ve hayvanlar,
insanlardan daha çok renk reseptörüne sahiptirler;
renkleri insanlardan daha iyi görürler.
Resif balıklarının çoğu renklerini belirli ölçülerde
değiştirebilirler; bazı türler bunu bukalemunlar
kadar hızlı yapabilirler.
Büyük gözlü levrekler, sincap balıkları gibi bazıları,
duyarlılığı yüksek gözleri sayesinde, gün ışığının
olmadığı derinliklerde veya gece karanlığında avlanabilirler.
Kirpi balıkları midelerini balon gibi şişirip dikenlerini
dikleştirerek kendilerini savunurlar.
Papağan balıkları geceleri jelatinimsi bir madde
ile tüm vücutlarını kaplayarak kendilerini kamufle
eder; güçlü gagamsı ağızlarıyla mercanlardan parçalar
kopararak üzerlerindeki alglerle beslenirler.
Çöpçü balıkları ve temizlikçi karidesler balıkların
üzerindeki parazitlerle beslenirler. Elbette burada
sayılanlar, resif canlılarındaki tasarım harikası
sayısız sistem ve özellikten yalnızca birkaçıdır.
Resiflerde yaşayan bazı balık türleri,
ortam ile oldukça uyumlu renkleri sayesinde kendilerini
çok iyi kamufle ederler. Diğer taraftan melek balıkları
ve kelebek balıkları gibi bazı türler oldukça dikkat
çekici renklere sahiptirler. Deniz altında uzaktan
fark edilebildikleri için yırtıcı balıklar tarafından
avlanmaları ve kısa sürede nesillerinin tükenmesi
kaçınılmaz görünmektedir. Ancak çarpıcı renklere
sahip bu balıklar kendilerine özgü savunma yöntemleriyle
yaşamlarını sürdürürler. Burada üzerinde durulması
gereken nokta şudur: Evrimciler, Darwinizm'in öngörüleriyle
taban tabana zıt olan bu durumu açıklayamazlar.
Bu konuyu ele alan evrimci araştırmacılardan biri
deniz biyoloğu Justin Marshall'dır. Queensland Üniversitesi'nden
Dr. Marshall, Scientific American dergisindeki "Resif
Balıkları Neden Bu Kadar Renklidirler?" adlı makalesinde,
bunun "gizemlerden biri" olduğunu dile getirir;
ayrıca bunu çözmek amacıyla yürütülen çabaları "güzel
olduğu kadar hayal kırıklığına uğratıcı" şeklinde
tanımlar.
Gerçekte ise, ortada ne bir gizem
vardır, ne de hayal kırıklığına uğratıcı bir durum.
Sadece tarih tekerrür etmektedir. Darwin'in "Şimdilerde
ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla
rahatsız ediyor. Örneğin bir tavuskuşunun tüylerini
görmek, beni neredeyse hasta ediyor"
şeklinde dile getirdiği sıkıntılarını, onun takipçileri
de yaşamaktadır. Kısacası, resiflerdeki canlı çeşitliliği,
kusursuz tasarımlara sahip hayvanlar ve türler arasındaki
mükemmel uyum, Darwinistler için bir kabus niteliğindedir.
Bu kabustan kurtulmak içinse yapmaları gereken,
hayranlık uyandıran renklere ve görünümlere sahip
resif balıklarını yaratanın Allah olduğunu kabul
etmektir.
Özellikle akvaryum hobisi olanlar çok iyi bilirler
ki tropikal deniz balıklarını ve mercanları akvaryumda
beslemek oldukça zordur. Bunun başlıca nedeni, bu
canlıların resiflerdeki doğal ortamını akvaryumda
kesintisiz bir şekilde meydana getirmektir. Bir
deniz akvaryumundaki tuzluluk, sıcaklık, pH, ışık,
oksijen oranları, suyun kimyasal bileşimi belirli
değerler arasında tutulmak zorundadır. Bir deniz
akvaryumundaki mercan ve balıklar, ortamdaki küçük
değişimlerden olumsuz etkilenmeye oldukça açıktırlar.
İdeal koşullar teknolojik cihazlar tarafından hassas
ve sürekli olarak ayarlanmadığı takdirde hayvanlar
ölürler.
Şimdi sadece birkaç balık ve mercan türü içeren
bir deniz akvaryumunu işletmenin güçlüğünü göz önünde
bulundurarak düşünün. Mercan resiflerindeki on binlerce
canlı türü kendiliğinden veya tesadüfen meydana
gelebilir mi? Mercan kayalıklarının oyuklarını kendilerine
yuva edinen balıkların, göz alıcı renkleri, etkileyici
avlanma ve savunma sistemleri, kendilerine özgü
vücut yapıları, duyu organları, sistemleri, genetik
bilgileri rastlantıların sonucu olabilir mi? Resiflerdeki
bitkiler, hayvanlar, planktonlar ve mikroorganizmaların
milyonlarca senedir uyum ve düzen içinde yaşadığı
ortam, bilinçli bir müdahale ve tasarım olmaksızın
gerçekleşebilir mi?
Elbette, böyle bir şey olamaz. Bu sorulara evet
yanıtı vermenin mantıksızlığı, düşünen ve akleden
her insan için son derece açıktır. Benzersiz tasarımlar
ve hayret uyandıran özelliklere sahip resif canlıları,
yaratılıştaki üstünlüğü ve ihtişamı göstermektedir;
kendilerini yaratan Allah'ın sonsuz sanatını ve
sınırsız ilmini gözler önüne sermektedir.
Sahilde
yürürken veya denizde yüzerken yosunlar ve çeşitli
deniz bitkileri gözünüze çarpmıştır. Bunlar ve bazı
mikroskobik planktonlar fotosentez yoluyla besin
üretirler. Böylece denizlerdeki besin zincirinin
ilk basamağını oluşturlar. Ancak en derin noktası
11.000 metre, ortalama derinliği ise 5.000 metre
olan okyanuslarda, 100 metrenin altına güneş ışığı
ulaşmaz. Dolayısıyla buralarda fotosentez imkanı
yoktur. Yüksek bir basınç, 2-4°C gibi düşük bir
sıcaklık ve sürekli karanlık vardır. Kıt besin kaynakları,
üst tabakalardan yağan atıklar ve organik maddelerden
oluşur. Kısacası söz konusu olan, insanların alışkın
olduğundan tamamen farklı bir ortamdır. Tüm bu zor
koşullara rağmen, okyanusların derinliklerinde çeşitli
balıklar, birbirlerinden çok farklı omurgasız hayvanlar
ve mikroorganizmalar yaşarlar.
Okyanuslarda derinliğe bağlı olarak sıcaklık, basınç,
besin maddelerinin yoğunluğu ve ışık oranı değişir.
Deniz yüzeyinden tabanına doğru inildikçe koşullar
farklılık gösterir. Bununla birlikte her derinlikte,
ortamın koşullarına uygun yapı ve sistemlere sahip
canlılar yaşamlarını sürdürürler: Okyanusların derinliklerine
özgü balıklar, midyeler, deniz laleleri, süngerler,
kabuklular, karidesler, yengeçler, yumuşakçalar,
ahtapotlar, mürekkep balıkları, derisi dikenliler,
solucanlar, deniz yıldızları, deniz kestaneleri,
denizanaları, ıstakozlar, tek hücreliler, isimlerine
ancak ileri seviyedeki biyoloji kitaplarında rastlanabilir
canlılar, ancak doğa belgesellerinde görülebilir
hayvanlar...
Amerikalı tanınmış deniz ekolojistleri
Frederick Grassle ve Nancy Maciolek'in ifadesiyle,
denizlerin altında 10 milyon tür olabilir.
Burada özellikle dikkat çeken bir nokta şudur: Daha
önce yaşamın olmadığı sanılan bir ortamda, okyanusların
birkaç bin metre tabanında şaşırtıcı bir tür zenginliğinin
var olduğunun ortaya çıkarılmasıdır. Rutgers Üniversitesi
Deniz ve Kıyı Araştırmaları Enstitüsü Direktörü
Frederick Grassle araştırmalarına dayanarak şu değerlendirmeyi
yapar:
"Topladığımız örnekler gösterdi
ki okyanus tabanı, gerçekte, mevcut tür sayısı açısından
tropikal yağmur ormanlarıyla yarışabilir. Okyanus
dibi fiziksel olarak bir çölü andırabilir, fakat
tür çeşitliliği açısından daha çok tropikal bir
yağmur ormanı gibidir."
Bir araştırmada,
2.100 metre derinlikteki okyanus tabanından alınan
her 30x30 santimetrelik numunede 55-135 farklı tür
bulunmuştur.
Güney Avustralya açıklarındaki bir diğerinde ise,
10 metre karelik deniz zemininde 800'den fazla türün
varlığı belirlenmiştir.
Şu da var ki, henüz okyanusların
çok büyük bölümü hiçbir bilimsel araştırmaya konu
olmamıştır. Tuscia Üniversitesi'nden Francesco Canganella
ve Japonya Deniz Bilimi ve Teknolojisi Merkezi'nden
Chiaki Kato'nun belirttiği gibi, "Araştırmacıların
çabalarına ve bilimsel metotlardaki gelişmelere
rağmen, okyanusların sadece küçük bir bölümü kolaylıkla
erişilebilir durumdadır ve bundan dolayı deniz dünyasının
büyük bölümü henüz bilinmemektedir."
Dolayısıyla her yeni araştırma bilinmeyen türlerin
varlığını gün ışığına çıkarmaktadır.
21. yüzyılın başında
keşfedilen bir biyolojik olgu şöyledir: Okyanus
dibindeki çamur tabakasında bulunan bazı bakteri
ve arkebakteriler metan tüketmektedir. Böylece bizim
için hayati öneme sahip bir faaliyet göstermektedir.
Bu mikroorganizmaların her yıl yaklaşık 300 milyon
ton kadar metan tükettikleri sanılmaktadır. Uzmanlara
göre; "Bu miktar, insanların tarım, çöp gömme, ya
da fosil yakıt kullanma yollarıyla atmosfere saldıkları
metan miktarına eşittir."
Dolayısıyla 20 Temmuz 2001 tarihli Science dergisinde
belirtildiği gibi, "Bir zamanlar varlığı olanaksız
sanılan bu metan yiyen mikropların, şimdi gezegenin
karbon dolaşımı açısından çok önemli olduğu görülmektedir."
Burada dikkat çekici olan diğer bir olgu da söz
konusu bakteriler arasındaki kusursuz iş birliği
ve düzendir. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın
teknolojisiyle anlaşılabilen iş birliği şöyle özetlenebilir:
Bakteriler sayesinde (onlardan bazı yapısal farklılıklar
taşıyan) arkebakteriler oksijensiz ortamda metanla
beslenebilirler; arkebakteriler ise bakterilerin
ihtiyacı olan karbonu sağlarlar.
Yapılan araştırmalar
sonucunda, daha önce yaşamın olmadığı sanılan
okyanusların birkaç bin metre tabanında
şaşırtıcı bir tür zenginliğinin var olduğu
ortaya çıkmıştır.
|
Okyanusların binlerce metre derinliklerinde, oksijenin
dahi bulunmadığı çamur katmanında yaşayan bu gözle
görülmeyen canlılar durmaksızın insanlar için çalışırlar.
Bu tek hücreli canlıların yok olmaları durumunda
neler olacağını düşünmek, bunların bizim için önemini
açıkça gösterir: Bu mikroorganizmalar ortadan kalktıkları
takdirde, açık denizlerin dibinde bulunan büyük
miktardaki metan gazı atmosfere karışır, sera etkisi
nedeniyle küresel ısınma baş gösterir, dünyanın
her yerindeki iklim dengeleri bozulur ve dünya yaşayamayacağımız
kadar sıcak bir gezegene dönüşür.
2001 yılında anlaşılmıştır
ki, okyanusların altındaki yer kabuğunun içinde
bazı bakteri türleri yaşamaktadır.
Bu mikroorganizmaların doğal yaşam alanı, deniz
yüzeyinin binlerce metre altındaki okyanus tabanının
300 metre derinliğe kadar olan bölümüdür. Yaşam
alanlarının yanı sıra, söz konusu canlıların faaliyetleri
de insanı hayrete düşürmektedir. Bu bakterilerin
besin kaynakları kayalardır; kayaları yiyerek beslenirken
tüm canlılar açısından çok önemli bir işi daha gerçekleştirirler:
Okyanuslarda, elementlerin ve kimyasal maddelerin
dolaşımına önemli katkıda bulunurlar.
Dikkat edin, yeryüzündeki yaşam için çok önemli
olan bu işlemi yapanlar, tüm laboratuvarlar ve bilim
adamları biraraya gelseler bile yapamayacakları
bu işi gerçekleştirenler, tek hücreli organizmalardır.
Okyanus dibindeki
diğer bir ekosistem ise sıcak su kaynaklarıdır.
Bu kaynaklar, dünyanın kabuğundaki yarıklardan,
içinde çeşitli minerallerin bulunduğu sıcak suyun
çıktığı yerlerdir. 20. yüzyılın sonlarında keşfedilen
bu kaynakların çevresinde şimdiye kadar 300'den
fazla tür saptanmıştır.
Bazıları parlak kırmızı renk tüylere sahip birkaç
metre uzunluğunda büyük boru solucanları, dev istiridyeler,
midyeler, ahtapotlar ve farklı görünümlerdeki omurgasızların
bir arada yaşadığı ortam, araştırmacıların oldukça
ilgisini çekmiştir. Bu canlıların besinlerini nasıl
sağladığı sorusuna cevap aranırken daha da hayret
verici gerçekler ortaya çıkmıştır.
Okyanusun derinliklerinde,
yüksek basınç, düşük sıcaklık ve kıt besin
kaynakları gibi zor koşullar olmasına rağmen
çeşitli hayvanlar, birbirinden farklı renklere
sahip yumuşakçalar ve mikroorganizmalar
yaşarlar.
|
Sıcak su kaynağının çevresindeki
ekosistemde bulunan boru solucanı, bildiğimiz solucanlardan
çok farklı bir türdür; ağzı ve sindirim sistemi
yoktur. Dokularının içinde yaşayan bakteriler sayesinde
besin ihtiyacını karşılar. Boru solucanının her
28 gramlık dokusu 285 milyar bakteri içerir.
Bu bakteriler kemosentez yapar; yani sıcak su kaynağından
çıkan kimyasal maddeleri besine dönüştürür. Boru
solucanı da bu besini değerlendirerek yaşar.
Okyanusun
derinliklerinde, bakteriler besin zincirinin ilk
halkasıdır; bazı omurgasızlar bu mikroorganizmalar
sayesinde, ahtapot gibi hayvanlar ise bu omurgasızlar
sayesinde soylarını devam ettirirler. Yakın bir
zamana kadar canlılığın var olmadığının sanıldığı
bu ortamdaki türlerin zenginliği ve uyumu hayranlık
vericidir.
Okyanusların tabanında, kimyasal açıdan zengin
ancak soğuk olan su sızıntılarının yakınlarında
da çeşitli canlıların var olduğu tespit edilmiştir.
Her yeni araştırma ve gelişme, okyanus tabanının
zenginliği hakkında ne kadar az şey bildiğimizin
bir göstergesi olmaktadır.
Şimdi şu gerçeği göz önünde bulundurun: Derin deniz
araştırmalarında kullanılan denizaltılar ancak son
70 yıl içinde geliştirilmiştir. Binlerce metre derine
inen bir keşif denizaltısı özel olarak tasarlanmıştır.
Bu tasarım, çeşitli bilim dallarından uzmanlar tarafından
yapılmıştır. En derin okyanusların diplerinde milyonlarca
senedir yaşayan her canlı türü de, bulunduğu ortama
en uygun yapıda tasarlanmıştır. Dahası bu canlıların
hücrelerindeki mekanizmalar, keşif denizaltılarındaki
sistemlerden kat kat komplekstir. Böylesine karmaşık
yapıların ise, evrimin iddia ettiği gibi, tesadüfen
oluşması kesinlikle mümkün değildir. Okyanusların
derinliklerindeki canlı çeşitliliği ve bunlardaki
üstün tasarımlar, herşeyi yaratan
Allah'a aittir.
Canlılık denildiğinde, çoğunlukla
hayvan ve bitki türleri göz önüne gelir; hatta bazı
insanlar canlılığın sadece bunlardan oluştuğunu
düşünürler. Oysa, çıplak gözle görülmemelerine rağmen,
yeryüzündeki canlıların tamamının kütlesel olarak
%25-50'sini oluşturan bir canlı grubu vardır: Mikroorganizmalar.
Mikroorganizmaların önemli bir
bölümünü ise bakteriler oluşturur. Bunlar küresel,
çubuksu veya spiral biçimlerde olabilirler; çoğunun
boyutu 0.001 milimetreden küçüktür. O kadar küçüktürler
ki bu cümlenin sonundaki nokta kadar bir yere yüz
binlercesi sığabilir.
Yeryüzündeki her
ekosistem ve her canlı türü doğrudan veya dolaylı
olarak bakterilerin faaliyetlerine bağlıdır. (Yeryüzündeki
yaşam ve hassas dengelerde, bakterilerin olmazsa
olmaz önemi ilerleyen bölümlerde anlatılacaktır.)
Hemen hemen her yerde bulunurlar.
Buzullar, sıcak su kaynakları, tuz, asit, kimyasal
madde veya kirlilik oranı çok yüksek ortamlar, insan
ve hayvanların dokuları ve organları, oksijensiz
derin deniz ve toprak katmanlarında dahi binlerce
bakteri türü barınır. Örneğin, sağlıklı bir insanın
bağırsakları 400 farklı bakteri türü içeren küçük
bir ekosistemdir ve bu canlılar bağırsakların düzenli
bir şekilde faaliyet göstermesinde çok önemli bir
pay sahibidir.
Mikroskop altında
benzer görünen bakterilerin dahi genetik
yapıları incelendiğinde, bunların aslında
birbirlerinden çok farklı türler oldukları
fark edilmiştir. Northwestern Üniversitesi
mikrobiyoloğu David Stahl'ın deyişiyle,
bir bakteri diğerinden "bir boz ayının bir
meşe ağacından farklı olduğu kadar" farklı
olabilir.
|
Bakteriler, canlılar arasında en
çok çeşitlilik gösteren fakat en az bilinen gruplardandır.
21. yüzyıl teknolojisini bile çaresiz bırakan bir
çeşitlilikleri vardır. Denebilir ki binlerce bakteri
türü ve milyarlarca bakteri bireyi içeren bir gram
toprak, mikroskobik düzeyde bir yağmur ormanını
andırır. Yani, bir yağmur ormanında karşılaşılan
olağanüstü çeşitliliğin bir benzerini, mikroskop
altındaki bir tutam toprak parçasında da görmek
mümkündür.
Mikrop ve bakteri türlerinin belirlenmesi için
bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalar, yapılması
gerekenin yanında çok ama çok azdır. Bu organizmalar
üzerinde araştırma yapmanın zor olmasının bazı nedenleri
vardır: Bakteri türlerinin çoğunun laboratuvarda,
kültür ortamında üretilememesi; bir damla deniz
suyunda veya bir tutam toprakta dahi milyarlarcasının
bulunması gibi... Bakteri türlerinin inanılmaz zenginliği
bile, aslında son yıllarda, genetik bilimindeki
ilerlemelerle anlaşılmıştır.
Mikroskop altında benzer görünen
bakterilerin dahi genetik yapıları incelendiğinde,
bunların aslında birbirlerinden çok farklı türler
oldukları fark edilmiştir. Northwestern Üniversitesi
Mikrobiyoloğu David Stahl'ın deyişiyle, bir bakteri
diğerinden "Bir boz ayının bir meşe ağacından farklı
olduğu kadar" farklı olabilir.
Profesör Wilson, Doğanın Gizli Bahçesi adlı kitabında,
söz konusu organizmalara ilişkin son gelişmeleri
şöyle özetler:
"Ancak sistematiğin esas kara deliği
bakterilerdir. Kabaca 4000 bakteri türünün resmen
tanımlanmış olmasına rağmen, yakın zaman önce Norveç'te
yapılan araştırmalar, orman toprağının her bir gramında
bulunan 10 milyar organizmanın arasında bilim için
neredeyse tümüyle yeni olan 4000 ila 5000 bakteri
türünün varlığını ortaya çıkarmıştır, ayrıca sığ
deniz çökeltilerinin her bir gramında da birinci
gruba dahil olmayan ve yine çoğu yeni 4000 ila 5000
tür daha bulunmuştur."
Konunun uzmanlarından, Maryland Üniversitesi Biyoteknoloji
Enstitüsü Başkanı Rita Colwell ise, dünya üzerindeki
bakteri zenginliğine dair şu sayıları verir:
"Bakteriler çok
küçük olmalarına rağmen, bilimsel tanımlamanın
çok ötesine giden biyokimyasal, yapısal
ve davranışsal komplekslikler gösterirler.
Günümüzün mikroelektronik devrimine uygun
olarak, bakterilerin boyutunu basitlikten
ziyade komplekslikle eşit saymak daha mantıklı
olabilir." (James Shapiro)
|
"Sadece 3.000-4.000 bakteri türü
tanımlanmıştır. 300.000 kadar bakteri türünün var
olabileceği tahmin edilmektedir; fakat bu sayı büyük
ihtimalle 3.000.000'a daha yakındır."
Çoğu insan bakterileri
sadece hastalığa yol açan zararlı varlıklar olarak
düşünür. Ancak böyle bir düşünce doğru değildir.
Bakterilerin çok az bir bölümü hastalık etkenidir.
Elinizdeki kitabın çeşitli bölümlerinde anlattığımız
gibi, yeryüzünde yaşamın oluşumu ve sürekliliğinde,
canlılık için zorunlu olan hassas dengelerin düzenlenmesinde,
bakterilerin olmazsa olmaz bir önemi vardır.
Bu gerçek, Chicago Üniversitesi Biyokimya ve Moleküler
Biyoloji Bölümü Profesörü James Shapiro tarafından
şöyle belirtilir:
"Bakteriler çok küçük olmalarına
rağmen, bilimsel tanımlamanın çok ötesine giden
biyokimyasal, yapısal ve davranışsal komplekslikler
gösterirler. Günümüzün mikroelektronik devrimine
uygun olarak, bakterilerin boyutunu basitlikten
ziyade komplekslikle eşit saymak daha mantıklı olabilir...
Bakteriler olmaksızın yeryüzünde hayat şu anki haliyle
var olamazdı."
Hızlı çoğalmalarına, bu kadar küçük ve bu kadar
çok olmalarına karşın, bakteriler en ufak bir karışıklığa
yer vermeyecek şekilde faaliyet gösterirler. Bunun
ise tek bir açıklaması vardır: Yaptıkları son derece
kompleks işlerden (örneğin siyanobakterilerce gerçekleştirilen
fotosentez gibi) bireylerinin ve türlerinin sayılarına
kadar bakterilerle ilgili her türlü detay, onları
yaratan Allah'ın dilediği ve belirlediği şekildedir.
Nerede, ne zaman ve hangi sayıda olmaları gerektiğini
bilen ve planlayan; onları yeryüzündeki dengelerin
düzenlenmesinde ve dünyanın insan yaşamı için elverişli
bir ortam olmasında vesile kılan
Allah'tır.
2. BÖLÜM:
İNSAN İÇİN YARATILMIŞ CANLILAR
Yeryüzündeki
muazzam canlı çeşitliliğini anlamak için yağmur
ormanlarında veya denizin altında keşif yapmak,
mikroskop ya da teknolojik cihazlar kullanmak zorunlu
değildir. Bilinçli bir insanın, çevresindeki bitki
ve hayvan türlerine bakması bile çeşit çeşit canlılarla
dolu bir dünyada yaşadığını kavraması için yeterlidir.
Ancak çoğu insan ya bu açık gerçeği görmezden gelir
ya da bunun üzerinde düşünmeye gerek duymaz ve böylece
büyük bir hataya düşer. Çünkü biyoçeşitlilik, yeryüzündeki
sayısız dengeler ve insan yaşamı açısından olmazsa
olmaz bir öneme sahiptir. Farklı canlı türleri sayesinde
neler elde ettiğimizi ve bunların yok olduğu takdirde
neler kaybedeceğimizi düşünürsek, biyolojik çeşitliliğin
değeri daha iyi anlaşılır.
Şurası bir gerçek ki, doğumumuzdan ölümümüze kadar
mikroorganizmalardan, bitkilerden ve hayvanlardan
istifade ederiz. Üstelik bunlara karşılık herhangi
bir bedel ödemeyiz. Canlıların sunduğu imkanların
bizim için neden paha biçilmez olduğunu, Philadelphia
Doğal Bilimler Akademisi biyolojik çeşitlilik uzmanı
Ruth Patrick şöyle ifade eder:
"Farklı yapılara, farklı kimyasal
bileşimlere ve farklı yaşam sürelerine sahip çok
sayıdaki türün varlığı, gezegenimizin her yerinde
insanlar için, hayatın en önemli temellerinden birini
oluşturur."
Stanford Üniversitesi'nden tanınmış
Biyoloji Profesörü Paul Ehrlich ise aynı gerçeği,
"mikroorganizmalar, bitkiler ve hayvanlar olmaksızın
şimdiki biçiminde toplum var olamaz"
şeklinde dile getirir.
Biyoloji Profesörü ve Biyoçeşitlilik Uzmanı Peter
Raven, dünyanın insan için yaşanabilir bir gezegen
olmasında, canlıların hayati rolünü şöyle anlatır:
"İnsanın varlığı diğer yaşam formlarına
ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Tüm insanlar, besin,
malzeme, enerji ve hatta soluk aldıkları hava için
dünyanın flora, fauna ve mikroorganizmalarına ihtiyaç
duyarlar."
South Florida Üniversitesi Profesörü Bryan Norton
da dünya üzerindeki tür zenginliğinin değerinden
şöyle söz eder:
"Biyoçeşitliliğin değeri var olan
herşeyin değeridir. Şu andan dünyanın sonuna kadar
bütün ülkelerin gayri safi milli hasılalarının toplam
değeridir. Bunu biliyoruz, çünkü hayatlarımız ve
ekonomilerimiz biyoçeşitliliğe bağımlıdır. Eğer
biyoçeşitlilik yeterli oranda azalırsa, ve felaket
noktasını bilmezsek, artık hiçbir şuurlu varlık
olmayacaktır. Onlarla birlikte, ekonomik veya başka
bütün değer yok olacaktır."
Çevremizdeki bitki ve hayvan türlerinden
elde ettiğimiz faydalara her gün şahit oluruz. Ancak
bir de çıplak gözle göremediğimiz veya bilgi sahibi
olmadığımız canlılar vardır. Onlar da insanlık için
hayati değerde işlemler yapmaktadırlar. Profesör
Paul Ehrlich bu konuya ilişkin şu yorumu yapar:
"Biyolog olmayanlar tarafından çoğu bilinmeyen
organizmalar, medeniyet için zorunlu olan ekolojik
sistemlerde rol oynarlar."
Özellikle teknolojideki gelişmeler yeryüzündeki
çeşitliliğin önemine ilişkin bazı gerçekleri gözler
önüne sermiştir: Şimdiye kadar önemsiz veya faydasız
görülen pek çok canlı, insanların yepyeni nimetlere
kavuşmasına vesile olmaktadır. Örneğin, garip görünümlü
bir deniz solucanı hastalıkların tedavisinde kullanılacak
kimyasal maddeler içermektedir. Veya bakterileri
ele alalım. Yakın geçmişte ortaya çıkarılan bakteri
türleri insanlık için büyük yararlar vaat etmektedir.
Örneğin, ABD'deki Potomac Nehri'nin katmanlarında
bulunan bir mikrop türü, ozon tabakasını tahrip
eden kloroflorokarbon gazlarını "parçalama" yeteneğine
sahiptir.
Bir diğer örnek, Amerika'daki Yellowstone Ulusal
Parkı'nın sıcak su kaynaklarında keşfedilen Thermus
aquaticus adlı bakteri, genetik biliminin ilerlemesinde
önemli bir rol oynamıştır.
Bu mikroorganizmadan elde edilen bir enzim sayesinde,
İnsan Genomu Projesi, gen testleri ve gen analizlerinin
ayrılmaz bir parçası olan PCR (Polimeraz zincirleme
reaksiyonu) yöntemi geliştirilmiş; böylece 1980'li
yıllarda haftalar süren DNA profilinin çıkarılması
işlemini çok kısa sürede yapabilmek mümkün olmuştur.
Canlılar insan yaşamına, yeryüzündeki
ekosistemlere ve dengelere sayılamayacak kadar çok
katkıda bulunurlar. ABD'nin çeşitli üniversitelerinden
11 tanınmış uzman
tarafından hazırlanan "Ekosistem Hizmetleri: Doğal
Ekosistemlerin İnsan Topluluklarına Sağladığı Faydalar"
adlı makalede, bu katkıların önemi ve kompleksliği
şu örnekle anlatılır:
"Örneğin, insanların Ay'a yerleşmeye çalıştıklarını
hayal edin. Varsayın ki Ay, önceden mucizevi bir
biçimde insan yaşamını sağlayan temel koşulların
bazılarını elde etmiş olsun: bir atmosfer, bir iklim
ve dünyadakine benzer fiziksel bir toprak yapısı
gibi. İnsan kolonicilerin yüz yüze geldiği önemli
sorun şu olacaktır: Verimsiz yüzeyi oturulur hale
getirmek için dünyadaki milyonlarca türden hangilerinin
Ay'a götürülmesi gerekir?
Bir kişi bu sorunu sistematik olarak şöyle çözmeye
çalışabilir: öncelikle bütün türlerin arasından
doğrudan doğruya yiyecek, içecek, baharat, elyaf,
kereste, ilaç, balmumu, kauçuk ve yağlar gibi endüstriyel
ürünler olarak kullanılacakları seçerek. Bir kişi
çok seçici olsa bile, liste yüzlerce, hatta binlerce
tür tutabilir. Ve bu yalnızca bir başlangıç olacaktır,
çünkü kişi, daha sonra bunları desteklemek için
hangi türlerin çok önemli olduğunu hesaba katmak
ihtiyacı duyacaktır: Bakteriler, mantarlar, toprağı
verimli yapmaya ve atıkları ve organik maddeleri
ayrıştırmaya yardım eden omurgasızlar; çiçekleri
dölleyen böcekler, yarasalar ve kuşlar; otlar, şifalı
bitkiler ve toprağı tutacak, su dolaşımını düzenleyecek
ve hayvanlara besin sağlayacak ağaçlar. Bu düşünce
egzersizinin açık mesajı şudur ki hiç kimse insan
yaşamını desteklemek için türlerin hangi bileşiminin
(hatta yaklaşık olarak kaç tane türün) gerekli olduğunu
bilmiyor.
Bir kişi türleri direkt olarak
seçmekten ziyade başka bir yaklaşımı deneyebilir:
Ay kolonisi tarafından ihtiyaç duyulan ekosistem
hizmetlerini sıralayarak ve sonra her birini gerçekleştirmek
için gerekli türlerin çeşitlerini ve sayısını tahmin
ederek. Fakat belirli bir ekosistem hizmetinin faaliyetinde
hangi türlerin önemli olduğunu belirlemek, kolay
bir iş değildir. Örnek olarak toprak verimliliğini
ele alalım. Toprak organizmaları, bitkilere gerekli
besin maddelerinin kimyasal dönüşümü ve fiziksel
transferi açısından çok önemlidir. Ancak toprak
organizmalarının bolluğu kesinlikle şaşırtıcıdır.
Mesela, Danimarka'daki 0.8 metre karelik çayırın
altında, toprakta yaklaşık olarak 50.000 küçük halkalı
solucan ve akrabaları, 50.000 böcek ve hemen hemen
12 milyon yuvarlak solucan bulunur. Ve bu hesap
sadece bir başlangıçtır. Toprak hayvanlarının sayısı,
toprak mikroorganizmalarının sayısı ile karşılaştırıldığında
çok azdır: Bir tutam verimli toprak 30.000'in üstünde
tek hücreli organizma, 50.000'den fazla alg, 400.000'den
fazla mantar ve milyarlarca bakteri içerebilir.
Koloniciler, verimli ve sürekli bitki gelişimini,
toprağın yenilenmesini, atıkların yok edilmesini
ve benzer hizmetleri sağlamak için Ay'a hangi canlıları
götürmelidirler? Toprakta yaşayan bu türlerin çoğu
gelişigüzel bir incelemeye bile konu olmamıştır:
bugüne kadar hiçbir insan gözü bir mikroskop ile
onlara göz atmamıştır, şimdiye kadar hiçbir insan
eli onlar için bir isim veya tanım yazmamıştır,
ve çoğu insan zihni onları düşünmeye bir an bile
ayırmamıştır. Bununla birlikte ciddi gerçek şu ki,
E.O. Wilson'un söylediği gibi: onların bize değil,
bizim onlara ihtiyacımız var."
Söz konusu makaleyi kaleme alan bilim adamlarının
anlatmak istediği açıktır: Bilimdeki tüm ilerlemelere
rağmen, canlıların ekolojik sistemlerde oynadığı
hayati roller yeni yeni anlaşılmaktadır. Bir gerçek
ise kesin olarak bilinmektedir. Canlı zenginliğinin
oluşturduğu ortam, yeryüzünü insan için gereken
tüm şartların biraraya geldiği bir yer haline getirmektedir
ve türlerin çeşitliliği insan yaşamını gözeten ilkelerle
tasarlanmıştır. Tüm bu olguların ortaya koyduğu
gerçek ise apaçıktır: Durmaksızın bizim adımıza
faaliyet gösteren milyonlarca tür, kendiliğinden
veya rastlantıların art arda eklenmesiyle oluşamaz;
onları sonsuz ihsan sahibi olan Rabbimiz yaratmış
ve hizmetimize vermiştir.
Elinizdeki kitabın bu bölümünde, tür zenginliğinden
sağladığımız nimetlerin çok az bir kısmı ana hatlarıyla
incelenecek; böylece "niçin yeryüzünde muazzam bir
çeşitlilik var?" sorusu da bir ölçüde yanıtlanmış
olacaktır.
1)
Besin Kaynağımız Olan Bitki ve Hayvanlar
Yaşamak
için yer ve içeriz; böylece trilyonlarca hücremizdeki
işlemler için gerekli olan proteinler, aminoasitler,
karbonhidratlar, yağlar, vitaminler, mineraller
ve sıvıları temin ederiz. Sağlıklı bir yaşam sürdürebilmek
için düzenli olarak beslenmemiz zorunludur. Burada
dikkat çekici bir nokta vardır: Beslenmek zor, sıkıcı
veya külfetli değil, hoşumuza giden bir işlemdir.
Günlük gıda gereksinimlerimizi karşılarken, yemeklerin,
içeceklerin, meyvelerin, sebzelerin, pastaların,
tatlıların, şekerlemelerin eşsiz tatlarından büyük
bir zevk alırız. Bugüne kadar tattığınız hepsi birbirinden
leziz yiyecekleri ve içecekleri gözünüzün önüne
getirmeye çalışın: Susuzluğunuzu gidermek için içtiğiniz
meyve suları, yaz sıcağında yediğiniz kavun ya da
karpuz, mangalda pişirilen kuzu pirzolası veya balık,
çikolatalı dondurma, ıspanaklı börek, sütlaç, mantı,
aşure, çilekli pasta, mantarlı pilav, bal…
Vücudumuzun ihtiyaçlarını karşılayan
bu lezzetli besin maddelerinin tümünüyse bitkiler
ve hayvanlardan sağlarız. Yeryüzünün değişik bölgelerinde
farklı kimyasal yapılara ve besin değerlerine sahip
tahıllar, meyveler, sebzeler, kara ve deniz hayvanları
bulunur. Canlılar, milyarlarca insana beslenme imkanı
sunarlar. Örnek olarak, insanlar tarafından tüketilen
balık miktarı yılda yaklaşık 100 milyon tondur.
Şu
da var ki günümüzde mevcut biyolojik çeşitliliğin
sadece küçük bir bölümü kullanılmaktadır. Örneğin,
tanınmış çevre bilimci Norman Myers'e göre, insanlar
tarih boyunca beslenme amacıyla 7.000 bitki türünden
faydalanmıştır.
Buna karşın yenebilir bitkilerin sayısının en azından
75.000 olduğu tahmin edilmektedir.
Özellikle tropikal bölgeler, besin değeri yüksek
binlerce bitki türüyle doludur. Missouri Botanik
Bahçesi Direktörü Peter Raven'in belirttiği gibi,
250.000 tür çiçekli bitkiden bazıları halen tarım
yapılamayan bölgelerde yetiştirilebilir ve verimli
ürünler verebilir.
Çoğu insan biyoçeşitliliğin önemini gereği gibi
kavrayamaz. Buğday, pirinç, mısır gibi bazı tahılların,
belirli sebze ve meyvelerin, etinden ve sütünden
faydalanacağı birkaç çeşit hayvanın kendisi için
yeterli olacağını düşünür. Elbette bu türler insanın
besin gereksinimi açısından yeterlidir. Ancak bunlar
çok çeşitli bakteri, hayvan, böcek, mikroorganizma
türlerine doğrudan veya dolaylı olarak bağlıdırlar;
yalnızca kendi başlarına var olamazlar. Padua Üniversitesi'nden
Maurizio Paoletti bu olguyu şöyle belirtir:
"Binlerce
bitki, hayvan ve mikroorganizma, tarımsal ekosistemlerdeki
ekin döngüsünde veya hayvansal üretimde bağlantılıdır.
Bunların çoğu hakkında hala az şey bilinmektedir."
Yeryüzündeki
milyonlarca tür canlıyı kusursuz bir denge içinde
birbirine bağlayan besin zincirini ele alalım. Herhangi
bir ekosistemde, yeşil bitkiler gibi "üretici",
hayvanlar gibi "tüketici", bakteri ve mantarlar
gibi "parçalayıcı" organizmalar bulunur. Yeşil bitkiler,
deniz yosunları, algler ve bazı "fotosentetik" bakteriler,
yeryüzünün eşsiz besin üreticileridir; bu canlılar
her saniye milyonlarca şeker molekülü üretirler.
Yeşil bitkilerin ürettiği organik besin miktarı
yılda 550 milyar tondur.
İnsan ise, besin zincirinin sonuncu halkasını oluşturur.
Mesela, bizim için iyi bir protein kaynağı olan
sudak balığı (tatlı su levreği), algleri yiyen küçük
omurgasız hayvanlarla beslenen küçük balıklarla
beslenir. Kısacası, karnımızı doyurmak ve sağlıklı
beslenmek amacıyla yediğimiz bir balık, denizlerdeki
gözle görülmeyen organizmalardan küçük hayvanlara
kadar pek çok canlı türüne bağımlıdır.
Söz konusu
durum, her gün yediğimiz bitkisel ve hayvansal besinlerin
kaynağı olan tüm canlılar için geçerlidir.
Alışkanlık
ve önyargıları bir kenara koyarak canlılar dünyasına
baktığımızda, dikkat çekici bir nokta ile karşılaşırız.
Pek çok bitki ve hayvan, kimyasal yapıları, çekici
kokuları ve lezzetli tatları ile besin ihtiyaçlarımızı
eksiksiz bir şekilde karşılarlar. Gerek bu harika
uyum, gerekse yeryüzündeki besin zincirinin sayısız
detayı, asla tesadüflerle açıklanamaz. Söz konusu
canlılar, özel olarak yaratılmış ve eşsiz birer
nimet olarak bizlere verilmişlerdir. Gereksinim
duyduğumuz yiyeceklerin kaynağı olan bitki ve hayvanları
yaratan ise, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan
Allah'tır. Bu gerçek bazı ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
Allah, gökleri ve yeri yaratan ve
gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü
ürünler çıkarandır... (İbrahim Suresi, 32)
Asmalı ve asmasız bahçeleri, hurmaları
ve tatları farklı ekinleri, zeytinleri ve narları
-birbirine benzer ve benzeşmez- yaratan O'dur. (Enam
Suresi, 141)
Ellerimizin yaptıklarından kendileri
için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı?
Böylece bunlara malik oluyorlar. Biz onlara kendileri
için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir,
bir kısmını(n da etini) yiyorlar. Onlarda kendileri
için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine
de şükretmeyecekler mi? (Yasin Suresi, 71-73)
2)
İlaç Yapımında Kullanılan Canlılar
İnsanların hastalıklarının iyileşmesi için
uygulanan tedavilerde ve ilaçların yapımında
tavşanlar dahil olmak üzere birçok canlı
kullanılmaktadır. Kuşkusuz, bu canlıları
ve bunların hastalık ve rahatsızlıklara
çare olan özelliklerini yaratan Allah'tır.
|
Günümüzde binlerce
mikroorganizma, mantar, bitki ve hayvan türü, hastalıkların
tedavisinde kullanılmaktadır. Pek çok ilaç, canlılardan
elde edilen kimyasal maddeler (veya bu maddelerin
laboratuvarlarda üretilmesi) ile hazırlanmaktadır.
Örneğin; bugün hemen herkesin tanıdığı bir ağrı
kesici olan aspirinin kaynağı söğüt ağacının kabuğudur.
Yüzlerce senedir sıtma tedavisinde kullanılan kinin,
kınakına ağacının köklerinde ve kabuğunda bulunmaktadır.
Halen tıbbi amaçlı olarak kullanılan bitki türlerinin
sayısı yirmi binden fazladır.
Illinois Üniversitesi Profesörü Norman Farnsworth'a
göre, yaklaşık dört milyar insanın temel ilaç kaynağı
bitkilerdir.
Çoğunun adını
bile duymadığınız canlıların, tıpta ve ilaç sanayiinde
kullanımı her geçen gün artmaktadır. Göğüs ve yumurtalık
kanserine karşı kullanılan "taxol" Kuzey Amerika'daki
porsuk ağacının kabuğundan; kanser gelişimini engelleyen
"Squalamine" bir köpek balığı türünün karaciğerinden;
kalp yetmezliği çeken kişilere destek olan "digitalis"
yüksük otundan; Hodgkin hastalığı ve çocuklardaki
kan kanserine karşı etkili olan iki kimyasal madde
(vinblastine ve vincristine) cezayir menekşesinden
elde edilmiştir. Kuzey Amerika ve Batı Hint Adaları'nda
rastlanan atnalı yengeçteki pıhtılaştırıcı bir maddenin
sayesinde, aşılarda, haplarda ya da tıbbi gereçlerde
bulunan ve ölüme yol açabilecek bakteriler saptanabilmektedir.
Mikroplarla mücadelede kullanılan antibiyotik maddeler
genellikle bakteri ve küf mantarlarından alınmaktadır.
Yalnızca doğum kontrolünde üç bin bitki türünden
faydalanılmaktadır.
Canlılardaki
bu çeşitlilik olmasaydı, tıp ve ilaç endüstrisinden
söz etmek mümkün olmayacaktı. Açıktır ki pek çok
canlı türü insanlardaki bazı hastalıklar ve sağlık
sorunlarını ortadan kaldıracak özelliklere sahiptir.
Buna rağmen henüz doğadaki canlıların çok küçük
bir bölümü tanımlanabilmiş; tanımlananların da küçük
bir kısmı kapsamlı olarak incelenebilmiştir. Örneğin,
California Üniversitesi Profesörü Peter Bryant'ın
belirttiği gibi, yağmur ormanlarındaki bitkilerin
yaklaşık %1'lik bir bölümü tıbbi açıdan araştırılmıştır.
Hastalıklara karşı etkili olup olmadığı çok yönlü
olarak incelenen bitkilerin ve omurgasız hayvanların
sayısı çok azdır.
Görünen odur ki insanların hastalıklardan kurtulmasına
vesile olacak harika proteinler, moleküller ve kimyasal
bileşimler, canlılarda mevcuttur.
Bunların yanı
sıra, yeni ilaçların ve aşıların denenmesinde ve
tıbbi araştırmalarda, bakteriler, kuşlar, maymunlar,
fareler, kediler, köpekler, tavşanlar, domuzlar,
böcekler ve daha birçok canlı kullanılmaktadır.
Örneğin; Drosophila meyve sineği genetik araştırmalarda
yoğun olarak kullanılan bir laboratuvar deneğidir.
Armadillo, cüzzam araştırmalarında kullanılan birkaç
hayvan türünden biridir.
Sadece ABD'deki bilimsel çalışmalarda faydalanılan
hayvan sayısı yılda 18-22 milyondur.
Unutulmamalıdır ki hastalığı da şifayı da yaratan
Allah'tır. Hastalığın iyileşmesi için uygulanan
tedaviler, kullanılan ilaçlar birer vesiledir. Aynı
şekilde, tedavilerde ve ilaçların yapımında kullanılan
mikroorganizmalar, hayvanlar ve bitkiler de birer
vesiledir. Bu canlıları ve bunların hastalık ve
rahatsızlıklara çare olan özelliklerini yaratan,
sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimizdir.
3)
Biyoçeşitlilik ve Ürünler
Gerek temel, gerek lüks ihtiyaçlarımızın kaynağı
canlılardır. Günlük yaşantımızın hemen her anında
kullandığımız ürünleri gözümüzün önüne getirelim:
Isınmak için kullandığımız yakıtlar, yünlü, pamuklu
veya ipekli giysiler, arabamızı çalıştıran benzin,
notlarımızı yazdığımız kağıtlar, ağaç veya plastikten
yapılmış mobilyalar, endüstrinin bel kemiği olan
petrol ve petrol ürünleri, hayvansal ve bitkisel
yağlardan yapılmış temizlik malzemeleri... Kuşkusuz,
bunlar veya benzeri ürünler günümüz medeniyetinin
vazgeçilmez unsurlarıdır. Ve unutulmaması gerekir
ki, milyonlarca senedir yaşayan yaratılış mucizesi
canlı türleri olmasaydı, söz konusu ürünler de olmayacaktı.
Bilim adamlarının ortak görüşü,
biyolojik çeşitliliğin eşi benzeri olmayan bir hazine
olduğu ve henüz bilinmeyen türlerin insanlık için
engin yararlar içerdiğidir. Profesör Edward Wilson'un
ifadesiyle, "Vahşi türler, yeni ilaçlar, ekinler,
lifler, petrolün yerini alacak maddeler ve toprağın
ve suyun ıslahı için sonsuz bir kaynaktır."
İnsanlara büyük faydalar sunacak özelliklerle
donatılmış bir canlı grubu da bakterilerdir. Örneğin,
biyoteknoloji alanındaki bilimsel çalışmalarda büyük
oranda bakterilerden faydalanılmaktadır. Acetobacter
xylinum adlı bakteri selüloz üretiminde, Alcaligenes
eutrophus adındaki bakteri plastik üretiminde kullanılmaktadır.
Bazı siyanobakteri türlerinin, kağıt ve ağaçlardan
elde edilen diğer ürünlerin üretiminde kullanılabileceği
anlaşılmıştır.
2002 yılında sonuçları açıklanan bir araştırmaya
göre, bir bakteri türü olan Desulfuromonas acetoxidans,
deniz çamurunu kullanarak elektrik üretmektedir.
Kısacası bakteriler, çok çeşitli üretim yapabilme
kapasitesine sahip benzersiz fabrikalardır.
4)
Teknolojiye Model Olan Canlılar
Dünyanın önde gelen helikopter firmaları,
yusufçuğun kusursuz dizaynını ve manevra
yeteneklerini taklit ederek fonksiyonel
modeller üretmişlerdir.
|
Okyanusların derinliklerinden göllere, çöllerden
ormanlara, toprağın altından havaya kadar her yer,
şaşırtıcı özelliklere ve sistemlere sahip çeşit
çeşit canlılarla doludur. Tasarımcılar, araştırmacılar
ve bilim adamları bunlardan dersler çıkarır; bitkiler
ve hayvanların yaratılış özelliklerini örnek alarak,
yeni modeller üretir, tasarımlar yaparlar. Sadece
insan becerisiyle yapıldığı sanılan birçok şeyin
tasarımı ise, gerçekte doğada mevcuttur. Büyük bir
bilgi birikimi ve insanların yıllar süren araştırmaları
sonucu ortaya çıkan yapılar veya teknolojik ürünlerin
modelleri, canlılarda zaten milyonlarca yıldır mevcuttur.
Yeryüzündeki çeşitlilik gözlemlenip, incelendikçe
teknolojide kullanılacak modeller keşfedilmektedir.
Bugün onbinlerce araştırmacı canlılardaki üstün
ve yüksek verimli sistemleri teknolojiye uyarlamaya
çalışmaktadır. İnsanlığın bu sayede elde ettiği
imkanlar sayılamayacak kadar çoktur. Örneğin, bazen
adını bile duymadığımız bir hayvan türünden, hafif
ama sağlam ürünlerin yapımında kullanılacak kimyasal
maddeler sağlanabilmekte; bu ürünlerden günlük hayattan
uzay çalışmalarına kadar pek çok alanda faydalanılmaktadır.
Profesör Edward Wilson tür çeşitliliğinin konuya
ilişkin önemini şöyle belirtmektedir:
Yunusların ağızlarındaki burna benzer çıkıntı
modern gemilerin pruvalarına örnek olmuştur.
Yunus burnu şeklindeki pruvalar su yüzeyini
daha iyi yarmakta, böylece daha az enerji
harcanarak daha süratli yol alınması sağlanmaktadır.
|
"Biyolojik çeşitlilik geleceğin
keşif sahasıdır... İnsanlığın gerçek keşif sahası
dünyadaki hayattır; bu hayatın keşfi ve bu konu
ile ilgili bilgilerin bilime, sanata ve günlük hayata
aktarılmasıdır."
Canlılardaki tasarımlar insanoğlu
için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur.
Modern teknolojik ürünlerin büyük bölümü, doğadaki
tasarımların taklididir. Örneğin, havacılık endüstrisi
kuşlar ve diğer hayvanlardaki sistemlerin taklit
edilmesiyle günümüzdeki ileri seviyesine ulaşmıştır.
Son olarak, köpekbalıklarının hızlı yüzmelerini
sağlayan yüzgeçler örnek alınarak, "winglet" adı
verilen ve uçağın kanat ucuna takılan parçalar yapılmış;
böylece uçakların performansı yükseltilmiş ve önemli
oranda yakıt tasarrufu sağlanmıştır.
Yunusların ağızlarındaki buruna benzer çıkıntı
modern gemilerin pruvalarına model olmuştur. Dünyanın
önde gelen helikopter firmaları yusufçuk böceğinin
uçuş sistemini taklit eden modeller üretmiştir.
Robot üreticileri böceklerdeki sistemlerden esinlenerek
küçük robotlar geliştirmeye çalışmaktadır.
Şüphesiz, yepyeni ürünler ve yöntemler geliştirmemizi
sağlayan tasarım harikası canlılar,
Allah'ın yaratışındaki
üstünlüğü daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır.
Hücrenin bilgi bankası
olan DNA molekülündeki bilgi dizilimi her
tür içindeki her bireyde farklıdır. Şimdiye
kadar dünya üzerinde yaşamış milyonlarca
canlı türü ve sayısız bireyin tümünün birbirlerinden
farklı olmasının altında yatan neden de
budur.
|
Bütün canlılar, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı
en kompleks yapı olan hücrelerden oluşur; diğer
bir ifadeyle canlılığın yapı taşı hücredir. Hücrenin
bilgi bankası ise DNA molekülüdür. Gözle görülmeyen
DNA molekülünde muazzam boyutlarda bilgi kayıtlıdır.
Örneğin, insan hücresindeki tek bir DNA'da tam bir
milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak kadar bilgi
saklıdır. Söz konusu devasa bilgi, nükleotid adı
verilen dört özel baz ile kodlanmıştır. Bakteri
hücresinde yaklaşık bir milyon nükleotid çifti ve
bin gen vardır; bitki ve hayvan hücresinde ise 1
milyar ile 10 milyar arasında nükleotid çifti ve
on binlerce hatta birkaç yüz bin gen bulunur. Her
türün DNA'sındaki nükleotidlerin dizilimi yani genetik
yapısı farklıdır. Dahası, bir canlı türü içindeki
her bireyin DNA molekülündeki bilgi dizilimi de
farklıdır.
Bu biyolojik olguların anlamı açıktır: Yeryüzünde
muazzam bir tür çeşitliliğinin yanı sıra akıl almaz
bir genetik çeşitlilik söz konusudur. Şimdiye kadar
dünya üzerinde yaşamış milyonlarca canlı türü ve
sayısız bireyin tümünün birbirlerinden farklı olmasının
altında yatan neden işte budur. Türler, tür içindeki
varyasyonlar ve bireyler bulundukları ortama uygun
genetik tasarımlara sahiptirler.
Var olan muazzam genetik zenginlik
sayesinde, binlerce senedir bitki ve hayvan türleri
ıslah edilebilmekte; aynı türe bağlı farklı varyasyonların
çaprazlanmasıyla istenilen özellikleri taşıyan ırklar
yetiştirilmektedir. Çaprazlama (melezleme) yönteminden
pek çok tahıl, meyve, sebze, bitki ve hayvanın yetiştirilmesinde
yararlanılır. Mesela, yetiştiriciler, koyun veya
inek gibi hayvanlar arasında en iyi et veya süt
veren cinsleri elde edebilmek için özel çiftleştirme
programları uygularlar. Et ve süt verimi yüksek
ancak doğa şartlarına karşı dayanıksız inekler ile
et ve süt verimi düşük ancak dayanıklı inekler arasında
çiftleştirme yaparak her iki üstün özelliğe sahip
kuşaklar elde ederler.
Buğday, pirinç, mısır gibi günlük yaşantımızın
ayrılmaz bir parçası olan bitkiler de genetik çeşitlilik
sayesinde ıslah edilmiştir. Yabani bitki türleri
kullanılarak hastalıklara, iklim koşullarına, kuraklığa
dayanıklı ve yüksek verimli varyasyonlar geliştirilmiştir.
Bu konuya ilişkin şu örnekler verilebilir: Yakın
geçmişte Meksika'da keşfedilen yabani bir mısır
türünün, Zea diploperennis'in, hastalıklara neden
olan 7 virüse karşı direnç genlerinin olduğu görülmüştür.
Bu yabani mısırın genetik yapısından sağlanan verim
artışı, yılda milyarlarca dolar değerindedir.
Afrika'da bulunan bir yabani arpa türünün öldürücü
bir virüse karşı taşıdığı genler ve Asya kökenli
yabani bir şeker kamışı türünün hastalıklara karşı
direnç genleri, türdeşlerinin verimini artırmak
için; And Dağları'nda keşfedilen yabani bir domates
türü, hemcinslerinin şeker içeriğini yükseltmek
amacıyla kullanılmıştır.
Dünya Kaynakları Enstitüsü'nün verilerine göre,
1930 ile 1980 yılları arasında ABD'de, pirinç, arpa,
buğday, pamuk, şeker kamışı rekoltesinin iki katına;
domates rekoltesinin üç katına; mısır ve patates
üretiminin dört katına çıkmasının başlıca nedeni
genetik çeşitliliktir.
Burada şu bilimsel gerçeği hatırlatmakta da fayda
vardır: Bilimi ideolojilerine alet etmeye çalışan
bazı kesimlerin çarpıtmaya çalıştıklarının aksine
biyoçeşitlililğin hayali bir teori olan evrim teorisiyle
hiçbir ilgisi yoktur. Evrim savunucuları doğadaki
varyasyonların yani genetik çeşitlenmenin kaynağını
kendilerince evrim teorisinin bir ispatı gibi göstermeye
çalışarak, biyoloji konusunda detaylı bilgiye sahip
olmayanları yanıltmaya çalışırlar. Oysa genetik
çeşitlilik bütünüyle biyolojik bir süreçtir ve o
türün bireylerinin zaten sahip oldukları genetik
bilginin çaprazlanarak ortaya yeni gen kombinasyonlarına
sahip bireylerin çıkmasından ibarettir. Dolayısıyla
genetik çeşitlenme sırasında ortaya ne yeni bir
gen ne de yeni bir tür çıkar. Tür hep aynı tür,
genler hep aynı genlerdir. Yalnızca mevcut genler
farklı kombinasyonlarda bir araya gelirler. Sonuçta,
sözde evrimleşme gibi bir süreç hiçbir zaman söz
konusu değildir.
Genetik çeşitlilik yeryüzündeki
içiçe geçmiş ekolojik zincirinin en önemli halkalarından
biridir.Stanford Üniversitesi Biyoloji Profesörü
Paul Ehrlich genetik zenginliğin önemini şöyle dile
getirir: "Nükleer savaştan başka, muhtemelen ekinlerin
genetik varyasyonunun azalmasından daha ciddi bir
çevresel tehlike yoktur."
Tartışma götürmez ki, tarım ve
biyoteknoloji alanında yaşanan gelişmeler, biyoçeşitliliğin
uçsuz bucaksız genetik bilgi bankası sayesinde mümkün
olmuştur. Profesör Ehrlich'in ifade ettiği gibi,
"Doğal ekosistemler, şu ana kadar insanlara sayısız
yarar sağlamış ve daha çok ama çok fayda sağlayacak
potansiyele sahip engin bir genetik kütüphane muhafaza
etmektedir."
6) Biyolojik Mücadelede Kullanılan Canlılar
Meyve zararlısı böceklerin larvalarıyla
beslenen yaban arıları, biyolojik mücadelede
kullanılan canlılardandır.
|
Tarım alanlarına,
meyve bahçelerine veya ormanlara zarar verebilecek
böceklerin artışı, çok çeşitli canlılar tarafından
önlenir. Çeşitli kuş, örümcek, böcek asalağı, yaban
arısı, sinek, uğurböceği ve mantar türleri ve daha
pek çok organizma, böcek zararlılarının %99'unu
kontrol altına alırlar.
Çoğu insan için bir anlam ifade etmeyen türler,
ekolojik dengelerin düzenlenmesinde önemli pay sahibidirler.
Bu yararlı organizmaların böcek öldürücü kimyasal
maddelere duyulan ihtiyacı azaltarak ve ekinleri
koruyarak, ekonomiye yılda milyarlarca Amerikan
Doları katkıda bulunduğu tahmin edilmektedir.
Böcek öldürücü ilaçların doğadaki dengeleri bozduğu,
yararlı hayvanları öldürdüğü ve insan sağlığını
olumsuz etkilediği düşünülürse, söz konusu organizmaların
ne kadar önemli oldukları daha iyi anlaşılır.
Yararlı hayvan ve organizmalar
zararlı böceklere karşı biyolojik mücadelede kullanılırlar.
Örneğin, Avrupa mısır kurdu Pyrausta nubilalis ve
Japon böceği Popillia japonica, doğal düşmanları
ve parazitleri tarafından ortadan kaldırılırlar.
Yine aynı amaçla, meyve zararlısı böceklerin larvalarıyla
beslenen yaban arıları, yetiştirildikten sonra California
meyve bahçelerine salınmaktadır.
Sonuç olarak, doğadaki dengelerin oluşmasında farklı
canlı türlerinin farklı görevleri vardır.
Burada şunu da belirtmek yerinde
olacaktır. Çoğu insan böcekler denildiğinde, öncelikle
tarım ve insan sağlığı açısından zararlı olanlarını
düşünür. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Maidstone
Müzesi'nden Böcekbilim Profesörü Ed Jarzembowski'nin
belirttiği gibi, her zararlı böceğe karşılık binlerce
zararsız veya faydalı böcek türü vardır.
Gerek karalarda gerekse denizlerdeki besin zincirinde,
çiçekli bitkilerin döllenmesinde, yeryüzünün temizliğinde
ve birçok küresel dengede, böcekler etkin rol oynarlar.
Daha doğrusu, insan yaşamı böceklere doğrudan veya
dolaylı olarak bağımlıdır.
7)
Elementlerin Dolaşımında Canlıların Rolü
Şimdiye
kadar yaşamış canlıların toplam kütlesi, halen mevcut
karbon ve azot atomlarının toplam kütlesinden kat
kat fazladır. Peki, dünyadaki karbon, azot ve diğer
atomların miktarı sınırlı olduğu ve uzaydan önemsenecek
miktarda madde gelmediği halde, yaşam nasıl devam
edebilir?
Bu sorunun yanıtı, canlıların yapısındaki elementlerin
yeryüzünde sürekli bir devir ve dolaşım içinde olmasındadır.
Bu yüzden hiçbir şey israf olmaz. Bitki ve hayvan
artıkları ve ölmüş organizmalarda bulunan elementler
boşa gitmez; doğadaki mükemmel dolaşım sistemleri
sayesinde tekrar kullanılırlar. İşte bu döngüler,
büyük ölçüde, adını bile duymadığınız ve görmediğiniz
canlılar tarafından gerçekleştirilmektedir.
Dünyadaki element döngülerinden biri karbon dolaşımıdır.
Bilindiği gibi, bitkiler fotosentez yaparken atmosferden
bir karbon iki oksijen atomu içeren karbondioksit
moleküllerini alırlar. İnsanlar ve hayvanlar ise
solunumla havaya karbondioksit verirler. Ancak bu
oran, atmosferdeki karbon dengesini sağlamak için
yeterli değildir. Zira karbonun önemli bir bölümü
ölü bitki ve hayvanlarda toplanmaktadır. İşte bu
noktada bakteri ve mantarlar devreye girer ve ölü
canlılardaki karbonu tekrar atmosfere geri kazandırırlar.
Canlılığın devamı açısından önemli
olan diğer bir döngü ise azot dolaşımıdır. Bitkiler,
aminoasit ve protein sentezi yapabilmek için azota
ihtiyaç duyarlar; ancak atmosferde gaz halinde bulunan
azotu doğrudan kullanamazlar, azotu nitratlar halinde
topraktan alırlar. İşte bu dönüşümü bazı mikroorganizmalar
gerçekleştirir. Azot, nitrit bakterileri tarafından
nitrite, daha sonra nitrat bakterileri tarafından
nitrata dönüştürülerek bitkiler tarafından kullanılabilir
hale getirilir. İnsanlar ve hayvanlar da ihtiyaç
duydukları azotu bitkilerden temin ederler. Yani,
azotun canlıların kullanabileceği hale dönüştürülmesinde,
tek hücreli canlıların olmazsa olmaz bir önemi vardır.
Azot dolaşımının ne kadar hassas dengelere dayandığı
şöyle özetlenebilir: Topraktaki azotun yetersiz
olması halinde, bitkiler ve dolayısıyla onlara bağımlı
olan insanlar ve hayvanlar var olamazlar. Azot oranının
normalin üstünde olması durumunda ise, hava kirliliği
ve asit yağmuruna yol açan, ozon tabakası ve ekolojik
ortamı tahrip eden zehirli bir gaz olan nitrik oksit
atmosferde çoğalır; içme suları kirlenir, göller,
nehirler ve diğer tatlı su ekosistemleri zarar görürler.
Dünyadaki su dolaşımında ise,
ormanlar önemli bir görev üstlenirler.
Toprak tarafından emilen yağmur veya kar suyu, bitki
ve ağaçların faaliyeti sonucunda su buharı olarak
atmosfere geri döner. Ağaçların yapraklarından muazzam
bir miktarda su buharlaşır. Diğer bir ifadeyle bitkiler,
topraktaki suyu vücutlarından geçirerek atmosfere
ulaştıran benzersiz su pompaları gibi çalışırlar.
Böylece su, toprağın derinliklerinde yok olmadan
yeryüzünde sürekli bir devir yapar.
Bunların yanı sıra, fosfor, sülfür
ve diğer bazı elementlerin küresel döngülerinde
de canlılar önemli rol oynarlar. Burada üzerinde
durulması gereken bir nokta da söz konusu dolaşımların
mükemmel bir verimlilikle sürüp gitmesidir. Bu verimliliğin
üstünlüğünü şu kıyasla anlatabiliriz: İçinde bulunduğumuz
dönemin son derece ileri teknolojik olanaklarına
rağmen, atıklarımızın yaklaşık %10 gibi küçük bir
oranı geri kazanılabilmektedir.
Oysa milyonlarca senedir canlılar tarafından gerçekleştirilen
dolaşımların verimliliği %100'e yakın bir orandadır.
Şüphesiz bu durum, canlılardan meydana gelen sistemdeki
sayısız yaratılış harikasından biridir.
8)
Biyoçeşitliliğin Ekosisteme Olumlu Etkileri
İster bir göl, ister bir orman alanı, isterse bir
mercan kayalığı olsun, tüm ekosistemlerin faaliyeti,
büyük ölçüde canlılar tarafından kontrol edilir.
Bu kitap boyunca bahsettiğimiz gibi, değişik organizmalar,
dünyanın insan için uygun bir yaşam ortamı olmasında
büyük pay sahibidirler. Son bilimsel araştırmalar
bu gerçeğin yanı sıra, biyolojik çeşitliliğinin
ekosistemin üretkenliğini, verimliliğini, dayanıklılığını
ve kararlılığını arttırdığını ortaya koymuştur.
Yani belirli bir çevredeki tür sayısı çoğaldıkça,
sistem daha sağlıklı ve daha düzenli işlemektedir.
Çeşitli üniversitelerden 12 bilim adamı
tarafından hazırlanan "Biyoçeşitlilik ve Ekosistem
Performansı" adlı makalede belirtildiği gibi, Amerikalı
ve Avrupalı uzmanların araştırmaları, tür sayısı
ile verimlilik arasında doğru orantı olduğunu açıkça
göstermiştir.
Diğer bir ifadeyle, tür zenginliği, yüksek verimlilik
anlamına gelmektedir. Örneğin, Minnesota Üniversitesi
Ekoloji Profesörü David Tilman ve arkadaşlarının,
yedi yıl süren deneylerinin sonucu şöyledir: Belirli
bir ortamda, çok bitki türünden oluşan alan, bir
veya birkaç türden oluşan alana kıyasla daha fazla
ürün vermektedir. 16 bitki türünün ekildiği alan,
tek bir türün ekildiği alandan 2.7 kat daha çok
ürün vermektedir.
Profesör Tilman'a göre bunun nedeni, çok türün yer
aldığı ortamlarda kaynakların daha verimli kullanılmasıdır.
Ekosistemdeki her tür, insan toplumundaki farklı
bir iş koluna benzemektedir. Nasıl bir toplumda
iş kolu çoğaldıkça refah artıyorsa, bir ekosistemde
tür sayısı çoğaldıkça verimlilik artmaktadır.
Burada üzerinde durulması gereken
önemli bir nokta vardır. Söz konusu deney ve araştırmalara
göre verim artışının nedeni, türler arasındaki iş
birliğidir.
Oysa Darwinizm'de iş birliği veya ortak çalışma
gibi kavramlara yer yoktur. Darwinizm'e göre doğa,
canlıların birbirleriyle "yaşam" için kıyasıya mücadele
ettikleri, zayıfların güçlüler tarafından yok edildiği
bir yerdir. Kısacası, gözlemler evrim teorisini
bir kez daha yalanlamıştır.
Yakın geçmişteki araştırmaların gün ışığına
çıkardığı diğer bir gerçek ise, tür çeşitliliğinin
ekosistemlerin dayanıklılığını arttırdığıdır. Kuraklık,
zararlı böcekler, hastalıklar ve iklim değişiklikleri
gibi olumsuz koşullara karşı biyoçeşitlilik adeta
bir "sigorta" mekanizması olmaktadır.
Yani tür çeşitliliği çok olan ekosistemler olumsuz
şartlardan daha az etkilenmektedirler. Ayrıca biyolojik
çeşitlilik ekosistemlere "esneklik" kazandırmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, bir ekosistemin olumsuz koşullardan
sonra eski denge haline dönüşü daha kısa zamanda
gerçekleşmektedir. Örneğin, Afrika'daki Serengeti
otlağının tür açısından zengin alanları, hayvanların
otlamasından sonra kolaylıkla eski konumuna dönmektedir.
9)
Canlıların Sağladığı Çevre Hizmetleri
Bu satırları okurken, milyonlarca türün ve sayısız
canlının sizin adınıza çalıştığını ve sizin asla
altından kalkamayacağınız işleri yaptığını hiç düşündünüz
mü? Gerçek şu ki, en küçüğünden en büyüğüne çeşitli
organizmalar üstlendikleri görevleri başarıyla gerçekleştirmeseler,
ne siz ne de atalarınız var olabilirdi.
Son yıllarda canlıların gerçekleştirdikleri
bazı çevre hizmetlerinin ekonomik değerini ölçmeye
yönelik çalışmalar yapılmıştır. Bununla birlikte
söz konusu hizmetlerin çoğu paha biçilemez değerdedir.
Stanford Üniversitesi'nden Taylor Ricketts, atmosferdeki
oksijen dengesini örnek vererek bu gerçeği şöyle
vurgulamaktadır:
"Biyoçeşitliliğin değeri ölçülemeyecek kadar yüksektir.
Eğer insan yaşamı bitkilerin oksijen üretimine bağlı
ise, bu hizmetin değerini ölçmek anlamsızdır."
Oksijen
Üretimi: Yaşam için gereken unsurlardan biri
olan oksijen, yeşil bitkiler ve siyanobakteri adı
verilen bakteriler tarafından sağlanır. İnsanlar,
hayvanlar ve mikroorganizmalar tarafından tüketilen
oksijen, bu canlıların gerçekleştirdiği fotosentez
işlemiyle sürekli olarak yeniden üretilir ve denge
korunur. Yeşil bitkiler yılda yaklaşık olarak 500
milyon ton oksijeni havaya verirler.
Atmosferdeki gazların ve yeryüzündeki ısının dengelenmesinde,
yine yeşil bitkilerin ve bazı tek hücreli organizmaların
hayati bir önemi vardır. Örneğin, doğadaki karbondioksit
miktarı bitkilerce dengelenmediği takdirde, sera
etkisi oluşur, yeryüzünün ısısı artar ve buzullarda
erime meydana gelir. Bunun sonucunda bazı bölgeler
sular altında kalırken, bazıları çölleşir, kısacası
canlıların yaşamı tehlikeye girer.
Kelebekler, polenleri
çiçeklerin erkek organlarından dişi organlarına
taşıyarak bitkilerin döllenmesini sağlarlar.
|
Bitkilerin
Döllenmesi: Ekosistem hizmetlerinden biri,
çiçeklerin ve bitkilerin hayvanlar kanalıyla döllenmesidir.
Çiçekli bitkilerin, yaklaşık 220.000 türü başarılı
bir üreme için hayvanlara gereksinim duyarlar. Arılar,
kelebekler, böcekler, yarasalar, kuşlar, sinekler,
toplam olarak yüz binden fazla farklı hayvan türü
bu işlemde görev alır;
polenleri çiçeklerin erkek organlarından dişi organlarına
taşırlar. Ormanlar, çayırlar, tarım alanları, bahçeler
ve diğer ortamlardaki bitkilerin büyük bir bölümü
polenlerini taşıyan hayvanlara bağımlıdır; bu hayvanlar
olmazsa onlar da yok olurlar.
İnsanların yediği bitkisel besinlerin üçte
biri hayvanlar tarafından döllenir.
Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre,
bitkilerin hayvanlar ile döllenmesinin yıllık ekonomik
değeri 200 milyar Amerikan Dolarıdır.
Polen taşıyıcı hayvanların ne kadar önemli olduğu
son yıllarda ABD'nin bazı bölgelerinde görülen meyve
üretimindeki düşüş ile bir kez daha anlaşılmıştır;
zira buralardaki yabani arı türlerinin yok olması
ve bal arılarının sayıca azalması meyve rekoltesini
olumsuz etkilemiştir.
Ayrıca binlerce
tür hayvan, ağaç tohumlarını dağıtarak ağaçların
üremelerine ve ormanların oluşumuna da büyük katkıda
bulunur. Mesela, beyaz kabuklu bir çam türü (Pinus
albicaulis), Nucifraga columbiana adlı bir kuş türünün
yardımıyla çoğalır. Bu çam ağacının tohumları sıkıca
kapalı kozalağının içindedir; adı geçen kuşun kozalağı
açarak tohumları çıkarması ve onları gömmesiyle
Pinus albicaulis nesli devam eder.
Utah State Üniversitesi Orman Biyolojisi Profesörü
Ronald Lanner "Birbirleri İçin Yapılmışlar: Kuşlar
ile Çamların Ortakyaşarlığı" adlı kitabında, kuşların
çam ormanlarının oluşumundaki hayati rolünü anlatır.
İnsanların yediği
bitkisel besinlerin üçte biri arılar, kelebekler,
böcekler, yarasalar, kuşlar, sinekler gibi
toplam olarak yüz binden fazla farklı hayvan
türü tarafından döllenir. Bitkilerin büyük
bir bölümü bu hayvanlara bağımlıdır.
|
Temizlik
Hizmetleri: Çöpleriniz toplanmasaydı, evinizin
kısa sürede nasıl bir hal alacağını tahmin edebilirsiniz.
Aynı durum yeryüzü için de geçerlidir. Ağaçlardan
düşen yapraklar, ölü hayvan ve bitkiler, çöpler
ve sanayi atıkları yığılıp birikseydi, dünya üzerinde
yaşam imkansız hale gelirdi. Böylesine olumsuz bir
durum, karıncalar, termitler, akarlar, mantarlar,
böcekler, omurgasız hayvanlar ve büyük ölçüde bakterilerin
çalışmasıyla önlenir. Milyonlarca tür canlı, ölü
organizmaları ve organik atıkları ayrıştırarak minerallere
ve besleyici maddelere dönüştürürler.
Çok çeşitli
bakteri türleri adeta bir fabrikanın montaj hattındaki
işçiler gibi, daha doğrusu kusursuz bir iş birliği
içinde çalışırlar. Örneğin, ölü hayvanlar veya hayvani
atıklardaki azot, önce çürükçül bakteriler tarafından
amonyağa dönüştürülür; amonyak ise, nitrit bakterilerince
nitrite, sonra da nitrat bakterilerince nitrata
dönüştürülür. Mükemmel işleyen bu sistem sayesinde,
doğa temizlendiği ve organik maddeler tekrar geri
kazanıldığı gibi, canlıların besin ihtiyacı karşılanır.
Söz konusu canlıların her yıl işlediği ve yeniden
değerlendirilmesini sağladığı maddenin 130 milyar
ton kadar olduğu düşünülmektedir.
Çeşitli ağaç türlerinden oluşan
ormanlar, yeryüzünün temizlenmesine büyük katkıda
bulunurlar. Havanın yaklaşık %50'sini temizler ve
dezenfekte ederler. Zehirli gazları ve kirli suları
filtre ederek temizlerler. Bir hektar çam ormanı
yılda 30-40 ton, bir hektar kayın ormanı ise yılda
68 ton toz emer.
Dünyanın dengeli iklim yapısına sahip bir
gezegen oluşunda, ağaçlar, bitkiler ve ormanların
payı vardır. Bugün belirli bölgelerde sık
sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar
ormanların tahrip edilmesinin bazı sonuçlarıdır.
|
Denizlerin arıtılmasında görev
alan pek çok canlı vardır.
Örneğin; midyeler suyu
süzerek beslenirken çok önemli bir iş daha yaparlar:
Benzersiz birer filtre gibi deniz suyunu süzerler.
Günümüzde Kuzey Amerika'daki Chesapeake Körfezi'nde
görülen bulanıklığın nedeni, buradaki midyelerin
aşırı derecede avlanmasına bağlanmaktadır. Birkaç
on yıl öncesine kadar Chesapeake'deki midyelerin,
körfez suyunun tamamını her üç günde bir filtre
ettiği hesaplanmaktadır.
Bu körfezin 310 kilometre uzunluğunda ve 6-40 kilometre
genişliğinde olduğu düşünülecek olursa, midyelerin
yaptığı işin büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Bakteri ve bitkiler ise zehirli
atıkların temizlenmesinde insanlara yardımcı olmaktadır.
Bazı bitki türleri, örneğin hardal ailesine mensup
olanlar, ağır metalleri topraktan çekerek kendi
dokularında toplar, böylece toprağı zehirli maddelerden
arındırırlar. Kurşun, bakır, cıva, kobalt gibi insan
sağlığına zararlı metal ve atıkların yoğun oldukları
alanların temizlenmesinde bitkilerden faydalanılmaktadır.
Bazı bakteri türleri de, toprakta ve suda kirliliğe
yol açan maddeleri bileşenlerine ayıracak şekilde
tasarlanmıştır; çevre ve insan sağlığı açısından
tehlikeli birtakım atıkları ortadan kaldırabilirler.
Söz gelimi, benzini ayrıştıran bakteri türleri hemen
her çeşit toprakta bulunur.
Mikroorganizmalar, 1989 yılında Alaska'da meydana
gelen bir petrol tankeri kazası sonrasında, bu bölgedeki
sahillerin temizlenmesinde kullanılmıştır.
Özetle, denizler, karalar ve atmosfer
sürekli olarak canlılar tarafından temizlenir. Şu
vaka, bu hizmetin ekonomik açıdan taşıdığı değerin
büyüklüğünün kavranmasına yardımcı olabilir: Yakın
geçmişte New York'ta su kalitesinin düşmesi üzerine
yetkililer bir araştırma yaptılar. İki seçenek vardı:
Bir su arıtım tesisi kurmak 6-8 milyar Amerikan
Dolarına; buna karşın şehre su taşıyan ve bu suyu
doğal olarak arıtan havzayı ıslah etmek ise 1-1.5
milyar dolara mal olacaktı. Bu sonuçları göz önünde
bulunduran New York yetkilileri su havzasını ıslah
etme kararı aldılar. Zira araştırma sonuçları bu
sayede 10 yılda 6 milyar doların üstünde bir tasarruf
elde edileceğini göstermekteydi.
İklimin
Düzenlenmesi: Dünyanın dengeli bir iklim
yapısına sahip bir gezegen oluşunda, ağaçlar, bitkiler
ve ormanların payı vardır. Ormanlar havanın nemini
sabit tutar; yaz sıcaklığını 5-8.5 derece azaltır,
kış sıcaklığını ise 1.6-2.8 derece artırır, dolayısıyla
sıcak ve soğuğu dengeler.
Ormanların tahrip edilmesi yeryüzündeki su dolaşımını
ve iklim dengelerini olumsuz etkiler. Bugün belirli
bölgelerde sık sık yaşanan sel baskınları ve kuraklıklar
bu gelişmenin bazı sonuçlarıdır. National Geographic
dergisinde ormanların ekolojik önemine ilişkin şöyle
bir örnek verilir:
"Sözgelimi, Amazon Havzası'nda
orman örtüsü, su çevrimini sağlayan temel etkendir
ve yağmurların yarısı havza içinde oluşmaktadır.
Yağmur ormanlarının yerinde çayırlar olsa, sıcaklık
artar ve yağmurlar azalırdı. Bu da bütün bölgenin
iklimini büyük ölçüde değiştirirdi."
Ağaçlar ve bitki örtüsü
erozyonu engeller; toprağı, yağmur ve rüzgarın
aşındırıcı etkisine karşı korurlar.
|
Toprağın
Korunması: Ağaçlar ve bitki örtüsü erozyonu
engeller; toprağı, yağmur ve rüzgarın aşındırıcı
etkisine karşı korurlar. World Watch Enstitüsü'nün
Başkanı Lester Brown'un şu sözleri düşünülürse,
erozyonu önleyen ağaçlar ve ormanların önemi daha
iyi anlaşılabilir:
"Ekilebilir topraklar yalnız tarımın
değil uygarlığın kendisinin temelidir... Toprak
kaybı, uygarlığın karşılaştığı en ciddi tehlikedir.
Petrol rezervlerinin tükenmesi halinde uygarlık
hayatta kalabilir; fakat toprağın üst tabakasının
kaybıyla bu uygarlık ayakta kalamaz."
Toprağın
Zenginleştirilmesi: Toprağın altı, küçük
olmalarına karşın çok büyük görevler üstlenen canlı
türleriyle doludur. İşte bu canlılar toprağın verimsizleşmesini
engeller. Örneğin, solucanlar, karıncalar ve daha
birçok hayvan türü toprağı alt üst ederek havalandırır
ve zenginleştirirler. Bir hektarlık alandaki solucanlar,
yılda 10 ton kadar toprağı yutar ve "öğüterek" daha
verimli bir hale getirirler.
Profesör Edward Wilson toprağın derinliklerinde
yaşayan, çoğunu tanımadığımız fakat bizim açımızdan
son derece önemli canlı türlerini şöyle anlatır:
"En
çıplak çöller haricinde nerede elinize iki avuç
toprak alsanız karıncalar ve yaykuyruklardan tardigradlar
ve rotiferlere, gözle görülebileninden mikroskobiğine
binlerce omurgasız hayvanla yüz yüze gelirsiniz.
Elinizde tuttuğunuz türlerin çoğunun biyolojisi
bilinmemektedir: Ne yedikleri, neye yem oldukları,
hayat döngülerinin ayrıntıları hakkında belli belirsiz
bir fikrimiz vardır, biyokimyaları ve genetikleri
hakkındaysa muhtemelen hiçbir şey bilmeyiz. Bazı
türlerin büyük olasılıkla bilimsel bir isimleri
bile yoktur. Herhangi birinin var olabilmemiz için
ne kadar önemli olduğuna dair bir fikrimiz yoktur.
Onlar üzerinde yapılacak araştırmalar kuşkusuz insanlık
yararına kullanılabilecek yeni bilim ilkeleri öğretecektir
bize. Her biri kendi başına büyüleyicidir."
Sonuç olarak, burada incelenenler, canlılar tarafından
gerçekleştirilen hizmetlerin çok küçük bir bölümüdür.
Bununla birlikte söz konusu bilgilerin taşıdığı
anlam oldukça açıktır: Bizim için düşünemeyeceğimiz
kadar değerli işler yapan canlılar sayesinde hayatımızı
sürdürürüz. Hayatımızı sürdürmemize vesile olan
görkemli canlı çeşitliliğini kusursuz bir uyum içinde
yaratan ise, alemlerin Rabbi olan
Allah'tır.
Şüphesiz, biyolojik çeşitlilikten elde ettiklerimiz,
Allah'ın insan için yarattığı sayısız nimetlerdendir.
Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin büyüklüğü bir ayette
şöyle bildirilir:
Size her istediğiniz şeyi verdi.
Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu
sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki,
insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi,
34)
3. BÖLÜM:
EVRİMİN TÜRLEŞME ÇIKMAZI
Evrim
teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir.
İlk başta cansız maddelerden tek hücreli bir canlı
türü oluşmuş, bu canlı türü zamanla bir diğerine
dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
Teoriye göre bu dönüşüm toplam 3.7 milyar yıllık
çok uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe
ilerlemiştir. Kısacası, Darwin tarafından ortaya
atılan teoriye göre, canlılığın olağanüstü çeşitliliği,
doğal süreçlerin ve rastlantısal etkilerin bir ürünüdür.
Oysa bilimsel bulgular evrim teorisinin bu iddiasını
kesinlikle yalanlamaktadır. Paleontoloji, genetik,
biyokimya gibi birçok bilim dalı açıkça göstermektedir
ki, değil canlılığın çeşitliliği, tek bir canlı
türünün bile kökeni evrim ile açıklanamaz.
Darwinizm'in türleşme iddialarının geçersizliğinin
ele alındığı bu bölümde, öncelikle biyolojik sınıflandırma
hakkında bazı genel bilgiler verelim..
Canlıların
Sınıflandırılması
Hayvanlar alemi bir milyondan çok tanımlanmış
türü içerir, bu özelliğiyle de en büyük
alemdir.
|
Şimdiye kadar karşılaştığınız veya bilgi sahibi
olduğunuz hayvan, bitki ve mikroorganizma isimlerini
alt alta yazmayı deneyin. Meydana gelen liste ne
kadar uzun olursa olsun, yeryüzündeki canlı türlerinin
çok ama çok küçük bir bölümünü temsil edecektir.
Şimdi bir de farklı ülkelerden farklı insanların
benzer listeler hazırladıklarını düşünün. Bunlar
biraraya getirildiğinde daha kapsamlı bir liste
elde etmek mümkün olacaktır. Ancak bu sefer daha
da önemli bir problem ortaya çıkacaktır. Aynı canlının
farklı şekillerde isimlendirilmesi veya farklı canlıların
aynı şekilde adlandırılması gibi nedenlerle, liste
karmakarışık bir hal alacaktır.
İşte bu sorunların üstesinden gelebilmek için,
biyologlar, her bitki ve hayvana bilimsel bir ad
verirler. Tüm organizmaları iki terimli bir adlandırma
sistemine (binomial sistem) göre tanımlarlar. İki
kelimeden oluşan bu isim genellikle Latincedir.
(Bu, Latincenin uluslararası bilim dili olarak kullanıldığı
dönemden kalma bir uygulamadır.) Örneğin, hemen
her gün karşılaştığımız köpekler Canis familiaris,
kediler Felis catus olarak adlandırılırlar.
Bilimsel isimlendirme, genel adları
çoğunlukla karıştırılan türleri ayırt etme imkanı
sağlar. Mesela, Avrupa'da Robin olarak tanınan kuş,
Amerika'da aynı adla adlandırılan kuştan farklıdır.
Bu kuş türlerine ayrı bilimsel adlar verilerek karışıklık
önlenmiş olur. Avrupa Robin kuşunun adı Erithacus
rubecula, Amerikan Robininin adı ise Turdus migratorius'tur.
Bilim adamları, isimlendirmenin yanı sıra, canlıları
belirli bilimsel ilkelere göre tanımlar ve sınıflandırırlar.
Canlıları adlandırma, tanımlama ve sınıflandırma
bilimi "taksonomi" veya "sistematik" olarak adlandırılır.
Örneğin hayvanlar, vücut yapıları ve sistemleri,
iç organları, gelişim devreleri, davranış biçimleri,
genetik bilgileri gibi çok çeşitli özellikler göz
önünde bulundurularak sınıflandırılırlar. Yok olan
türlere ilişkin bilgiler ise fosillerden elde edilir.
Söz konusu sınıflama içinde hiyerarşik kategoriler,
diğer bir deyişle yedi ana grup vardır. Bu gruplar
yukarıdan aşağıya (veya büyükten küçüğe) doğru şöyledir:
Alem (Kingdom)
Filum veya Şube (Phylum, çoğulu Phyla)
Sınıf (Class)
Takım (Order)
Aile (Family)
Cins (Genus, çoğulu Genera)
Tür (Species)
Bilinen her canlı yukarıdaki yedi
grup içinde kendine özgü bir konuma sahiptir. (Bu
hiyerarşik düzende ara kategoriler de vardır.) Örneğin,
beyaz çam olarak tanıdığımız ağaç, bitkiler aleminin
ve Tracheophyta filumunun bir üyesidir; sınıfı Pteropsida,
takımı Coniferales, ailesi Pinaceae, cinsi Pinus,
türü Pinus strobus'tur.
Köpekgillerden yırtıcı ve
etçil bir hayvan olan kurdun bilimsel adı ise Canis
lupus'tur; Chordata filumu, Memeliler sınıfı, Carnivora
takımı, Canidae ailesi ve Canis cinsi kategorilerine
dahildir.
Sınıflandırmanın en büyük birimi alemdir.
20. yüzyıla
kadar biyologların çoğu, canlılar dünyasını bitkiler
ve hayvanlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Geçtiğimiz
yüzyıl içinde, özellikle mikrobiyoloji ve biyokimya
alanlarındaki ilerlemeler ise, bunun yetersizliğini
açıkça ortaya çıkarmıştır. Günümüzde beş alemli
bir sınıflandırma genel kabul görmektedir. Hayvanlar
ve bitkilerin yanında, mantarlar, protista ve monera
ayrı birer alem sayılmaktadır.
Bir milyondan çok tanımlanmış türü içeren hayvanlar
alemi, en büyük alemdir; çok hücreli, besinlerini
sindirerek alan, çoğunluğu hareketli, kompleks organ
ve sistemlere sahip canlılardan meydana gelir. Bitkiler
aleminde ise 260.000'den fazla tür yer almaktadır;
bitkiler son derece kompleks bir işlem olan fotosentez
yoluyla hem kendi besinlerini üretir, hem de diğer
organizmaların besin ihtiyacını karşılar. Bitkiler
gibi fotosentez yapabilecek mekanizmaları, hayvanlar
gibi sindirim sistemleri olmayan mantarlar, yaklaşık
yüz bin üyesi ile ayrı bir alemdir. Protista alemi,
algler, diyatomlar gibi, hücre çekirdeğine sahip,
çoğu tek hücreli organizmalardan oluşur; bu mikroskobik
canlılar aleminde yüz binden çok türün varlığı bilinmektedir.
Monera ise, bakteriler gibi hücre çekirdeği olmayan
tek hücrelileri içerir; bu alem içinde on binden
fazla tanımlanmış tür vardır.
Biyolojik
sınıflamada alemden sonra filum (şube, bölüm) gelir.
Farklı biyologlara göre sayıları değişmekle birlikte,
yaygın olan, 32 hayvan filumu ve 10 bitki filumunu
kapsayan sınıflandırmadır. Hayvanlar alemini ele
alırsak, bir filum altındaki tüm hayvanlar temelde
benzer bir vücut planına sahiptir, ancak filumlar
birbirlerinden çok farklıdır. Örneğin süngerler
filumu, balıklar, memeliler, kuşlar, sürüngenler
gibi omurgalıları içeren Chordata filumundan tamamen
farklıdır. Bizim için tanıdık olan böcekler, deniz
kabukluları gibi canlıları barındıran eklem bacaklılar
filumu (Arthropoda), hayvanlar aleminin en büyük
filumudur.
Belirli bir sınıfa mensup canlılar bir filumun
üyelerinden daha çok ortak özelliğe sahiptirler.
Örneğin, kuşlar, sürüngenler ve memeliler Chordata
filumundan ancak farklı sınıflardandırlar. Kanatlara
ve diğer hiçbir hayvan grubunda görülmeyen bir yapı
olan tüylere sahip kuşlar Aves sınıfında; yumurtlayarak
çoğalan, soğukkanlı ve vücutları pullarla kaplı
olan sürüngenler Reptilia sınıfında; yavrularını
doğuran ve emziren, sıcakkanlı ve kıllı bir deriye
sahip memeliler Mammalia sınıfındadırlar.
Biyolojik
sınıflandırmada, sınıfın bir altındaki hiyerarşi
takımdır. Yakından tanıdığımız sınıflardan biri
olan memelilerin 23 takımı vardır. Köstebek ve kirpi
gibi böceklerle beslenen memeliler Insectivora takımına;
fare ve sincap gibi kemiriciler Rodentia takımına;
köpek ve kurt gibi etle beslenen yırtıcılar Carnivora
takımına dahildirler.
Takımın bir alt basamağı ise ailedir. Örnek olarak,
memeliler 100'den fazla familyadan oluşur. Kediler
ve köpekler Carnivora takımından olmakla birlikte;
kediler Felidae, köpekler ise Canidae ailesindendirler.
Cins birbirlerine çok benzeyen, fakat genellikle
birbirleriyle çiftleşmeyen canlı gruplarını kapsar.
Mesela, Canidae ailesinde yer alan köpek ve tilki
farklı cinslerdir. Köpeğin cinsi Canis, tilkinin
cinsi ise Vulpes'tir.
Tür, biyolojik sınıflandırmanın temel birimidir;
kendi aralarında çiftleşen, yapısal ve işlevsel
özellikleri aynı olan benzer bireylerin oluşturduğu
topluluk şeklinde tarif edilebilir. Bir cins altındaki
farklı türlerin farklı bilimsel adları vardır. Örneğin,
kızıl tilki Vulpes vulpes, çöl tilkisi Vulpes zerda,
uzun kulaklı tilki Vulpes macrotis olarak isimlendirilirler.
Bir canlı türü içinde birbirlerinden farklı gruplar
veya çeşitlenmeler olduğu durumda, bu grupların
her biri alt türü meydana getirir.
Son olarak şunu da eklemek yerinde
olacaktır: Canlılar, taksonomist olarak adlandırılan
biyologlar tarafından tanımlanır ve sınıflandırılır.
Taksonomistler, doğada yalnız kendi aralarında çiftleşerek
verimli yavrular meydana getiren, yapısal ve işlevsel
özellikleri bakımından birbirine benzeyen bireylerden
oluşan popülasyonları türlere ayırırlar. Hangi türlerin
belirli bir cins altında, hangi cinslerin belirli
bir aile altında vb. sınıflandırılması gerektiğini
belirlerler. Farklı taksonomistlerin yaptıkları
sınıflamalar temelde benzer olmakla birlikte, önemli
farklılıklar gösterirler. Örneğin beş tür, farklı
biyologlarca, bir, iki, hatta üç değişik cins altında
gruplandırılabilir. İşte bu nedenle bilim adamları
arasında, canlıların sınıflandırılmasına ilişkin
çok farklı görüşler ve anlaşmazlıklar vardır.
Yukarıdaki satırlarda ana hatlarıyla bahsettiğimiz
sınıflandırma, bilimsel araştırma ve çalışmalar
açısından oldukça önemlidir. Bazı insanlarsa, sınıflandırmanın,
evrim teorisinin bir parçası olduğunu zannederler.
Bunun nedeni, bu yönde yapılmış evrimci propagandadır.
Günümüzde taksonomistler büyük ölçüde evrimci biyologlardan
oluşur. Bunun bir sonucu olarak da taksonomi ve
evrim çoğu zaman birlikte anılır. Ancak bu, önemli
bir yanılgıdır.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir: sınıflandırma
biliminin temelleri Darwin'in evrim teorisinden
önce atılmıştır. Üstelik taksonominin kurucuları
Allah'a ve yaratılışa inanan bilim adamlarıdır.
Canlıların günümüzde
anlaşıldığı şekliyle sınıflandırılmasının öncülüğünü
İngiliz doğa bilimci ve teolog John Ray (1627-1705)
yapmıştır.
Ray bitkiler, kuşlar, memeliler, balıklar ve böcekleri
belirli sistematik esaslara göre gruplandırmış;
bitkileri sadece tek bir özelliğe dayanarak değil,
yapılarının bütününü dikkate alarak tasnif etmiştir.
Bu alanda birçok kitap yazarak taksonomi biliminin
temellerini atmıştır. Ayrıca kitaplarında, doğadaki
muhteşem düzene ilişkin gözlemlerini anlatmıştır.
Bilime yaptığı büyük katkılarla anılan John Ray,
canlılardaki sistem ve özelliklerin üstün bir tasarım
ürünü olduğunu her fırsatta belirtmiş ve görüşlerini
şöyle dile getirmiştir:
"Hür bir insan için, doğanın güzel
eserlerini düşünmek ve Allah'ın sonsuz aklını ve
lütufkarlığını takdir etmekten daha değerli ve zevkli
bir iş yoktur."
Modern biyolojik sınıflandırma sisteminin
kurucusu olarak kabul edilen bilim adamı ise, İsveçli
doğa bilimci Carl Linnaeus'tur (1707-1778).
Linnaeus iki terimli adlandırma sistemini ilk defa
kullanmış ve hiyerarşik kategorilere göre sınıflandırmayı
geliştirmiştir. Pek çok türün bilimsel isimleri
onun tarafından verilmiştir. (İnsanın bilimsel adı
olan Homo sapiens gibi )
Systema Naturae adlı kitabının onuncu baskısının
yayımlandığı 1753 yılı, taksonomi biliminin başlangıcı
kabul edilir.
Linnaeus, gerek kendisinin topladığı, gerekse öğrencilerinin
dünyanın her yanından getirdikleri bitki ve hayvan
numunelerini isimlendirmiş ve sınıflandırmıştır.
Bu sınıflandırmada yapısal benzerlikleri ve farklılıkları
dikkate almıştır. Onun geliştirdiği sistem büyük
ölçüde değişikliğe uğramadan günümüzde kullanılmaktadır.
Canlıları tanımlama ve sınıflandırmadaki sistemi
o kadar başarılıdır ki kendisini bilim tarihinin
en önemli isimlerinden biri haline getirmiştir.
Linnaeus, canlıları
Allah'ın yarattığına ve türlerin değişmezliğine
inanıyordu. Araştırmalarını şu cümleyle özetliyordu:
"Sonsuz Varlık tarafından başlangıçta yaratıldığı
kadar tür vardır."
Bu büyük bilim adamına göre sınıflandırma, İlahi
Düzeni gözler önüne seriyordu.
Canlılığın iç içe geçmiş hiyerarşisi, Darwin'in
iddia ettiği gibi evrimin değil, Allah'ın kusursuz
bir düzen ve uyum içinde yaratışının göstergesiydi.
Carl Linnaeus, hayvanlar ve bitkiler aleminde gözlemlediği
muhteşem planın ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana
gelebileceğini, kitaplarında sık sık belirtmişti.
Sınıflandırma
Yaratılışın Delilidir
Taşıt araçlarının kendi aralarında hiyerarşik
olarak sınıflandırılması, onların kendiliğinden
veya tesadüfen meydana geldiğini göstermez;
aksine bilinçli insanlar tarafından belirli
bir plana göre tasarlandıklarını ve üretildiklerini
gösterir. Yeryüzündeki canlılar da sınıflandırılabilir;
çünkü bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz
bir bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın
yaratmasıyla meydana gelmişlerdir.
|
Canlıların hiyerarşik gruplara
ayrılmasının evrimciler için ifade ettiği anlam
çok farklıdır. Evrimciler, biyolojik sınıflandırmanın
evrimin bir delili olduğunu iddia ederler. Örneğin,
biyolog Ali Demirsoy bu iddiayı şöyle dile getirir:
"Yaşayan canlıların özelliği, belirli bir hiyerarşik
sıraya göre dizilip, tür, cins, familya, takım,
sınıf ve şube meydana getirmesidir. Hiyerarşik diziliş,
evrimin en belirli kanıtlarından biridir. Eğer bitkiler
ve hayvanlar kendi aralarında akraba olmasaydı,
bu hiyerarşik sıra meydana gelmeyecek ve birçok
grup birbirine benzer olmayacak şekilde gelişmiş
olacaktı."
Üzerinde durulması gereken nokta şudur: Darwin
ve takipçileri, Ray ve Linnaeus gibi bilim adamlarının
çalışmalarını çarpıtarak kullanmaya kalkışmışlar;
canlılar arasındaki benzer yapıları ve buna dayanarak
yapılan sınıflandırmayı, canlılığın tek bir ortak
atadan geldiğinin deliliymiş gibi sunmuşlardır.
Oysa daha Darwinizm bilim dünyasına
hakim olmadan önce, canlılardaki benzer yapıların
bilimsel açıklaması yapılmıştır. Canlılardaki benzer
organları ilk kez gündeme getiren John Ray, Carl
Linnaeus gibi doğa bilimciler, bu organları "ortak
tasarım" örneği olarak görmüşlerdir. Yani benzer
organlar, ortak bir atadan tesadüfen evrimleştikleri
için değil, belirli bir işlevi görmek için bilinçli
bir şekilde tasarlanmış oldukları için benzerdir.
Çağdaş bilimsel bulgular da bu açıklamayı doğrulamıştır.
Canlılardaki sınıflandırmanın
evrim teorisi lehinde bir delil olarak kullanılamayacağı
açıktır. Örneğin, Profesör Michael Denton, Evolution:
A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori)
adlı kitabında, bu iddiayı bilimsel verilerin ışığında
incelemiş ve hiyerarşik yapının evrim için bir kanıt
olmadığı sonucuna varmıştır.
Michael Denton
|
Gerçek şu ki evrimciler, söz konusu sınıflandırmaya
sarılmakla büyük bir hata yapmaktadır. Taşıt araçları,
mobilyalar, resimler veya kitaplar gibi tasarım
ürünleri, kendi aralarında hiyerarşik olarak sınıflandırılabilir.
Ve bu sınıflandırma, onların kendiliğinden veya
tesadüfen meydana geldiğini göstermez; aksine bilinçli
insanlar tarafından belirli bir plana göre tasarlandığını
ve üretildiğini gösterir. Yeryüzündeki canlılar
da sınıflandırılabilir; çünkü evrimin iddia ettiği
gibi bilinçsiz rastlantılarla değil, sonsuz bir
bilgi ve akıl sahibi olan Yüce Allah'ın yaratmasıyla
meydana gelmişlerdir.
Biyolojik sınıflandırmaya ilişkin bu genel bilgilerden
sonra, çağdaş bilimsel bulgulara göre, Darwinizm'in
asıl problemi olan "türlerin kökeni" konusunu inceleyelim.
Sebze ve meyveler kendi içlerinde farklı
tatlara, besin değerlerine ve özelliklere
sahip çeşitli varyasyonlar içerirler.
|
Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni'ni yayınladığında,
canlılığın olağanüstü çeşitliliğini açıklayan bir
teori ortaya attığını düşünüyordu. Bir canlı türü
içinde doğal çeşitlenmeler (varyasyonlar) olduğunu
gözlemlemişti. Örneğin İngiltere'deki hayvan pazarlarını
gezerken, ineklerin çok farklı cinsleri bulunduğunu,
havyan yetiştiricilerinin de bunları seçici bir
biçimde çiftleştirerek yeni cinsler türettiklerini
izlemişti. Bundan yola çıkarak da, "canlılar doğal
olarak kendi içlerinde çeşitlenebiliyorlar, demek
ki uzun zaman dilimleri içinde bütün canlılık tek
bir ortak atadan gelmiş olabilir" şeklinde bir mantık
yürütmüştü.
Oysa Darwin'in "türlerin kökeni" hakkında ortaya
attığı bu varsayım, gerçekte türlerin kökenini hiçbir
şekilde açıklamıyordu. Genetik biliminin gelişmesiyle
birlikte, bir canlı türü içindeki çeşitlenmenin
hiçbir zaman yeni bir tür oluşumuna yol açmayacağı
anlaşıldı. Darwin'in "evrim" sandığı olgu, gerçekte
"varyasyon"du.
Yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı
genetik bilgiye sahiptirler; ama bu genetik
bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli
sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi
kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin
boyu kısadır.
|
Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir
ve "çeşitlenme" demektir. Bu genetik olay, bir canlı
türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden
farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin
yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik
bilgiye sahiptirler; ama bu genetik bilginin izin
verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik
gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu
uzun, kimisinin boyu kısadır.
Life Sciences Ansiklopedisi'nde
belirtildiği gibi, "Doğal popülasyonların çoğunda,
varyasyon oldukça yüksektir. Bakteriler gibi, mayoz
bölünme ile çoğalmayan türler bile genetik varyasyona
sahiptirler."
Mesela, yakından tanıdığımız bir canlı türü olan
köpeklerin birbirinden farklı pek çok varyasyonu
vardır: Buldog, İtalyan tazısı, Alman kurdu, Husky,
Sivas Kangal, Dalmaçyalı, Doberman, Chow Chow, Shih
Tzu ve daha pek çok ırk, köpek türü içindeki çeşitlenmelerdir.
Her gün yediğimiz sebze ve meyveler kendi içlerinde
farklı tatlara, besin değerlerine, dayanıklılık
standartlarına ve özelliklere sahip çeşitli varyasyonlar
içerirler.
Doğal popülasyonların çoğunda, varyasyon
oldukça yüksektir. Yakından tanıdığımız
bir canlı türü olan köpeklerin birbirinden
farklı pek çok varyasyonu vardır.
|
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon,
zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin
ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye
yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için
önemli olan ise, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni
bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur.
Varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin
sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana
getirir, ancak hiçbir zaman türlere yeni
bir genetik bilgi ekleyemez. Yan sayfada
görülen güller birbirinden farklı özelliklere
sahiptir. Ama sonuçta hepsi güldür.
|
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları
içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra
"gen havuzu" denir. Bir canlı türünün gen havuzunda
bulunan bütün özellikleri, varyasyon sayesinde çeşitli
biçimlerde ortaya çıkabilir.
Örneğin varyasyon sonucunda,
bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz
daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı
cinsler ortaya çıkabilir; çünkü kısa ayak bilgisi
de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda
vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp,
tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları
kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının
genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir,
fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu
değildir.
Darwin, teorisini ortaya attığında
bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir
sınırı olmadığını sanıyordu. 1844'te yazdığı bir
yazısında, "çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir
sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin
dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum"
demişti.
Türlerin Kökeni'nde de çeşitli varyasyon örneklerini
teorisinin en büyük delili gibi göstermişti. Örneğin
Darwin'e göre; daha bol süt veren inek cinsleri
yetiştirmek için farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren
hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri başka bir
canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin'in, bu "sınırsız
değişim" fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin
Kökeni'nde yazdığı şu cümleydi:
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü
varyasyon, zaten var olan genetik bilginin
farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından
ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik
kazandırmaz. Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle
çok önemli sonuçlara varılmıştır, ancak
buğday hep buğdaydır.
|
"Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon
yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler
elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip
olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya
dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum."
Darwin'in bu denli iddialı örnekler
vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel
bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar
üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda "genetik
değişmezlik" ( genetik homeostasis )
denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir
canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme
çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında
aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani
farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan
yetiştiricilerinin sonunda inekleri Darwin'in iddia
ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle
mümkün değildi.
Darwin Retried adlı kitabın yazarı
Norman Macbeth bu konuda şöyle demektedir:
"Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde
varyasyon gösterip göstermedikleridir... Türler
her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri
değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir
noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına
geri döndüğünü biliriz..."
Hayvan yetiştiriciliği konusunda
dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther
Burbank bu gerçeği, "bir canlıda oluşabilecek muhtemel
gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün
yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde
sabit tutar" diyerek ifade etmektedir.
Varyasyonlar, hiçbir zaman türlere yeni
bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle
hiçbir varyasyon "evrim" örneği sayılamaz.
Farklı at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz
çiftleştirin, sonuçta ortaya yine atlar
çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır.
|
Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli
genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
"Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle
çok önemli sonuçlara varılmıştır... Ama sonuçta
buğday hala buğdaydır ve, örneğin, üzüm değildir.
Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların
yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar
imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl
içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması
yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları
sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek
bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek
durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz
genetik sınıra dayanmış durumdayız."
Kısacası varyasyonlar, ancak bir
türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan
bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir
zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir.
Bu nedenle hiçbir varyasyon "evrim" örneği sayılamaz.
Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz
çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da
atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı
bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:
"Darwin'in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı
varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine
götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar 'sürekli
değişim'in (evrimin) nedenini oluşturmazlar."
"MİKRO EVRİM-MAKRO EVRİM" KAVRAMLARI
Theodosius Dobzhhansky
|
Görüldüğü gibi, Darwin'in "türlerin kökeni"nin
açıklaması sandığı varyasyonların gerçekte böyle
bir anlam taşımadıkları, genetik biliminin bulgularıyla
anlaşıldı.
Bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme
ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar
hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kaldılar.
Tür içindeki çeşitlenmeye, yani varyasyona, "mikro
evrim" adını verdiler. Yeni türlerin oluşması varsayımı
ise "makro evrim" olarak adlandırıldı.
Makro evrim kavramı ilk olarak 1927 yılında,
Rus Biyolog Jurii Filipchenko tarafından kullanıldı.
Mikro evrimin makro evrime delil olarak kullanılabileceği
görüşü ise, 1930'lu yıllarda, Filipchenko'nun öğrencisi
olan Theodosius Dobzhansky tarafından ortaya atıldı.
Dobzhansky Darwinizm'in temel kitaplarından biri
olan Genetik ve Türlerin Kökeni'nde, mikro evrim
ile makro evrimin mekanizmalarının aynı olduğunu
öne sürdü.
Daha sonra bu görüş evrimci çevrelerde yaygın olarak
kabul gördü ve günümüze kadar geldi. O yıllarda
Berkeley Üniversitesi'nden genetikçi Richard Goldschmidt
ise, bu görüşün yanlışlığını şöyle ifade etti: "Mikro
evrimin olguları makro evrimi anlamak için yeterli
değildir."
Varyasyonlar, günlük hayatta sık sık örneklerini
gördüğümüz biyolojik bir olgudur. Tüm varyasyon
örnekleri belirli genetik sınırlar içinde
gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.
|
Bu iki kavram uzunca bir zamandır biyoloji kitaplarında
yer alır. Ancak gerçekte burada yanıltıcı bir üslup
kullanılmaktadır. Evrimci biyologların mikro evrim
adını verdikleri varyasyon örneklerinin aslında
hiçbir şekilde evrim teorisiyle ilişkisi yoktur.
Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyon ve doğal
seleksiyon mekanizmalarıyla yeni genetik bilgiler
kazanıp geliştiklerini öne sürer. Oysa varyasyonlar
daha önce belirttiğimiz gibi hiçbir zaman yeni bir
genetik bilgi oluşturmaz ve dolayısıyla bir "evrim"
sağlamazlar. Varyasyonlara mikro evrim adı verilmesi,
evrimci biyologların ideolojik bir tercihidir.
Darwinistlerin kasıtlı olarak mikro evrim şeklinde
adlandırdıkları varyasyonlar, günlük hayatta sık
sık örneklerini gördüğümüz biyolojik bir olgudur.
Karşılaştığınız kedi, köpek, elma, domates, bitki
ve hayvan varyasyonlarını gözünüzün önüne getirin.
Makro evrim ise, bir dinozorun bir kuşa, bir ayının
bir balinaya dönüşmesi gibi değişimlerdir. Yani
makro evrim iddialarının, kurbağaların prenslere
dönüştüğünü anlatan çocuk masallarından hiçbir farkı
yoktur.
Evrimci biyologların mikro evrim kavramını kullanarak
verdikleri izlenim, varyasyonların uzun zaman içinde
yepyeni canlı sınıflamaları oluşturabileceği yönündeki
yanlış bir mantıktır. Nitekim konu hakkında derinlemesine
bilgi sahibi olmayan pek çok kişi "mikro evrim uzun
zamana yayıldığında makro evrim oluşturur" gibi
yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Bu düşüncenin
örneklerini sık sık görmek mümkündür. Bazı "amatör"
evrimciler, "insanların boy ortalaması bir yüzyıl
içinde bile iki cm. artmış, demek ki milyonlarca
yıl içinde her türlü evrim gerçekleşebilir" gibi
mantıklar öne sürerler. Oysa daha önce de belirtildiği
gibi, boy ortalaması değişimi gibi varyasyonların
hepsi, belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşen
ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.
Nitekim, mikro evrim adını verdikleri varyasyonların
yeni canlı sınıflamaları oluşturamadığını, yani
makro evrim sağlamadığını günümüzde evrimci otoriteler
de kabul etmektedir. Evrimci biyologlar, Scott Gilbert,
John Opitz ve Rudolf Raff, Developmental Biology
dergisinde yayınlanan 1996 tarihli makalelerinde
bu konuyu şöyle açıklarlar:
Darwinistlerin makro evrim iddialarının,
kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan
çocuk masallarından hiçbir farkı yoktur.
|
"Modern sentez
(neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak,
1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun
açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik
bilimi, mikro evrimi açıklamak için yeterli bir
araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikro
evrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye
çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek
türden değildir. Mikro evrim, sadece uygunların
hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların
oluşumunu açıklayamaz.
(Open Üniversitesi Biyoloji
Profesörü Brian Goodwin) Goodwin'in 1995'te belirttiği
gibi:
"türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz
kalmaya devam etmektedir.""
Mikro evrim adı verilen varyasyonların makro evrim
iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama
getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından
da kabul edilmiştir.
Ünlü evrimci Paleontolog Roger
Lewin, Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde
150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda
bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:
"Darwin'in (varyasyonlardan yola
çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı?
Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en
önemli konferanslardan birine katılan bilim adamlarının
ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı
"hayır"dır. Chicago konferansındaki temel mesele,
mikro evrimi sağlayan mekanizmaların, makro evrim
adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp
kullanılamayacağı olmuştur... Cevap açıklıkla verilebilir:
Hayır."
Evrimci biyologlar Fagerstrom,
Schuster ve Szathmary de 1996 yılında Science dergisinde
yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:
"Evrimdeki büyük geçişler -örneğin, bir kaçını
belirtmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin
ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni
gibi geçişler- birer "dengeden uzaklaşma" hali olamazlar.
Bunlar, mikro evrimin kurulu modelleri tarafından
da tatmin edici şekilde tarif edilemezler."
Kısacası, mikro evrim ile makro
evrim birbirinden tamamen farklı kavramlardır. Birincisi
biyolojik bir olgu, ikincisi ise bilim dışı bir
dogmadır. Buna rağmen, günümüzde söz konusu iki
kavramın mekanizmalarını bir tutan ve mikro evrimsel
değişimlerin uzun bir zaman diliminde makro evrimsel
dönüşümlere neden olacağına inanan birçok evrimci
vardır.
Bazı bilim adamları
ise böyle bir iddianın, bilimsel bulgular ve fosil
kayıtlarının ortaya koyduğu gerçekler ile taban
tabana zıt olduğunun farkındadırlar. Örneğin, Amerikan
Doğa Tarihi Müzesi'nden Douglas Erwin, Evrim ve
Gelişim dergisinde yer alan 2000 yılına ait bir
makalesinde bunun üzerinde durmuştur.
Amerikalı biyologlar Douglas Erwin ve James Valentine'e
göre, yeni bedensel tasarımların kökenini açıklamak
için mikro evrimsel mekanizmaları kullanmak, eldeki
delillerle uyuşmayan bir yöntemdir.
Gerçek şu ki, makro evrim hiçbir
zaman gözlemlenmemiştir; bunun nasıl gerçekleştiğine
dair akla, mantığa ve bilime uygun hiçbir açıklama
yoktur. Mikrobiyoloji Profesörü Carl Woese konuya
ilişkin görüşünü, "makro evrim terimi anlayışımızı
ifade etmekten çok bilgisizliğimizi gizlemeye yarıyor"
şeklinde dile getirir.
Evrimciler tarafından Darwinizm'in somut ve gözlemlenmiş
örnekleri olarak tanıtılan, her fırsatta evrim teorisinin
temel delilleri olarak sunulan konuları düşünün.
Hemen aklınıza Galapagos ispinozları, Sanayi Devrimi
kelebekleri, antibiyotiklere dirençli bakteriler
ve DDT'ye karşı bağışıklı böcekler gelecektir. Bunların
evrim deliliymiş gibi kullanılması ise kesinlikle
bir aldatmacadır. Çünkü söz konusu vakalar evrime
delil oluşturmayan varyasyon (veya bir başka ifadeyle
"mikro evrim") örnekleridir. (Elinizdeki kitabın
ilerleyen sayfalarında Galapagos ispinozları ve
Sanayi Devrimi kelebekleri detaylı olarak incelenmekte
ve bu canlıların evrim teorisine delil olacak hiçbir
yönlerinin olmadığı anlatılmaktadır.
Evrimciler milyarlarca yıl önce cansız maddelerden
ilk tek hücreli organizmanın meydana geldiğini,
bundan da zamanla milyonlarca canlı türünün yani
yeryüzündeki muazzam canlı çeşitliliğinin ortaya
çıktığını öne sürerler. Dikkat edin, Darwinist iddiaya
göre, doğal süreçlerin ve tesadüflerin etkisiyle
tek bir türden milyonlarca tür oluşmuştur. Akıl
ve bilim dışı bu iddiadan anlaşıldığı gibi, tür
oluşumu yani türleşme kavramı evrim teorisinin temelini
oluşturur. Burada dikkat çekici bir nokta vardır:
Açıktır ki sağlam delillere, gözlemlere ve bilimsel
araştırmalara dayanmayan bir iddianın hiçbir değeri
yoktur. Darwinizm'in bir türün milyonlarca türe
dönüşmesi iddiası da çok büyük bir iddiadır ve sayısız
bilimsel delil ve bulguya muhtaçtır. Gerçekte ise
evrimcilerin türleşme iddiasının bilimsel anlamda
tek bir delili bile yoktur. Darwin'den bu yana tüm
evrimcilerin yaptığı, bir kavram kargaşası meydana
getirmek ve varyasyonları türleşmeye delil olarak
kullanmaktır.
Öncelikle tür kavramını ele alalım.
Bu kavramı incelemek, evrimci aldatmacayı daha iyi
anlamaya yardımcı olacaktır. Biyolojinin farklı
alanlarından çeşitli uzmanların öne sürdükleri pek
çok tür tanımı vardır. Indiana Üniversitesi'nden
Troy Wood ve Loren Rieseberg'in deyişiyle, evrimci
biyologlarca sayılamayacak kadar çok tür tarifi
önerilmiştir.
Biyolog John Endler ise, bu durumun
yol açtığı karışıklığı şöyle anlatır:
"Türler, organik çeşitliliği tanımlamak için oluşturulmuş
araçlardır. Değişik amaçlar için yapılmış çeşitli
keskiler olduğu gibi, farklı amaçlara en uygun farklı
tür kavramları vardır... Değişik organizma grupları
üzerinde çalışan farklı insanların "tür" ile farklı
şeyleri ifade etmek istemeleri yüzünden sık sık
karışıklık ve anlaşmazlık meydana gelmektedir."
Günlük hayatta sanki tek bir tür gibi söz
ettiğimiz canlı tiplerinin aslında çok fazla
türleri vardır. Örneğin örümceklerin yaklaşık
34 bin türü tanımlanmıştır.
|
Darwinizm'in Türkiye'deki önde
gelen sözcülerinden Ali Demirsoy da, söz konusu
gerçek hakkında şunları dile getirir:
"Hayvanların ve bitkilerin sınıflandırılmasında
temel birim olarak alınan türün, diğer türlerle
ayrılımı hangi sınırlarda olmalıdır sorusu, yani
'Tür Tanımı', biyolojinin en zor yanıtlanabilen
sorularından biridir. Hayvan ve bitki gruplarının
tümü için geçerli olabilecek bir tür tanımı vermek,
bugünkü bilgilerimizle olanaksız görülmektedir."
"Tür" dendiğinde insanların aklına
çoğu zaman köpek, at, örümcek, yunus, buğday, elma
gibi "canlı tipleri" gelir. Evrim teorisinin "türlerin
kökeni" iddiası ise, insanlara bu canlı tiplerinin
kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür kavramını
biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye
göre en genel anlamıyla bir canlı türü, kendi içinde
çiftleşen ve çoğalabilen bireylerden oluşan bir
popülasyondur. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek
bir tür gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha
fazla türlere ayırır. Örneğin örümceklerin yaklaşık
34 bin türü tanımlanmıştır.
Evrimin türleşme
aldatmacasını anlamak içinse, önce "coğrafi izolasyon"u
belirtmek gerekir: Bir canlı türü içinde, genetik
varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer
bu türe ait canlıların arasına dağ, nehir gibi coğrafi
bir engel girerse, yani birbirlerinden "izole" olurlarsa,
o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde
büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya
başlar.
Diyelim ki, bir grupta, daha koyu renkli ve uzun
tüylü olan A varyasyonu ağırlık kazanır, diğerinde
ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B varyasyonu
baskın çıkar. Bu popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa,
A ve B karakterleri de o kadar keskinleşir.
Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin
morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara
"alt tür" adı verilir.
Türleşme iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen,
coğrafi izolasyon yoluyla birbirlerinden kopmuş
olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya
getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler.
Çiftleşmedikleri için de, modern biyolojinin "tür"
tanımlamasına göre, "alt tür" olmaktan çıkıp, "ayrı
türler" haline gelmiş olurlar. Buna "türleşme" (speciation)
adı verilir.
Evrimciler ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı
yaparlar: "Bakın doğada türleşme var, yani yeni
canlı türleri doğal mekanizmalarla oluşuyor, demek
ki tüm türler bu şekilde oluşmuş". Oysa bu çıkarımda
çok büyük bir aldatmaca gizlidir.
Şimdi söz konusu aldatmacanın iki önemli noktasına
dikkat çekelim:
1) Birbirlerinden izole olan A ve B varyasyonları,
bir araya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler.
Ama bu olgu çoğu zaman "çiftleşme davranışı"ndan
kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler,
diğer varyasyon kendilerine yabancı göründüğü için,
onu "kendilerine yakın bulmadıkları" için çiftleşmezler.
Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir genetik uyumsuzluk
yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından
hala aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle "tür"
kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam
etmektedir.)
2) Asıl önemli nokta ise, söz konusu "türleşme"nin,
bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi
kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan
birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi
edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik bilgi
eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi
biri yeni bir proteine, yeni bir enzime, yeni organa
kavuşmuş değildir. Ortada bir "gelişme" yoktur.
Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı
anda barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem
uzun hem de kısa tüy özelliğini, hem koyu hem de
açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine,
şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki
ayrı popülasyon vardır.
Dolayısıyla söz konusu "türleşme"nin evrim teorisini
destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi,
canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru
rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla
bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya "genetik
bilgiyi artırıcı mekanizmalar" koyabilmesi gerekir.
Gözü, kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları
veya diğer organ ve sistemleri olmayan canlıların,
nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri
tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi
gerekir. Zaten var olan bir canlı türünün genetik
bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz
bununla hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.
Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da
kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi
içindeki varyasyonlarını ve "ikiye bölünerek türleşme"
örneklerini (önceki bölümde anlattığımız gibi) "mikro
evrim" olarak tanımlarlar. Mikro evrim, zaten var
olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında
kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda "evrim" ifadesinin
geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir
aldatmacadır. Çünkü mikro bile olsa ortada evrim
gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda
var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından,
değişik kombinasyonlarından ibarettir.
Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Canlı
tipleri ilk başta nasıl oluşmuştur? Monera, protista,
mantarlar, bitkiler ve hayvanlar alemleri yeryüzünde
nasıl ortaya çıkmıştır? Türlerin daha üst kategorileri
olan filumlar, sınıflar, takımlar, aileler (örneğin
memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi
temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir?
Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konular işte
bunlardır.
Önceki bölümde belirttiğimiz gibi, evrimciler bu
konulara "makro evrim" derler. Aslında evrim teorisi
derken kastedilen ve tartışılan kavram da makro
evrimdir. Çünkü mikro evrim denen genetik çeşitlenmeler,
gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik
bir olgudur ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu
olayın evrimciler her ne kadar tanımın içine "evrim"
ifadesini yerleştirmişlerse de evrimle hiçbir ilgisi
yoktur. Makro evrim iddiasının ise ne gözlemsel
biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir
kanıtı bulunmamaktadır.
İşte burada çok önemli bir "püf nokta" vardır.
Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikro
evrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine
göre, on milyonlarca yıl içinde de makro evrim gerçekleşir"
gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de
aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak
insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar.
Charles Darwin'in Türlerin Kökeni'nde öne sürdüğü
tüm sözde "evrim delilleri" bu şekildedir. Ondan
sonra gelen evrimcilerin öne sürdüğü örnekler de
bu şekildedir. Tüm bu örneklerde evrimcilerin "mikro
evrim" diye tanımladıkları genetik çeşitlenmenin,
yine "makro evrim" diye tanımladıkları teorinin
delili olarak kullanılması söz konusudur.
Bu yanılgının mantığını anlatmak için örnek verelim.
Eğer birisi size şöyle bir mantık kurarsa, ne düşünürsünüz:
"Bir tabancadan havaya doğru sıkılan kurşun, saatte
400 kilometre hızla ilerler. Dolayısıyla bir kaç
hafta içinde atmosferden çıkıp Ay'a varacak, ilerleyen
aylarda ise Mars gezegeninin yüzeyine ulaşacaktır".
Eğer birisi size böyle bir iddiada bulunursa, bunun
çok basit bir aldatmaca olduğunu anlarsınız. İddiayı
öne süren kişi, sadece çok dar bir gözlemi (kurşunun
tabancadan çıkış hızını) dile getirmekte, buna karşılık
kurşunun ilerlemesini sınırlandıran yerçekimi ve
havanın sürtünmesi gibi iki temel gerçeği kasten
gizlemektedir.
İşte evrimciler de tüm "mikro evrimden
makro evrime delil çıkarma" girişimlerinde aynı
yöntemi kullanırlar.
Tüm bu mikro evrim-makro evrim tartışmasının ve
evrimci "türleşme" hikayelerinin özet sonucu ise
şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara
sahip "tipler" olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil
kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu tiplerin içinde,
genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı
varyasyonlar ve alt türler oluşabilmektedir. Örneğin
"tavşan" tipinin kendi içinde, beyaz tüylü, gri
tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri
olmakta ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine
hangi doğal şartlar uygunsa dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar.
Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir.
Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek,
bunlar için yeni organlar, sistemler, vücut planları
oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip,
kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her
tipi zengin bir varyasyon potansiyeli ile var ettiği
için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir
çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.
Evrimcilerin
Türleşme Üzerine İtirafları
Tavşan tipinin kendi içinde, beyaz tüylü,
gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı
gibi çeşitlenmeleri olmakta ve bu farklı
çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar
uygunsa dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar.
Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir.
|
Konu hakkında sadece yüzeysel
bir bilgiye sahip olan "amatör" evrimciler hariç,
evrimcilerin hemen hemen tamamı kendileri açısından
asıl sorunun çok iyi farkındadırlar: Yeryüzündeki
canlı tiplerinin, türlerin ve tür zenginliğinin
kökenini açıklamak. Neo-Darwinizm'in mimarlarından
Theodosius Dobzhansky'nin Genetik ve Türlerin Kökeni
adlı kitabının önsözünde yazdığı gibi, evrim açısından
başlıca sorun, hayatın çeşitliliğini açıklamaktır.
Charles Darwin ve takipçilerinin
asıl aydınlatması gereken konu işte budur. Darwin
Türlerin Kökeni adlı kitabında, konuya ilişkin tek
bir somut delil sunamamış, sadece spekülasyon yapmıştır.
Charles Darwin, oğlu Francis Darwin tarafından yayımlanan
Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları adlı kitapta
yer alan bir mektubunda, bu gerçeği şöyle itiraf
etmiştir:
"Bir türün diğerine değişimine ilişkin hiçbir kayıt
yoktur... Tek bir türün değiştiğini kanıtlayamayız."
Darwin zaman içinde ve bilimsel araştırmaların
ilerlemesiyle, söz konusu sorunun yanıtlarının bulunacağını,
tür oluşumunun delillendirileceğini umuyordu. Ama
aksine, bilimsel bulgular her defasında Darwin'i
yalanladı. Aradan geçen yaklaşık 150 yılda evrimcilerin
tüm çabalarına rağmen, evrimsel mekanizmalarla türleşme,
delil ve dayanaktan yoksun bir iddia olarak kaldı.
Burada bazı evrimcilerin konuya ilişkin samimi
itiraflarına yer verilecektir.
Dikkat çekicidir
ki, türleşme, evrim teorisinin bel kemiği olmasına
karşın büyük ölçüde karanlık bir kavramdır. (Daha
doğrusu, evrimciler çarpıttıkları mikro evrim ve
varyasyon örnekleri dışında bir bilgiye sahip değildirler.)
Örneğin, Indiana Üniversitesi biyologları Troy Wood
ve Loren Rieseberg 1999 tarihli makalelerinde, tür
oluşumunu sağlayan biyolojik mekanizmalar hakkında
çok az şey bilindiğini açıklar.
Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Profesör Gareth
Nelson ise, aynı konuyu şu ifadelerle anlatır: "Tür
problemi yıllardır devam etmekte ve türleşme her
zaman olduğu gibi bir kara kutu olarak kalmaktadır."
Cornell Üniversitesi Profesörü
Richard Harrison, 2001 yılında Nature dergisinde
yayınlanan bir makalesinde, konuya ilişkin son durumu
şöyle dile getirmiştir:
"Doğal topluluklar çok büyük bir tür çeşitliliğini
barındırır... Peki ya çeşitliliğin kökeni? Türleşme
işlemi evrimsel biyolojinin merkezi olmasına rağmen,
yeni türlerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin çok
az şey yazıldı."
Aslında bu konuda "çok az şey yazılması" şaşırtıcı
değildir. Zira bilimsel bulgular, bir türden başka
bir türe dönüşümün mümkün olmadığını, değişimin
sadece tür içinde ve belirli sınırlar dahilinde
gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Bugüne kadar evrimsel
mekanizmalarla elde edilmiş hiçbir gözlenebilir
türleşme örneği yoktur. Evrimci biyologlar Darren
Irwin, Staffan Bensch ve Trevor Price, 18 Ocak 2001
tarihli Nature dergisindeki makalelerinde, bunu
şöyle itiraf ederler:
"Tek bir türün iki ayrı türe evrimsel
açılımı (tür oluşumu), doğada direkt olarak hiçbir
zaman gözlemlenmemiştir."
Pittsburgh Üniversitesi Antropoloji
Profesörü Jeffrey Schwartz, 2000 yılında yayınlanan
Ani Başlangıçlar: Fosiller, Genler ve Türlerin Ortaya
Çıkışı isimli kitabında, aynı gerçeği vurgular:
"Bununla birlikte, durum hala şöyledir: Dobzhansky'nin
yeni bir meyve sineği türüne dair iddiası (ki bu
da bir varyasyon örneğidir) hariç tutulursa, herhangi
bir mekanizma ile yeni bir türün oluşumu hiçbir
zaman gözlemlenmemiştir."
Türleşmeyi kanıtlamak için, yaklaşık yetmiş
yıldır meyve sinekleri yetiştirilmiş, bunlar
sürekli olarak mutasyona uğratılmıştır.
Ancak hiçbir evrimsel değişim yaşanmamış,
hiçbir türleşme vakasına rastlanmamış, meyve
sineği yine meyve sineği olarak kalmıştır.
|
Bu gerçekler karşısında, bazı
evrimciler: "Evrim yoluyla türleşmeyi gözlemleyemiyoruz,
çünkü evrimsel mekanizmalar ancak çok uzun zaman
içinde etkili olur. Bu yüzden türleşme, doğada veya
laboratuvarda gözlemlenemez" gibi bir açıklama öne
sürerler. Ancak bu da hiçbir bilimsel temeli olmayan
bir avuntudan başka bir şey değildir. Çünkü meyve
sinekleri ya da bakteriler gibi yaşam süreleri çok
kısa olan ve dolayısıyla tek bir bilim adamının
bile binlerce neslini gözlemleyebildiği canlılarda
da hiçbir türleşme vakası görülmemiştir.
Bugüne kadar çeşitli mikroorganizma ve hayvan türleri
üzerinde yapılan sayısız deney ve araştırma, evrimcilerin
hayallerini yerle bir etmiştir. Bir evrimci olan,
Wired dergisi Editörü ve All Species Vakfı Başkanı
Kevin Kelly bunu şöyle anlatır:
"Yoğun bir gözleme rağmen, kayıtlı
tarihte, doğada hiçbir yeni türün ortaya çıktığına
tanık olmadık. Ayrıca, işin en ilginci, hayvan yetiştiriciliğinde
hiçbir yeni hayvan türünün ortaya çıktığını da görmedik.
Türleşmeyi sağlamak için sinek popülasyonlarına
küçük ve büyük baskıların kasten uygulandığı meyve
sineği araştırmalarında, yüz milyonlarca nesilde
hiçbir yeni meyve sineği türünün oluşmaması da buna
dahildir... Doğada, yetiştiricilikte ve yapay hayatta,
varyasyonun ortaya çıkışını görürüz. Ancak büyük
değişimin yokluğu ile birlikte, varyasyon limitlerinin
dar bir alanda ve çoğu kez türün kendi içinde sınırlanmış
olarak göründüğünü de açıkça fark ederiz."
Türleşmeyi kanıtlamak
için, yaklaşık yetmiş yıldır meyve sinekleri yetiştirilmiş,
bunlar sürekli olarak mutasyona uğratılmış; ancak
hiçbir evrimsel değişim yaşanmamış, hiçbir türleşme
vakasına rastlanmamış, meyve sineği yine meyve sineği
olarak kalmıştır.
Aynı şekilde, Escherichia coli bakterisi üzerinde
yıllardır yapılan deney ve araştırmalarda, başka
bir bakteri türü veya çok hücreli bir canlı türü
ortaya çıkmamış; Escherichia coli yine Escherichia
coli olarak kalmıştır.
Kaldı ki evrimcilerin sıkıntısı
bunlarla da sınırlı değildir. Zira fosil kayıtları
türleşme kavramını kesinlikle reddetmektedir.
Fosil kayıtlarında, Darwinizm'e göre yaşamış olması
gereken sayısız "ara tür"e ait hiçbir belirti yoktur.
Bu fosillerin ileride bulunabileceğini düşünen Darwin'in
görüşünün yanlış olduğu kesinlikle anlaşılmıştır.
Evrimciler günümüzde "türleşme fosil kayıtlarında
görülemeyecek kadar hızlıdır" şeklinde bir bahane
ileri sürmekte; daha doğrusu böyle bir avuntunun
arkasına saklanmaktadırlar.
İngiliz biyologlar Paul Pearson
ve Katherine Harcourt-Brown, türleşmenin fosil kayıtlarında
görülmediğini üstü kapalı olarak şöyle ifade ederler:
"Türleşmeyi, biyolojik anlamda, fosil kayıtlarında
teşhis etmek oldukça güçtür... Fosil kayıtları türleşme
işlemlerine dair anlayışımıza az miktarda katkıda
bulunmaktadır."
Kısacası,
türlerin kökeni, tür oluşumu ve hayatın çeşitliliği
gibi konular, evrim teorisinin iddia ettiği gibi
doğal süreçler ve rastlantısal etkilerle açıklanamaz.
Dahası, bilimsel bulgular Darwinizm'in bilim dışı
ve gerçek dışı bir teori olduğunu kanıtlamaktadır.
Günümüzde pek çok bilim adamı bunun bilincindedir.
Ancak bilim dünyasından dışlanmak korkusuyla, az
sayıda biyolog görüşlerini açıkça dile getirmektedir.
Bunlardan biri Massachusetts Üniversitesi'nden tanınmış
bir profesör olan Lynn Margulis'tir. Margulis Darwinizm'in
konuya ilişkin iddialarının "tamamen yanlış" olduğunu
belirtmektedir.
Margulis'in bu konudaki görüşlerine
Kevin Kelly'nin Out of Control: The New Biology
of Machines (Kontrol Dışı: Makinaların Yeni Biyolojisi)
isimli kitabında şöyle yer verilmiştir:
Escherichia coli bakterisi üzerinde yıllardır
yapılan deney ve araştırmalarda, başka bir
bakteri türü veya çok hücreli bir canlı
türü ortaya çıkmamış; Escherichia coli yine
Escherichia coli olarak kalmıştır.
|
"Açık sözlü Biyolog Lynn Margulis,
son hedefi olan Darwinist evrim dogması hakkında
şunları söyledi: "Tamamen yanlış. Pasteur'den önce
bulaşıcı hastalık tedavisinin yanlış olduğu gibi
yanlış. Frenolojinin (Bir kişinin karakter ve zekasının
kafatası yapısından anlaşılacağına dair geçersizliği
kanıtlanmış bir teori) yanlış olduğu gibi yanlış.
Her temel ilkesi yanlış." Margulis yeni türlerin,
aşamalı, bağımsız ve tesadüfi varyasyonların kesintisiz
sıralanmasının sonucunda oluştuğuna inanan asırlık
Darwinizm teorisinin çağdaş kurgusunun hatalarını
ortaya koymaktadır. Margulis, Darwinist teori cephesine
meydan okurken yalnız değil, ancak bu kadar açık
konuşan az sayıda kişi var."
Minnesota Üniversitesi Ekoloji,
Evrim ve Davranış Bölümü Profesörü David Tilman'ın,
11 Mayıs 2000 tarihli Nature dergisinde yayınlanan
şu sözü konuyu çok iyi özetlemektedir: "Dünyadaki
muazzam tür çeşitliliğinin varlığı bir sır olarak
kalmaktadır."
Sonuç olarak, türlerin kökeni ve çeşitliliği evrimciler
için hala cevapsızdır. Evrimciler eğer bunun cevabını
bulmak istiyorlarsa, Darwinist aldatmaca ve safsatalara
inanmaktan vazgeçmek ve şu gerçeği kabul etmek zorundadırlar:
Her canlı tipini zengin bir varyasyon potansiyeli
ile yaratan, sonsuz güç, bilgi ve akıl sahibi olan
Allah'tır.
Yaratmak yalnızca
Allah'a mahsustur. Bu gerçeği
inkar edenlerin, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar,
elde edeceklerinin sadece hüsran olacağı bir ayette
şöyle ifade edilir:
Ey insanlar, (size) bir örnek verildi;
şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta
olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler
dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer
sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan
geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac
Suresi, 73)
4. BÖLÜM:
GALAPAGOS İSPİNOZLARININ GERÇEK HİKAYESİ
Charles
Darwin'in hayatını anlatan veya evrim teorisinin
tarihi gelişimini konu alan kitaplara bakıldığında,
Büyük Okyanus'taki Galapagos Adaları'na özel bir
önem verildiği görülür. Hatta bazı biyoloji ders
kitaplarında bile bu adalardan bahsedilir. Bunun
nedeni, Galapagos'un, teorisini tasarlama aşamasında
Darwin'e ilham kaynağı olmasıdır. Söz konusu adalar,
evrimciler tarafından, evrim teorisinin temelinin
atıldığı yer ve "Darwin'in laboratuvarı" olarak
tanıtılır. 20. yüzyıldaki yoğun Darwinist propagandanın
sonucunda, bu adalar yaygın bir ün kazanmıştır.
H.M.S. Beagle adlı
keşif gemisi.
|
Galapagos Adaları Güney Amerika kıtasının batısındaki
Ekvador sahillerinin 1000 kilometre kadar açığında
yer alır; birbirlerine yakın mesafedeki büyüklü
küçüklü adalardan oluşur. Bu adaların tümü volkanik
kökenlidir; birkaç milyon yıl önce, yanardağ püskürmeleri
sırasında yeryüzüne çıkan lav ve magmadan meydana
gelmiştir.
Darwin, H.M.S. Beagle adlı keşif gemisi ile beş
yıl süren gezisi sırasında, 1835 yılında Galapagos'ta
konaklamış ve birkaç hafta boyunca çeşitli gözlemler
yapmıştır. Ana karadan bir hayli uzaktaki bu adaların
zengin bitki örtüsü ve hayvan çeşitliliği Darwin'i
etkilemiştir.
Galapagos çok sayıda farklı bitki
ve hayvan türünü bir arada barındıran bir bölgedir.
Burada çeşitli tropikal ağaç, bitki ve çiçekler
bulunmakta; ispinozlar, flamingolar, penguenler,
dev kaplumbağalar, iguanalar, ayıbalıkları, kelebekler,
böcekler, 100'e yakın kuş türü, çeşitli sürüngen
ve memeliler yaşamaktadır. Bu adalarda yaşayan bitkilerin
%42'si, kara kuşlarının %75'i, sürüngenlerin %91'i
ve memelilerin tümü Galapagos'a özgüdür; dünyanın
başka hiçbir bölgesinde doğal olarak yaşamamaktadır.
Galapagos'u
Darwinizm'in başlıca sembollerinden biri haline
getiren ise, buraya özgü ispinoz kuşları olmuştur.
Galapagos Adaları'nda 13 ispinoz kuşu türü, Galapagos'un
yaklaşık 600 kilometre kuzeydoğusundaki Cocos Adası'nda
da 1 ispinoz türü yaşamaktadır. Toplam bu 14 ispinoz
türü, bilimsel literatürde Galapagos ispinozları
veya "Darwin ispinozları" şeklinde adlandırılır.
Galapagos ispinozları 7 ile 15 santimetre arasındaki
çeşitli uzunluklarda, genellikle koyu ve mat renkli
tüylere sahip, oldukça uysal ve kısa mesafeli uçuşlar
yapan kuşlardır. Her ne kadar 14 ayrı tür olarak
sınıflandırılsalar da birbirlerine çok benzerler;
benzer vücut şekline, renklere ve alışkanlıklara
sahiptirler. Kuş uzmanları özellikle gaga şekli,
gaga büyüklüğü ve vücut büyüklüğüne bakarak bunları
ayırt ederler.
Söz konusu kuşların Darwin'i derinden
etkilediği, bazı biyoloji ders kitaplarında şöyle
dile getirilir:
"İspinozlar, doğal seleksiyon yoluyla evrim teorisini
geliştiren Darwin'e yol göstermede büyük bir rol
oynadı."
"13 ispinoz türünün gagaları ve
gıda kaynakları arasındaki uygunluk, evrimin onları
şekillendirdiğini Darwin'e derhal telkin etti."
"Darwin bu ispinozlar arasındaki
gaga büyüklüğü ve beslenme alışkanlıkları farklılıklarını,
atalarının Galapagos Adaları'na göç etmesinden sonra
meydana gelen evrime dayandırdı."
Darwin'den
bu yana evrimciler, günümüzdeki Galapagos ispinozlarının
geçmişte Güney Amerika'dan gelen bir türden evrimleştiğini
iddia ederler. Bu kuşları her fırsatta "doğal seleksiyon
yoluyla evrimleşmenin bir örneği" olarak kullanır,
evrimin en çok tanınan "delil"lerinden biri olarak
sunarlar. Dahası, South Carolina Üniversitesi'nden
Timothy Mousseau ve Nebraska Üniversitesi'nden Alexander
Olvido'nun belirttiği gibi, bu ispinozları, biyoçeşitliliğin
evrimsel gelişiminin bir kanıtı olarak kullanırlar.
Evrimciler tek bir türün değişik ortamlara yerleşmesi
sonucunda çeşitli formların ortaya çıkması sürecini
"uyumsal açılım" veya "uyumsal dallanma" şeklinde
adlandırırlar. "Galapagos adalarında yaşayan ispinozların
evrimleşmesi" hikayesini bunun klasik örneklerinden
birisi olarak tanıtır; hatta daha da ileri giderek
söz konusu vakanın günümüzde gözlenebilir olduğunu
iddia ederler.
Kitaplarında evrim teorisine geniş
yer ayıran Hacettepe Üniversitesi Profesörü Ali
Demirsoy, Galapagos ispinozlarının "açılan evrim"in
ya da diğer adıyla "uyumsal açılım"ın "iyi bir örneği"
olduğunu şöyle ifade eder:
"Uyumsal açılımı daha küçük ölçüde, Galapagos takım
adalarında yaşayan ve evrimsel açılıma her zaman
iyi bir örnek olarak verilen, ispinoz kuşlarında
görmek mümkündür. Bu kuşların bir kısmı topraküstü
kuşudur, tahıl ve tohumla; bazıları ağaçta yaşar,
böceklerle; bazıları kaktüslerde yaşar, onların
tohumlarıyla beslenir. Aynı kökten gelen bu kuşlar,
gaga büyüklüğü ve şekli bakımından, dikkati çekecek
ölçüde uyumsal açılım gösterir.
"Life Sciences Ansiklopedisi'ne
göre ise, Darwin ispinozları, "uyumsal açılımın
ve faaliyet halindeki evrimin en önemli örneğidir."
Bu bölümde, Darwin'in ve takipçilerinin Galapagos
ispinozlarına ilişkin yanılgıları ele alınacak;
bu kuşların evrim teorisine delil olacak hiçbir
yönünün olmadığı bilimsel verilerle ortaya konacaktır.
Öncelikle, bu kuşların bilimsel literatürdeki sınıflandırılmasına
kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Galapagos
İspinozlarının Sınıflandırılması
Galapagos
ispinozları, yapısal (morfolojik), davranışsal ve
ekolojik verilere göre, 14 ayrı tür olarak sınıflandırılır.
Bunlardan altısı, yerdeki tohumlarla beslendikleri
için "yer ispinozları" şeklinde isimlendirilir.
Yer ispinozlarının üç türü vücut ve gaga büyüklüğü
göz önünde bulundurularak, büyük yer ispinozu (Geospiza
magnirostris), orta yer ispinozu (Geospiza fortis)
ve küçük yer ispinozu (Geospiza fuliginosa) olarak
adlandırılır. Diğer yer ispinozu türleri de şunlardır:
Daha uzun gagalara sahip olan ve tohumlara ek olarak
kaktüs çiçekleri ve meyve özü de yiyen büyük kaktüs
yer ispinozu (Geospiza conirostris) ve küçük kaktüs
yer ispinozu (Geospiza scandens); tohumların yanı
sıra diğer hayvanların yumurtaları ve kanı ile beslenen
sivri gagalı yer ispinozu (Geospiza difficilis).
Galapagos'taki
altı ispinoz türü ise "ağaç ispinozları"dır. Vejetaryen
ispinoz (Platyspiza crassirostris) hariç bunların
tümü böceklerle karınlarını doyururlar. Ağaçkakan
ispinozu (Cactospiza pallida) gagasında tuttuğu
kaktüs dikenini kullanarak böcekleri gizlendikleri
yerlerden dışarı çıkarır. Mangrov ispinozu (Cactospiza
heliobates) bataklıklardaki böcekleri yakalamak
için kalın ve düz gagasını kullanır. Ağaç ispinozlarının
diğer üç türü, büyük ağaç ispinozu (Camarhynchus
psittacula), orta ağaç ispinozu (Camarhynchus pauper)
ve küçük ağaç ispinozu (Camarhynchus parvulus) şeklinde
adlandırılır. Vejetaryen ispinoz kalın, kısa ve
hafif kavisli gagası ile yaprak, tomurcuk, meyve
ve çiçek yer.
Çalıbülbülü ispinozu (Certhidea olivacea) küçük
ve ince gagalıdır; avladığı böceklerle beslenir.
Cocos ispinozu (Pinaroloxias inornata) ise Galapagos
Adaları'nın dışında yaşayan tek türdür; bu türün
başlıca besin kaynağı yerdeki ve ağaçlardaki böceklerdir.
Burada önemli olan, her bir ispinoz türünün beslenme
ihtiyacını tam olarak karşılayacak gaga yapısıyla
donatılmış olmasıdır. Galapagos ispinozlarının gagaları
farklı işler için özel olarak tasarlanmış pense
ve kerpetenlere benzetilebilir.
Darwin
İspinozları Efsanesinin Çıkışı
Aslında Galapagos'ta
yaşayan ispinozlara Darwin'in adının verilmesi oldukça
şaşırtıcıdır. Çünkü bunları ilk fark eden kişi Charles
Darwin değildir; ondan çok önceleri de bu kuşlar
bilinmektedir. Bu adalardaki dev kaplumbağaları
avlamak için gelenler burada ispinozların da yaşadığından
bahsetmişlerdir. Örneğin, kaptan James Colnett 1798'de
bu canlılardan söz etmiştir.
Dahası çoğu insanın zannettiğinin aksine, Darwin'in,
Galapagos'ta bulunduğu sırada ispinozlara ilişkin
gözlemleri oldukça yüzeyseldir. Gezi notlarının
sadece bir yerinde ispinozların adını geçirmesi
ve ünlü kitabı Türlerin Kökeni'nde bu hayvanlardan
hiç bahsetmemesi bu gerçeğin bir göstergesidir.
Gerçekten de Darwin gezisinden
çok sonra ispinozlara önem vermişti. Galapagos'tayken
bu canlıları ilgiye çok değer bulmamış; 13 türden
9'unun örneklerini toplamakla yetinmişti. Bunlardan
sadece altısını ispinoz, diğerlerini ise çeşitli
kuşlar olarak tanımlamış; diğer bir deyişle ispinoz
türlerini tam anlamıyla ayıramamıştı. Ayrıca gaga
şekli ve beslenme alışkanlıkları arasındaki bağlantıyı
kuramamış; hangi kuş örneğinin hangi adaya özgü
olduğunu bile not etmemişti. Illinois Üniversitesi'nden
Michaela Hau ve Martin Wikelski'nin ifade ettikleri
gibi, "Darwin Galapagos takımadaları ziyareti sırasında,
bu ihmal yüzünden ispinozların daha sonra geliştirdiği
teori için potansiyel öneminin farkına varmadı."
İngiltere'nin tanınmış kuş uzmanı
John Gould, Darwin'in topladığı ispinoz örneklerini
1837'de detaylı olarak inceledi. Gould'un vardığı
sonuç, bu kuşların tamamen Galapagos'a özgü olduğu
ve Darwin'in kayıtlarının çoğunun yanlış olduğuydu.
Beagle'daki mürettebatın yakaladığı ispinozlar ve
tuttukları düzenli kayıtların incelenmesi, Darwin'in
hatalarını gün ışığına çıkardı.
Bilim tarihçisi
Frank Sulloway ise, bu kuşların beslenme alışkanlıkları
ve coğrafi dağılımı hakkında, Darwin'in sadece sınırlı
ve büyük ölçüde yanlış bir düşünceye sahip olduğunu
açıkladı.
Galapagos ispinozlarının Darwin'i evrimin bir kanıtı
olarak etkilediği iddiasına ilişkin, Sulloway şunu
ifade etti: "Hiçbir şey doğruluktan (bundan) daha
uzak olamaz."
Kısacası Darwin, gezisinden uzun yıllar sonra ispinozların
evrimin bir örneği olabileceği sonucuna ulaşmıştı.
Bunu yaparken de eksik ve hatalı verilere dayanmıştı.
Bu noktada şu
gerçeği de belirtmek yerinde olacaktır. Galapagos
ispinozlarını efsaneleştiren gerçekte Darwin değil,
20. yüzyıl evrimcileridir. "Darwin ispinozları"
kavramını ilk defa 1936'da Percy Lowe kullanmıştır.
Bunu yaygınlaştıran ise kuşbilimci David Lack olmuştur.
Lack'ın 1947 tarihli Darwin İspinozları adlı kitabı,
bu alandaki evrimci propagandanın bayraktarlığını
yapmıştır.
Neo-Darwinizm'in bu iddiaları desteklemesiyle de
Darwin ispinozları herkesin tanıdığı bir hikaye
haline gelmiş; ispinozlar, evrimci biyologlar tarafından
en çok incelenen kuş familyası olmuştur.
Darwin'den
Sonraki Araştırmalar
Daha 19. yüzyılın sonunda Galapagos
Adaları ziyaretçi akınına uğramaya başlamıştı. Çoğunluğunu
Amerikalıların oluşturduğu gezgin ve araştırmacılar
buradan binlerce kuş numunesi topladılar. Örneğin,
1905-1906 yıllarında sadece Kaliforniya Bilimler
Akademisi yaklaşık beş bin ispinozu koleksiyonuna
kattı.
Kısa bir süre içinde Galapagos ispinozları birçok
müzenin koleksiyonunda yerlerini aldılar. Elbette
bu ziyaretler sebepsiz değildi. Amaç, Darwin'in
yarım bıraktığı işi tamamlamak ve geçerli bir delil
bularak evrimi içine düştüğü çaresizlikten kurtarmaktı.
Geçtiğimiz yüzyıl içinde Galapagos ispinozları
üzerine yapılan evrimci araştırmaların önemli bir
nedeni daha vardı. Darwin Türlerin Kökeni'nde, doğal
seleksiyon yoluyla yeni türlerin ortaya çıkışının
çok ağır işleyen bir süreç olduğunu; dolayısıyla
bunun gözlemlenemeyeceğini ancak çıkarım yapılarak
anlaşılabileceğini yazmıştı. Bu durum ise gelişen
bilim standartlarınca kabul edilebilir bir şey değildi.
Neo-Darwinistler evrimin bilimsel olduğu iddialarını
sürdürebilmek için yeni "delil" arayışları içine
girdiler. İşte bu noktada Galapagos ispinozları
hikayesi onlara kurtarıcı gibi göründü.
Böylece bu kuşlar
kapsamlı araştırmaların odak noktası oldular. Çeşitli
evrimciler gözlemlerine dayanarak açıklamalar yaptılar.
David Lack, Nisan 1953 tarihli Scientific American
dergisindeki makalesinde, Galapagos'taki kuşların
evriminin yakın geçmişte gerçekleştiğini, hatta
türler arasındaki ayırımların kanıtının hala görülebildiğini,
dolayısıyla Galapagos'un müstesna bir yer olduğunu
iddia etti.
Bir başka evrimci, Peter Grant ise, Galapagos ispinozlarının
evriminin halen devam ettiğini öne sürdü.
Söz konusu ispinozlar hakkındaki
makale ve yazıların çoğunda Peter ve Rosemary Grant
isimlerine rastlamak mümkündür. Bu iki araştırmacı
"evrimin ispinozlar üzerindeki etkilerini" görmek
amacıyla ilk defa 1973 yılında Galapagos Adaları'na
gitmiş ve günümüze kadar çok detaylı gözlem ve araştırmalar
yapmışlardır. Bu nedenle "Darwin ispinozları uzmanları"
olarak anılırlar.
Peter
Grant ve eşi Galapagos'da
Peter Grant ve eşinin, Galapagos Adaları'ndaki
çalışmalarına büyük emek verdikleri bir
gerçektir. Ne var ki saha çalışmalarındaki
özen ve titizliği, sonuçları değerlendirme
aşamasında göstermemişlerdir. Bulguları,
bilime göre değil de evrimci ön kabullere
göre yorumlamaya kalkıştıkları için de büyük
hataya düşmüşlerdiri.
|
Şu anda çalışmalarını Princeton Üniversitesi Ekoloji
ve Evrimsel Biyoloji Bölümü'nde sürdüren Peter Grant
ve eşi, Galapagos'taki minik adalardan biri olan
Daphne Major'da yıllarca kaldılar; "orta yer ispinozu"
olarak adlandırılan türün bireylerini incelediler.
Ağların yardımıyla yakaladıkları kuşların gaga,
kanat ve vücut ölçülerini kayda geçirdiler ve her
birini özel bantlar ile işaretledikten sonra serbest
bıraktılar. 1977'de adadaki kuşların yarısından
çoğunu, 1980'de ise hemen hemen tamamını işaretlemiş
durumdaydılar.
Bu şekilde, nesilden nesile yaklaşık yirmi bin
ispinozu düzenli olarak takip ettiler. Bu adada
insanların ve yırtıcı hayvanların bulunmaması ve
söz konusu ispinozların evcil denebilecek kadar
uysal olmaları işlerini kısmen kolaylaştırdı. Bunlara
ek olarak, Profesör Grant ve eşi adaya düşen yağış
miktarını da sürekli olarak ölçtüler.
Galapagos ispinozlarına ilişkin araştırmaların
büyük bir bölümü laboratuvarda değil, kuşların doğal
yaşam ortamlarında yapıldı. Peter-Rosemary Grant
ve yardımcıları kuşları çeşitli iklim koşullarında
gözlediler ve sözde evrimin kuşlar üzerindeki etkilerini
tespit etmeye çalıştılar. Dikkat edin, bu çalışmalarda
görev alan bütün araştırmacılar hayatın ve canlıların,
evrimin bir sonucu olduğuna inanmış kişilerdi ve
sıkı sıkıya bağlı oldukları bu inancı gözlemleri
ile delillendirmek için yola çıkmışlardı.
Bu noktada Galapagos'taki iklim şartlarından kısaca
bahsetmek uygun olacaktır. Bu adalarda genellikle
Ocak'tan Mayıs'a kadar sıcak ve yağmurlu bir mevsim
yaşanır; diğer aylarda ise daha serin ve daha kuru
bir mevsim hüküm sürer. Bununla birlikte sıcak ve
yağmur mevsiminin başlangıcı ile toplam yağış miktarı
seneden seneye büyük farklılıklar gösterebilir.
Ayrıca bölgede 2 ile 11 yıl arasında düzensiz aralıklarda,
değişik şiddetlerde meydana gelen ve "El Niño" olarak
adlandırılan atmosferik olay da iklim dengelerini
değiştirir. El Niño döneminde Galapagos'a aşırı
derecede yağmur yağar; bunu takip eden seneler ise
çoğunlukla yağışsız ve kurak geçer.
Yağış miktarı, tohumlarla beslenen yer ispinozları
açısından hayati bir önem taşır. Bol yağış alan
senelerde, yer ispinozları gelişmek ve üremek için
gereksinim duydukları tohumları rahatlıkla temin
edebilirler. Ancak kurak yıllarda adadaki bitkilerin
ürettiği tohum miktarı sınırlı ve yetersiz kalabilir;
bunun sonucunda da bazı ispinozlar ölürler.
Grant ve çalışma arkadaşları 1976'da Daphne Major
Adası'nın normal, 1977'de ise bunun sadece beşte
biri oranında yağış aldığını ölçtüler. 1976'nın
ortasından Ocak 1978'de yağışlar tekrar başlayana
kadar geçen 18 aylık kurak dönemde, adadaki tohumların
büyük ölçüde azaldığını ve pek çok yer ispinozunun
ortadan kaybolduğunu fark ettiler. Öyle ki yer ispinozu
popülasyonu bir önceki senenin %15'i oranına düşmüştü.
Yok olan kuşların büyük bölümünün öldüğünü, az bir
kısmının ise göç ettiğini varsaydılar.
Grant ve ekibi önemli bir gözlem daha yaptılar.
Kuraklığın ardından hayatta kalan ispinozların normalden
biraz daha büyük vücutlara ve biraz daha geniş gagalara
sahip olduklarını kaydettiler. Adadaki yer ispinozlarının
1977'deki ortalama gaga derinliği 1976'daki ortalamaya
göre yaklaşık yarım milimetre, yani %5 daha büyüktü.
(Gaga derinliği, gaganın gövdeye birleştiği noktada
gaganın en üstü ile en altı arasındaki mesafedir.)
Adı geçen araştırmacılar buradan hareketle, doğal
seleksiyonun yalnızca küçük tohumlarla beslenen
ispinozları ayıkladığını; büyük ve sert tohumların
kabuklarını kırarak açabilen büyük gagalı ispinozların
ise hayatta kaldığını öne sürdüler.
Peter Grant,
Ekim 1991 tarihli Scientific American dergisindeki
makalesinde, söz konusu araştırmanın evrimin doğrudan
doğruya bir kanıtı olduğunu ilan etti. Grant'a göre,
orta yer ispinozunu büyük yer ispinozuna dönüştürmek
için 20 seleksiyon vakası yeterliydi; kuraklığın
on yılda bir gerçekleştiği varsayılırsa da, bu dönüşüm
200 yıl gibi çok kısa bir sürede meydana gelebilirdi.
Tahminine hata payını da ekleyerek bunun 2000 yıl
da sürebileceğini, ancak kuşların adalarda olduğu
süre göz önüne alınırsa bu rakamın bile çok kısa
olduğunu savundu. Doğal seleksiyonun orta yer ispinozunu
kaktüs yer ispinozuna dönüştürmek için ise, daha
uzun zamana ihtiyaç duyacağını öne sürdü.
Grant sonraki makalelerinde de iddialarını yineledi;
ispinozların, Darwinizm'i doğruladığına ve doğal
seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğinin bir kanıtı
olduğuna dair iddialarını ısrarla sürdürdü.
Bu açıklamalar,
evrimci çevrelerde bir kurtuluş olarak görüldü;
deney ve gözlemler karşısında daima başarısızlığa
uğrayan doğal seleksiyonla evrimleşme teorisinin
delili olarak sunuldu. Grant'lerin araştırmaları,
Jonathan Weiner'in İspinozun Gagası adlı Pulitzer
ödülü alan kitabının teması oldu. Weiner, 1994 baskılı
kitabında, gagadaki bu değişimi "Darwinci sürecin
gücünün şimdiye kadar en iyi ve en ayrıntılı kanıtı"
olarak tanıttı.
Yine Weiner'e göre, ispinozun gagası "evrimin bir
ikonu"ydu.
Bu kitap ile birlikte Peter ve Rosemary Grant, Darwinizm'in
birer kahramanı haline geldiler.
Profesör Grant ve ekibinin Galapagos Adaları'ndaki
çalışmalarına büyük emek verdikleri bir gerçektir.
Ne var ki saha çalışmalarındaki özen ve titizliği,
sonuçları değerlendirme aşamasında göstermemişlerdir.
Bulguları bilime göre değil de, evrimci önkabullere
göre yorumlamaya kalkıştıkları için de büyük hataya
düşmüşlerdir.
Şimdi Grant başta olmak üzere evrimcilerin konuya
ilişkin yanılgılarını ele alalım.
Gagadaki
Değişim Yanılgısı
Evrimci araştırmacıların
ispinoz gagalarındaki dalgalanmayı evrime
bağlamaları, bilimsel değil tamamen ideolojik
bir çabadır.
|
Daha önce de belirttiğimiz gibi, El Niño özellikle
Kuzey ve Güney Amerika'nın batı bölgelerinde her
birkaç yılda bir etkili olur ve bu dönemlerde Galapagos
Adaları'na büyük miktarda yağış düşer. Bu durum
adalardaki bitkilerin gelişimine ve bol tohum meydana
getirmesine yol açar. Böylece yer ispinozları ihtiyaç
duydukları tohumları kolaylıkla temin ederler. İspinozlar
böyle yağışlı dönemlerde sayıca çoğalırlar.
Grant ve çalışma arkadaşları 1982-1983'te buna
benzer bir duruma şahit olmuşlardır. Yağışlarla
birlikte tohumlar bollaşmış ve yer ispinozlarının
gaga büyüklüğü ortalaması 1977 kuraklığı öncesindeki
değere geri dönmüştür. Bu durum, gaga büyüklüğünün
düzenli bir artış göstereceği beklentisi içinde
olan evrimci araştırmacıları şaşırtmıştır.
Galapagos ispinozlarının gaga
büyüklüğü ortalamasındaki değişim şundan ibarettir:
Tohumların az olduğu kuraklık yıllarında, normalden
biraz daha büyük gaga ölçüsüne sahip kuşlar, daha
güçlü gagalarıyla kalan sert ve büyük tohumları
açabilmektedir. İspinoz popülasyonu içindeki küçük
gagalı ve güçsüz bireyler, çevre şartlarına uyum
sağlayamadığı için ölmekte; böylelikle gaga büyüklüğü
ortalaması artmaktadır. Küçük ve yumuşak tohumların
bol olduğu yağışlı dönemlerde ise bu durum tersine
dönmektedir; bu kez daha küçük gagalara sahip olan
yer ispinozları ortama daha iyi uyum sağlamakta
ve sayıca çoğalmaktadır; böylece gaga büyüklüğü
ortalaması normale geri dönmektedir. Nitekim Peter
Grant ve öğrencisi Lisle Gibbs, Nature dergisinde
1987 yılında yayımlanan makalelerinde bu durumu
itiraf etmişlerdir.
Kısacası, bulgular evrimsel değişim diye bir şeyin
olmadığını açıkça göstermektedir. Gaga büyüklüğü
ortalaması mevsimlere göre sabit bir değerin etrafında
bazen biraz artmakta, bazen de biraz azalmakta,
diğer bir deyişle dalgalanmaktadır. Sonuç olarak
ortada net bir değişim söz konusu değildir.
Bu gerçeği fark
eden Peter Grant, "doğal seleksiyona maruz kalan
popülasyonun (duvar saati sarkacı gibi) ileri ve
geri salınım yaptığını" ifade etmiştir.
Bazı evrimci araştırmacılar da doğal seleksiyonun
birbirine zıt iki yönde de hareket ettiğini dile
getirmektedirler.
Herkes bilir ki bir duvar saati sarkacı ne kadar
uzun süre salınım yaparsa yapsın, yine de net bir
ilerleme kaydedemez. Bu saatin sarkacını milyonlarca
sene mükemmel bir şekilde çalıştırsanız bile durum
değişmeyecektir.
South Carolina Üniversitesi'nden
Astronomi ve Fizik Profesörü Danny Faulkner, ispinoz
gagalarındaki dalgalanmanın evrimin bir delili olamayacağını
şöyle ifade eder:
"Eğer bir yönde mikro evrim varsaymışsanız ve daha
sonra durum tam tamına başladığı eski haline geri
dönerse, bu evrim değildir, olamaz."
İşte Galapagos ispinozları gaga ortalamasının besin
kaynaklarına göre azalması veya artmasının, bundan
hiçbir farkı yoktur. Evrimci araştırmacıların ispinoz
gagalarındaki dalgalanmadan yola çıkarak evrim teorisine
bir kanıt bulduklarını sanmaları tamamen ideolojiktir.
İspinozların
Evrimi Aldatmacası
Grant ve ekibinin Galapagos'ta
gözlemlediğini bir kez daha hatırlatalım: 1970'li
yıllardan 1990'lara kadar binlerce orta yer ispinozunun
(Geospiza fortis) incelenmesi sonucunda, gaga büyüklüğünde
net bir artış veya azalış eğilimi yoktur. Dahası,
hiçbir yeni tür veya özellik oluşmamış, belirli
bir yönde net bir değişim olmamıştır. İşte gözlemlenen
bundan ibarettir. Objektif bir bilim adamına düşen
görev, spekülasyon veya çarpıtma yapmadan bu gerçeği
aktarmaktır. Bir olguyu sadece evrime delil üretmek
uğruna abartmak veya gerçek anlamından saptırmak
kabul edilemez. Ne var ki Profesör Grant bulgularıyla
taban tabana zıt bir yorum yapmış; gözlemlemediği
bir olguyu, bir ispinoz türünün 200 ile 2000 sene
gibi kısa bir sürede başka bir türe dönüşebileceğini
iddia etmiş ve böylelikle çalışmasına büyük bir
gölge düşürmüştür. California Üniversitesi'nden
biyolog Dr. Jonathan Wells'in ifadesiyle bu, "delili
abartmaktır".
Wells, Darwinistlerin böyle yöntemlere sık sık
başvurduğunu belirtir ve örnek olarak Amerikan Ulusal
Bilimler Akademisi'nin yayımladığı bir kitapçıktaki
ifadelere yer vererek şu yorumu yapar:
"Ulusal Akademi tarafından yayımlanan
bir 1999 kitapçığı Darwin ispinozlarını, türlerin
kökeninin "özellikle ikna edici bir örneği" olarak
tanımlar. Kitapçık Grant'ler ve çalışma arkadaşlarının
şunu gösterdiğini açıklayarak devam eder: "Adalardaki
tek bir yıl kuraklık ispinozlarda evrimsel değişimleri
harekete geçirebilir. Eğer kuraklıklar adalarda
her on yılda bir meydana gelirse, yeni bir ispinoz
türü yaklaşık 200 yılda ortaya çıkabilir." İşte
bu kadar. Kuraklıktan sonra seleksiyonun tersine
döndüğünden, uzun dönemde hiçbir evrimsel değişim
meydana getirmediğinden bahsederek okuyucunun kafasını
karıştırmaktan ziyade, kitapçık bu gerçeği açıkça
atlıyor. 1998'de bir hisse senedinin değerinin %5
arttığı için hisse senedinin yirmi yılda iki katına
çıkabileceğini iddia eden, ancak 1999'da %5 değer
kaybettiğinden bahsetmeyen bir borsacı gibi, kitapçık
kanıtın çok önemli bir bölümünü gizleyerek halkı
aldatmaktadır."
Amerikan
Ulusal Bilimler Akademisi gibi saygın ve güvenilir
bilinen bir kurumun, ispinozlardan doğal seleksiyon
ve evrime delil çıkarma girişiminde kullandığı aldatmaca
hayret vericidir. Berkeley Üniversitesi Profesörü
Phillip Johnson, konuyla ilgili olarak Wall Street
Journal'daki makalesinde şunu dile getirmiştir:
"Önde gelen bilim adamlarımız bir borsacıyı hapishaneye
düşürecek tarzdaki bir tahrife başvurmak zorunda
kaldıklarında, onların zor durumda olduğunu anlarsınız."
Özetle "doğal seleksiyonla evrimin en etkileyici
örneklerinden biri" olduğu iddia edilen Galapagos
ispinozları hikayesi, açık bir aldatmacadır. Aynı
zamanda evrimcilerin her türlü bilim dışı yönteme
başvurduklarını gösteren yüzlerce örnekten biridir.
Her ne kadar Peter Grant ve ekibi evrime delil
bulmak için yola çıksalar da, araştırmalarının sonuçları
evrimin aleyhinde birçok delili ortaya çıkardı.
Evrimciler Darwin'den bu yana Galapagos ispinozlarının
"ayırıcı evrimin etkileyici bir kanıtı" olduğunu
iddia ediyordu. Fakat son araştırmalar bunun doğru
olmadığını; bu adalardaki ispinoz türlerinin birbirlerinden
ayrılmadıklarını, tam tersine kaynaşarak tek bir
tür olma eğilimi içinde olduklarını gösterdi.
Daphne Major
adasında üç tür ispinoz yaşamaktadır. Orta yer ispinozları
ve kaktüs ispinozları bu adanın daimi sakinleridir.
Üçüncü bir tür olan küçük yer ispinozu, bu adayı
zaman zaman ziyaret etmektedir. Grant ve arkadaşlarının
gözlemlerine göre, orta yer ispinozu diğer iki tür
ile bazen çiftleşmektedir; kaktüs ispinozları ve
küçük yer ispinozları ise birbirleriyle çiftleşmemektedir.
Burada dikkat çekici olan nokta şudur: Meydana gelen
melezlerin hayatta kalma oranı "safkan" ispinozlara
göre daha yüksektir ve melezler daha çok yavru yapmaktadır.
Profesör Grant, bu bulgular ışığında söz konusu
üç farklı ispinoz türünün zamanla kaynaşarak tek
bir türün oluşabileceğini açıklamış ;
bu sürecin yüz ile iki yüz yıl alabileceğini tahmin
etmiştir.
Bu durum, şüphesiz, Galapagos'ta yaşayan ispinozların
uyumsal açılım ve açılan evrimin ürünü olduğunu
öne süren Darwinizm ile çelişmektedir. Zira gözlemlenen,
ortak bir atadan farklı kuş türlerinin ortaya çıkması
değil, farklı kuş gruplarının birbirine benzer duruma
gelmesidir.
Daphne Major'da yaşanan bu durum
diğer adalar için de geçerlidir. Farklı türlere
mensup ispinozlar kimi zaman aralarında çiftleşmekte
ve melez yavrular dünyaya getirmektedirler.
Bu olgu, ilk bakışta önemsiz gibi görünebilir; ancak
Galapagos ispinozlarını 14 ayrı tür olarak sınıflandıran
evrimciler açısından büyük bir rahatsızlık unsurudur.
Galapagos Adaları'ndaki
farklı ispinoz gagaları bir varyasyon örneğidir
ve türlerin evrimi iddiasına bir delil oluşturmaz.
|
Aralarındaki benzerlik nedeniyle
Galapagos ispinozlarını ayırt etmenin zor olduğu
ve uzmanlık gerektirdiği, uzun süredir bilinmektedir.
Kuş bilimciler bunu yazdıkları kitaplarda sık sık
ifade etmişlerdir.
Dolayısıyla, bu ispinozların 14 ayrı tür olarak
gruplandırılması, bilim adamları arasında tartışma
konusu olmuştur.
Bu noktada tür tanımını bir kere
daha hatırlatmak yerinde olacaktır. Tür, doğada
yalnız kendi aralarında çiftleşebilen, yapısal ve
işlevsel özellikleri birbirine benzer bireylerden
oluşan bir popülasyon olarak tanımlanır. Yani bir
tür sadece kendi aralarında çiftleşen ve kendi popülasyonları
dışındaki diğer canlılarla başarılı biçimde çiftleşemeyen
bireylerden oluşur. Bu tanıma göre, Darwin ispinozlarını
14 ayrı tür olarak tanımlamak yanlış olacaktır;
zira bunların önemli bir bölümünün aralarında çiftleşebildiği
gözlemlenmiştir. Nitekim Profesör Grant, bunların
14 yerine 6 ayrı tür olarak kabul edilebileceğini;
hatta yeni araştırmaların bu sayıyı daha da düşürebileceğini
itiraf etmiştir.
Galapagos ispinozlarının genetik incelemesi,
Grant'in sözünü ettiği bu durumu şüpheye yer bırakmayacak
şekilde göstermiştir. İspinozlar üzerinde yapılan
çeşitli genetik araştırmalar, bu kuşların arasında
genetik farklılık olmadığını kanıtlamıştır.
Örneğin, 1999 yılında, Max Planck Enstitüsü ve Princeton
Üniversitesi araştırmacılarının ortak çalışmalarında,
Galapagos ispinozlarının geleneksel sınıflandırmasının
moleküler seviyede görülmediği açıklanmıştır.
Life Sciences Ansiklopedisi de aynı gerçeği şöyle
ifade etmiştir: "Darwin ispinoz türleri arasında
kesin bir genetik bariyer olduğuna dair hiçbir kanıt
yoktur."
Sonuç olarak, Galapagos ispinozları gerçekte tek
bir türün alt türleridir. Darwin'in Galapagos Adaları'nda
gördüğü ve "evrim" sandığı olgu, gerçekte "varyasyon"dur.
Söz konusu farklı görünümlere sahip ispinozlar,
tek bir türün içindeki çeşitlenmeler ya da diğer
bir deyişle varyasyonlardır. Yeni bir türün ortaya
çıkması söz konusu değildir.
Burada dikkat çekici olan bir
diğer nokta ise şudur: Evrimcilerin ispinozlar üzerinde
ısrarla durmaları sebepsiz değildir; çünkü ispinozlar,
kuş familyaları arasında en çok varyasyon gösteren
gruplardan biridir.
Bunun bir sonucu olarak da, varyasyondan evrime
delil çıkarma girişimlerinde yaygın olarak kullanılmıştır.
Galapagos ispinozlarında
görülen durumun tipik bir varyasyon vakası olduğunu
göstermek için şöyle bir örnek verebiliriz: 1967
yılında, Büyük Okyanus'taki Laysan Adası'ndan hepsi
aynı türe mensup 100 kadar ispinoz kuşu alınmış
ve yaklaşık 500 kilometre uzaklıktaki Southeast
Adası'na götürülmüştür. 20 yıl kadar sonra, 1980'li
yıllarda yapılan gözlemlerde ise, kuşların gaga
yapılarının ilk baştaki durumuna göre farklılık
gösterdiği görülmüştür.
Bu araştırma ispinozların geniş bir çeşitlenme gösterdiğinin
örneklerinden biridir. Not By Chance! kitabının
yazarı İsrailli biyofizikçi Dr. Lee Spetner de burada
görülen durumun evrim olmadığını, varyasyon potansiyelinin
ilk olarak taşınan 100 kuşta zaten var olduğunu
belirtmektedir.
Önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi, varyasyon
evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten
var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin
ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye
yeni bir özellik kazandırmaz. Bir türe ait varyasyonların
doğal seleksiyon tarafından seçilmesi de, evrimci
biyologların "mikro evrim" adını verdikleri olgudur
ve bir tür değişikliği sağlamadığı, yeni genetik
bilgi üretmediği için evrim teorisine hiç bir kanıt
sağlamaz. Galapagos ispinozları milyonlarca yıl
boyunca farklı eşleşmeler ile çiftleşseler ya da
değişik iklimsel ortamlara maruz kalsalar, belki
ortaya yeni varyasyonlar çıkabilecek, ancak ne olursa
olsun yine de ispinoz olarak kalacaklardır.
Kısacası, Darwin ve takipçilerinin 150 yıldır "evrim
delili" olarak gördüğü Galapagos ispinozlarındaki
varyasyonların, gerçekte evrim teorisine delil oluşturan
hiç bir yönü yoktur. Canlı türleri arasında aşılmaz
"genetik duvarlar" vardır ve ispinoz gagalarındaki
küçük dalgalanmalar, bu duvarların evrim ile aşılabileceğinin
hiçbir şekilde delili değildir. Evrimciler Galapagos
ispinozları hikayesinden medet ummak yerine, yepyeni
bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl
ortaya çıkabileceği sorusuna cevap vermelidirler.
Darwinizm'in işte bu soruya verecek akla ve bilime
uygun bir yanıtı yoktur; evrim teorisini savunanlar
da bu gerçeği aslında gayet iyi bilmektedirler.
Galapagos'un
Düşündürdükleri
Harvard Üniversitesi'nden
ünlü hayvan bilimci Louis Agassiz, 1872 yılında
Galapagos'u ziyaret etmiş ve adadaki canlılar arasında
yaşam mücadelesi diye bir şeyin söz konusu olmadığını,
tümünün lütuf sahibi bir Yaratıcının işlediği bir
hayat sürdürdüğünü ifade etmiştir.
Gerçekten de Galapagos'taki uysal canlılar, doğanın
bir "yaşam mücadelesi"nden ibaret olduğunu iddia
eden Darwinistleri yalanlamaktadır. Döneminin en
büyük biyologlarından biri olarak tanınan Profesör
Agassiz, ölene kadar evrimin geçersizliğini anlatmış;
hayatın gerçek kökeninin yaratılış olduğunu savunmuştur.
Evrime ilişkin önyargı ve önkabullerini bir kenara
bırakarak Galapagos'taki canlılara bakan herkes,
Agassiz'in gözlemlerine hemen katılacaktır. Düşünün
ki okyanusun ortasında, ana karadan bin kilometre
uzaktaki bu küçük kara parçasında dünyanın hiçbir
yerinde göremeyeceğiniz güzellikte, çeşitlilikte
ve zenginlikte bitkiler ve hayvanlar var. Yemyeşil
tropikal ağaç ve bitkiler, rengarenk ve göz alıcı
kuşlar, çeşit çeşit canlılar, kusursuz tasarımlara
ve eşsiz güzelliklere sahip canlılar...
Elbette,
normal bir anlayış ve bilgiye sahip olan her insan,
renkler, canlılık ve çeşitlilik karşısında büyük
hayranlık duyar ve dev okyanusun ortasındaki küçücük
bir kara parçası üzerinde muhteşem bir yaratılış
sergilendiği sonucuna ulaşır. Beklenen ve doğal
olan budur. Şaşırtıcı olan ise, bunları gören Darwin
ve takipçilerinin evrim gibi son derece akıl ve
bilim dışı bir çıkarım yapmalarıdır. (Kaldı ki bir
insanın tüm evrende var olan yaratılış delillerini
görebilmesi için Galapagos adalarına gitmesine veya
bu adaları konu alan bir doğa belgeseli seyretmesine
de gerek yoktur. İnsan kendi bedeninden, başını
hafifçe kaldırıp baktığı gökyüzüne kadar her yerde
Allah'ın varlığının, gücünün, aklının ve ilminin
sayısız delilini görebilir.)
Konumuz olan Galapagos ispinozlarına biraz daha
yakından bakalım. Kanat geometrileri, yoğun bitki
örtüsünde kısa uçuşlar, sıçrayışlar ve manevralar
yapmaya en uygun biçimde tasarlanmıştır. Gaga yapıları,
uçuş teknikleri, özel iskelet, solunum, sindirim
ve diğer sistemleri, tüylerinin kompleks ve aerodinamik
yapısı, yuva yapma teknikleri, duyu organları, avlanma
ve beslenme yöntemleri, davranış biçimleri, üreme
ve sosyal işlevler sırasında çıkardıkları sesler
ve melodiler üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir.
Galapagos ispinozlarının sahip olduğu bu özellikler
birer tasarım harikasıdır. İspinoz kuşunun tek bir
hücresinde, hatta tek bir protein molekülünde bile
Allah'ın varlığını kanıtlayan sayısız delil ve mucizevi
özellik vardır.
Şüphesiz
Allah tüm canlıları, sahip oldukları kusursuz
özelliklerle birlikte yaratmıştır. Galapagos ispinozları
da bu apaçık gerçeğin sayısız delillerinden biridir.
Darwinistler bilmelidirler ki Galapagos ispinozları
hikayesi ile sadece kendi kendilerini aldatmaktadırlar.
5. BÖLÜM:
SANAYİ DEVRİMİ KELEBEKLERİ YANILGISI
Bilindiği
gibi, Darwinizm'in temelini oluşturan ve evrimleşmeyi
sağladığı öne sürülen iki mekanizmadan biri doğal
seleksiyon kavramıdır. Doğal seleksiyonun sözde
evrimleştirici gücünün en önemli "delil"lerinden
biri ise, bir önceki bölümde incelediğimiz Galapagos
efsanesinin yanısıra, Sanayi Devrimi döneminde İngiltere'deki
Biston betularia türü kelebeklerin renklerinin koyulaşmasıdır.
Evrimin birinci dereceden delili kabul edilen bu
örnek, biyoloji ders kitaplarının ve evrimci kaynakların
hemen hemen tamamında yer alır; çoğu zaman evrim
teorisi denilince ilk akla gelen örnektir.
Sanayi Devrimi kelebekleri üzerine yaptığı
araştırmalarla ünlenen İngiliz böcek bilimci Bernard
Kettlewell, söz konusu örneği, "herhangi bir organizmada
şimdiye kadar somut olarak gözlemlenmiş en çarpıcı
evrimsel değişim" şeklinde tanımlar.
İngiliz genetik uzmanı Philip MacDonald Sheppard
ise, Sanayi Devrimi kelebekleri vakasının "şimdiye
kadar insanoğlu tarafından gözlemlenmiş ve kaydedilmiş
en göz alıcı evrimsel değişim" olduğunu belirtir.
Tanınmış popülasyon genetiği uzmanı Sewall Wright
da onun "dikkat çekici evrimsel bir sürecin gerçekten
gözlemlendiği en aşikar vaka" olduğunu öne sürer.
Evrim teorisinin ülkemizdeki önde
gelen savunucularından Prof. Dr. Ali Demirsoy ise,
bu örneğin doğal seleksiyonun "en çarpıcı örneği"
olduğunu savunur.
Profesör Demirsoy çeşitli kitaplarında yer verdiği
Sanayi Devrimi kelebekleri vakasını şöyle anlatır:
"Bu konudaki en ilginç örnek,
bir zamanlar İngiltere'de fabrika dumanlarının yoğun
olarak bulunduğu bir bölgede yaşayan kelebeklerde
(Biston betularia) meydana gelen evrimsel değişmedir.
Sanayi Devriminden önce hemen hemen beyaz renkli
olan bu kelebekler (o devirden kalma kolleksiyonlardan
anlaşıldığı kadarıyla), ağaçların gövdelerine yapışmış
beyaz likenler üzerinde yaşıyorlardı. Böylece avcıları
tarafından görülmekten kurtulmuş oluyorlardı. Sanayi
Devrimiyle birlikte, fabrika bacalarından çıkan
siyah renkli kurum vs. bu likenleri koyulaştırınca,
açık renkli kelebekler çok belirgin olarak görülür
duruma geçmiştir. Bunların üzerinde beslenen avcılar,
özellikle kuşlar, bunları kolayca avlamaya başlamıştır.
Buna karşın Sanayi Devriminden önce de bu türün
popülasyonunda çok az sayıda bulunan koyu renkli
bireyler bu renk uyumundan büyük yarar sağlamıştır.
Bir zaman sonra popülasyonun büyük bir kısmı koyu
renkli kelebeklerden oluşmuştur."
Öncelikle "doğal seleksiyonun
klasik bir örneği ve evrimsel biyolojinin muhtemelen
en meşhur hikayesi"
ile ilgili evrimci iddiaları ele alalım.
Hikayenin Ortaya Çıkışı
18-19. yüzyıllarda
İngiltere'de, fabrikaların kurulması ve
sanayi tesislerinin çoğalmasıyla, daha önce
yaşanmamış bir sorun olan hava kirliliği
ortaya çıktı. Aynı zamanda sanayileşmenin
olduğu şehirlerin çevresindeki ortamlarda
yaşayan bazı bitki ve hayvanların renklerinde
farklılıklar kaydedildi.
|
18-19. yüzyıllarda İngiltere'de başlayan Sanayi
Devrimi, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından
biri oldu. Fabrikaların kurulması ve sanayi tesislerinin
çoğalmasıyla, daha önce yaşanmamış bir sorun olan
hava kirliliği ortaya çıktı. Manchester, Birmingham
ve Liverpool gibi İngiltere'nin başlıca endüstriyel
merkezlerinde yoğun bir kirlilik gözlendi. Aynı
zamanda bu şehirlerin çevresindeki ortamlarda yaşayan
bazı bitki ve hayvanların renklerinde farklılıklar
kaydedildi.
Lepidoptera (Kelebekler) takımının
Geometridae (Mühendis kelebekleri) ailesine mensup
Biston betularia türü kelebeklerdeki renk değişikliği
de dikkat çekiciydi. Sanayi Devrimi öncesinde bu
tür, büyük bir çoğunlukla üzerinde siyah noktalar
olan açık gri renkli bireylerden oluşuyordu. (Bu
nedenle "karabiberli kelebek" olarak da adlandırılır.)
1850'li yıllarda söz konusu türün koyu renkli bireyleri
azınlıktaydı.
Kimi araştırmacılara göre ilk koyu
renkli form 1811'de, kimilerine göre ise 1848'de
Manchester civarında yakalanmıştı.
Bu türün açık renkli bireyleri "tipik", koyu renklileriyse
"melanik" şeklinde adlandırıldı. Daha sonraki yıllardaki
gözlemler ise, popülasyon içinde koyu renkli formların
çoğunluğu oluşturduğunu ortaya koydu. Öyle ki yüz
yıl sonra, 1950'lerde bu bölgedeki kelebeklerin
%90'ı melanik yani koyu renkliydi. (Çevre kirliliğini
önleyici yasaların yürürlüğe girmesinin ve kirliliğin
azalmasının ardından bu durum tersine döndü. Açık
renkli bireyler, Sanayi Devrimi öncesinde olduğu
gibi, popülasyonun çoğunluğunu teşkil etmeye başladı.)
Açık renkli bireylerden
meydana gelen bir canlı popülasyonunun zaman içinde
koyu renkli bir hale dönüşmesi olgusu, endüstri
melanizmi olarak bilinir. Çoğu gececi kelebeklerde
olmak üzere yaklaşık 100 endüstri melanizmi örneği
bilimsel literatürde yer alır.
Kelebeklerin koyu renkli bir görünüm almalarına
yol açan da melanin adlı bir proteindir. Aynı türe
mensup iki kelebekten koyu renkli olan açık renkli
olana kıyasla daha çok melanin üretir.
Şunu da belirtmek gerekir ki kelebeklerdeki melanizme
dair özellikle 19. yüzyıldan kalma istatistik veriler,
yetersiz ve bugünün bilimsel standartlarına göre
kusurludur. Bu konuda uzun yıllar araştırma yapan
iki bilim adamı, William and Mary Üniversitesi'nden
Bruce Grant ve Liverpool Üniversitesi'nden Sir Cyril
Clarke söz konusu gerçeği şöyle ifade ederler:
Doğal seleksiyon doğada
var olmayan bir canlı türünü ortaya çıkaramaz,
sadece canlı türlerindeki sakat ya da zayıf
olan bireylerin ayıklanmasını sağlar. Sanayi
Devrimi kelebeklerinin durumu bu konuda
iyi bir örnektir. 20. yüzyılın son çeyreğine
kadar olan araştırmalara göre değerlendirirsek,
Sanayi Devrimi ile birlikte ağaçların renkleri
koyulaşmıştır. Dolayısıyla bu ağaçlarda
yaşayan kelebeklerden açık renkli olanlar
kuşlar için daha kolay görünür hale gelmiş
ve kolayca avlandıkları için sayıları azalmıştır.
Koyu renkliler ise sayıca artış göstermişlerdir.
Elbette ki bu bir evrim değildir. Yeni bir
tür oluşmamış, sadece kelebeklerin nüfus
oranı değişmiştir.
|
"19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın
ilk döneminde, birkaç kişi melanik oranların sayısal
kayıtlarını tuttu; bu yüzden melanizmin artışı ve
yayılışına ilişkin tablomuz üstünkörüdür."
Kelebeklerdeki renk değişimini
ilk olarak İngiliz Biyolog James William Tutt, 19.
yüzyılın sonunda, İngiliz Kelebekleri adlı kitabında
inceledi.
Tutt'a göre, temiz ormanlık alanlardaki ağaçların
gövdelerini örten açık renkli likenler üzerine konan
tipik kelebekler daha az fark ediliyor; dolayısıyla
kuşlar tarafından avlanmaktan kurtulmuş oluyorlardı.
(Likenler, alg ve mantarlardan oluşan simbiyotik
bitki topluluğudur.) Sanayi Devriminin ardından
(kurum ve asit yağmurunun neden olduğu) kirlilikle
beraber likenler ölmüş ve yerlerini renkleri koyulaşmış
ağaç gövdelerine bırakmışlardı; böylece melanik
formlar daha iyi kamufle olmuşlardı.
Tutt, kelebeklerle
beslenen kuşların daha belirgin, daha görülür bir
hal alan açık renkli kelebekleri kolaylıkla avladıklarını;
melanik formların ise sayıca çoğaldığını ileri sürdü.
Diğer bir deyişle, "ortam şartları ve kuşlardan
kaynaklanan doğal seleksiyonun neden olduğu evrimleşme"
ile söz konusu olayı açıklamaya çalıştı.
J.W. Tutt'un iddiası ilk bakışta
akla yatkın görünse de o yıllarda genel bir kabul
görmemişti. Bunun nedeni, geceleri uçan gündüzleri
ise ağaçlarda dinlenen bu kelebeklerin özellikle
kuşlar tarafından avlandığına dair kesin bir kanıt
olmamasıydı. Bu durum, böcek bilimci ve kuş bilimcilerin
bahsi geçen teoriye şüpheyle bakmalarına yol açmıştı.
1920'li yıllarda,
İngiliz Biyolog J.W. Heslop Harrison farklı bir
teori geliştirdi. Bu teoriye göre hayvanlardaki
melanizm, doğrudan doğruya havadaki kimyasal maddelerden
kaynaklanıyordu. Harrison metalik tuz içeren yapraklarla
beslediği çeşitli kelebek larvalarından melanik
formlar ürettiğini açıkladı.
Harrison'un iddiası, Darwinizm'e karşı bir "meydan
okuma" olarak değerlendirildi;
ancak 1940'larda neo-Darwinizm'in doğuşuyla birlikte
gözden düştü ve kelebeklerdeki melanizmin doğal
seleksiyonun sonucu olduğu fikri geçerlilik kazandı.
Adı Sanayi Devrimi kelebekleri ile birlikte anılan
araştırmacı ise, 1950'li yıllardaki çalışmalarıyla
İngiliz böcek bilimci Bernard Kettlewell oldu. Oxford
Üniversitesi'nden Kettlewell tarafından gerçekleştirilen
bazı deneyler ve saha araştırmaları konuyu bilim
dünyasının gündemine taşıdı. Tahmin edilebileceği
gibi, Kettlewell evrimci bir araştırmacıydı ve evrime
bir delil bulmak amacıyla yola çıkmıştı.
Prof. Kettlewell ilk deneyini
bir kuşhanede yaptı. Kuşhaneye saldığı "karabiberli
kelebekler"in öncelikle bir yere konduklarını, daha
sonra ise kuşlar tarafından avlandıklarını dürbünle
gözledi. Bu suretle kuşların dinlenme halindeki
kelebekleri yakalayarak yediklerini tespit etti.
İkinci deneyinde, Kettlewell,
açık ve koyu renkli yüzlerce kelebeği işaretledi
ve hava kirliliğinden etkilenmiş ormanlık bir arazide
gündüz vaktinde salıverdi. Kelebeklerin ağaçların
gövdelerine konuşlandıklarını, kuşların daha belirgin
olan kelebekleri daha kolay avladıklarını belirledi.
Aynı gece kurduğu tuzaklar kanalıyla serbest bıraktığı
447 melanik kelebekten 123'ünü, 137 açık renkli
kelebekten ise 18'ini tekrar yakaladı. Yani, oran
bakımından koyu renklilerin %27.5'ini, açık renklilerin
ise %13'ünü ele geçirdi. Böylece Kettlewell, evrim
teorisinin öngördüğü tezi, endüstri melanizminin
ve kuşların kelebeklerde doğal seleksiyona neden
olduğu tezini kanıtladığı sonucuna vardı.
Kettlewell aynı deneyi, hava kirliliğinden
etkilenmemiş bir ormanda da gerçekleştirdi. Hayvan
davranışları alanındaki çalışmalarıyla tanınan Niko
Tinbergen de ona eşlik etti ve ağaçlardaki kelebekleri
avlayan kuşların filmlerini çekti. Bu sefer, açık
renkli likenlerle kaplı ağaç gövdeleri üzerindeki
koyu renkli melanik kelebekler daha kolay fark ediliyordu.
Kirliliğin yoğun olduğu ormanda yaptığı deneyin
tam tersi sonuçlarla karşılaştı. Açık renklilerin
%12.5'ini, koyu renklilerinse %6.3'ünü tekrar yakaladı.
Bernard Kettlewell tüm bu verilerin tezini delillendirmeye
yeterli olduğunu düşündü ve çalışmalarının sonuçlarını
heyecanla ilan etti.
Evrimci çevreler Kettlewell'in
çalışmasına sahip çıkmakta gecikmediler. Scientific
American dergisi söz konusu araştırmayı "Darwin'in
Kayıp Delili" başlıklı bir makaleyle duyurdu.
Konuya öylesine bir önem atfedildi ki kısa sürede
evrimci literatürün temel örneklerinden biri haline
geldi.
Sanayi
Devrimi kelebekleri, aradan yarım yüzyıla yakın
bir zaman geçmesine rağmen, halen Darwinizm'in bir
numaralı kanıtı olarak tanıtılmaktadır. Kettlewell'in
ardından birçok evrimci araştırmacı da deneyleri
yinelemiştir. ( Örneğin, 1966'da Clarke ve Sheppard,
1972'de Bishop,
1975'de Lees ve Creed,
1975'de Bishop ve Cook,
1977'de Steward,
1980'de Murray ve ekibi )
Oysa tüm bu hikaye geçersizdir. Aşağıdaki satırlarda
söz konusu araştırmalardaki yanlışlıklarla birlikte,
Sanayi Devrimi Kelebekleri hikayesinin neden evrim
teorisine hiç bir şey kazandırmadığı gözler önüne
serilecektir.
Sonraki
Araştırmalar Kettlewell'in Tezini Doğrulamıyor
İngiltere ve Amerika'daki
yoğun araştırmalara göre, melanik formlu
(koyu renkli) kelebeklerin kirli ve temiz
bölgelere göre dağılımı beklenenden çok
farklıdır. Böylece Kettlewell'in araştırmalarının
doğruları yansıtmadığı ortaya çıktı.
|
Profesör Kettlewell çalışmalarını
Birmingham ve Dorset çevresinde gerçekleştirmişti.
Çeşitli bilim adamları, sonraki yıllarda, İngiltere'nin
farklı bölgelerinde benzer araştırmalar yaptılar.
Bunlardan elde edilen bazı sonuçlar araştırmacıları
şaşırttı. Çünkü umulanın aksine veriler de toplanmıştı.
Örneğin, yoğun kirliliğin hakim olduğu Manchester
yakınlarında açık renkli kelebeklerin tamamen yok
olmaları bekleniyordu, ama böyle olmadı.
Bu durum, Kettlewell'in tezinin dışında, kelebeklerde
melanizme yol açan başka faktörlerin de olduğunun
bir işaretiydi.
Başka bölgelerde yapılan incelemeler
de Kettlewell'in açıklamalarıyla uyuşmuyordu. Liverpool
Üniversitesi'nden Biyolog Jim Bishop, Galler'in
kırsal ve temiz bölgelerinde koyu renkli kelebeklerin
oranının beklenenden çok olduğunu fark etti; buna
dayanarak "henüz bilinmeyen faktörler"in rol oynadığını
açıkladı.
Kettlewell ile de çalışmalar yapmış iki araştırmacı,
David Lees ve Robert Creed ise kirliliğin çok az
olduğu İngiltere'nin doğusundaki kırsal kesimlerde,
koyu renklilerin oranının %80 olduğunu ortaya çıkardılar.
Adı geçen iki bilim adamı Kettlewell'in araştırmalarının
güvenirliğinin zayıf olduğunu şöyle ifade ettiler:
"Bundan dolayı ya avlanma deneyleri
ve insanların görsel çıkarım testlerinin yanıltıcı
olduğunun, ya da seçici avlanmaya ilaveten bazı
faktör veya faktörlerin yüksek melanik (koyu renkli)
oranların korunmasından sorumlu olduğu sonucuna
varıyoruz."
Kelebeklerdeki
melanizm üzerine araştırmalar yapan hayvan bilimci
R.C. Steward, Güney Galler'de koyu renklilerin daha
iyi kamufle olmalarına rağmen, popülasyonun sadece
%20'sini oluşturduklarını buldu.
Steward, İngiltere'nin 165 ayrı bölgesinden veriler
topladı; 52. enlemin kuzeyinde sülfür dioksit (kirliliğe
yol açan bir kimyasal madde) ile melanizm arasında
bağlantı olduğu, fakat 52. enlemin güneyinde kirlilik
dışındaki bazı faktörlerin etkili olabileceği sonucuna
ulaştı. Kettlewell'in yaptığı hatayı ise şöyle açıkladı:
"Bir bölgeden alınan sonuçları İngiltere'nin tamamındaki
coğrafi varyasyonu açıklamak için genellemek mümkün
olmayabilir."
Araştırmalar sürdürüldükçe Kettlewell'in
teorisine zıt veriler de birikmeye başladı. Kuşların
kelebekleri avlayarak doğal seleksiyona neden oldukları
yanlış bir çıkarımdan ibaretti. Kettlewell'in çalışma
arkadaşlarından R.J. Berry'nin de ifade ettiği gibi,
"açıktır ki melanik 'karabiberli kelebek' oranları,
kuşların (renk farklarına dayalı) görsel avlanmalarından
çok daha farklı unsurlar tarafından belirlenmektedir".
Son olarak, 1998 yılında, William
and Mary Üniversitesi Biyoloji Profesörü Bruce Grant
ve çalışma arkadaşları kelebeklerdeki melanizmin
gerçek nedenini bulmak için yaptıkları araştırmaların
sonuçlarını açıkladılar. Buna göre, melanizm öncelikle
atmosferdeki sülfür dioksit oranına bağlı olarak
artıyor veya azalıyordu.
Kısacası, son 20-30 yıl için-de yapılan bilimsel
çalışmalar Kettlewell'in tezini doğrulamadı. Dahası,
Kettlewell'in hikayesinde çok büyük yanılgılar -ve
yanıltmalar- bulunduğu giderek daha fazla ortaya
çıktı.
Likenlerin
Melanizmde Rolü Olduğu Yanılgısı
Hatırlanacağı gibi, Kettlewell şunu iddia ediyordu:
"Likenlerin renklerinin koyulaşması veya ölmesi
doğal seleksiyon sürecinin önemli bir parçasıdır."
Peki, bu iddiadaki doğruluk payı neydi?
20. yüzyılın son çeyreğindeki araştırmalar
söz konusu öngörünün de gerçeği yansıtmadığını gün
ışığına çıkardı. David Lees ve arkadaşları, İngiltere'nin
104 ayrı noktasında yaptıkları gözlemlerle, melanizm
ile ağaçlardaki liken örtü arasında bir bağlantı
olmadığını açıkça ortaya koydular; bunu da "şaşırtıcı"
olarak yorumladılar.
Aynı dönemde Amerikalı biyologların yaptıkları araştırmalar
da bu gerçeği teyid etti.
Dahası, Kettlewell de 1970'lerde kirliliğin ortadan
kalkmasıyla likenlerin geri gelmelerinden daha önce,
kelebeklerde melanizmin düşüşe geçtiğini kabul etti.
Eğer Kettlewell ve evrimcilerin iddiaları
doğru olsaydı; hava kirliliğinin ortadan kalkmasıyla
önce likenler ağaçların üzerindeki yerlerini alacaklar,
sonra da açık renkli kelebekler tekrar çoğunluk
olacaklardı. Diğer bir deyişle, kelebeklerin dinlenecekleri
ve gizlenecekleri yerlerin öncelikle oluşması zorunluydu.
Ancak durumun böyle olmadığı kesinlikle kanıtlandı.
Örneğin, Prof. Bruce Grant ve arkadaşları, liken
örtünün seyrek olduğu belirli bir bölgede açık renkli
kelebeklerin oranının %93'ü aştığını gösterdiler
ve şu önemli yorumu yaptılar: "Karabiberli kelebeklerdeki
melanizmin evrimine dair kayıtlarda likenlerin rolü
uygunsuz bir şekilde vurgulanmıştır."
Massachusetts Üniversitesi'nden Theodore Sargent
ve arkadaşları ise, Kuzey Amerika'daki melanik kelebek
oranının son zamanlarda düştüğünü ve bunun "klasik
hikaye" göz önünde tutulursa "akıl karıştırıcı"
olduğunu söylediler.
Kısacası, likenlerin var veya yok olmalarının kelebekler
üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Kettlewell'in likenlerin
sözde evrim sürecinin bir parçası olduğunu sanması,
aslında (aşağıda anlatılan) başka bir yanılgısının
eseriydi.
Sanayi
Devrimi Kelebeklerinin Gerçek Dinlenme Yerleri
Araştırmalarda kullanılan Biston betularia türü
kelebeklerin konumuzu yakından ilgilendiren önemli
bir özelliği vardır. Bu tür kelebekler gececi böceklerdir;
karanlık saatlerde faaldirler, gündüz vakitlerinde
ise dinlenirler. Diğer bir ifadeyle gece karanlığında
uçar, güneş doğmadan önce, yani kuşlar avlanmaya
başlamadan önce dinlenme yerlerine konar ve gün
boyunca buralarda hareketsiz kalırlar.
Kettlewell'in deneylerinde, söz
konusu kelebekler sabah saatlerinde yani gün ışığında
salınmış ve gün boyunca gözlenmişti. Gece vaktinde
ise tekrar yakalanmıştı. Dikkat edin, araştırmalar
kelebeklerin yaşam koşullarına uygun olmayan vakitlerde
yapılmıştı. Aslında Kettlewell de bunun farkındaydı,
ancak bu durumu göz ardı etmenin deney sonuçlarını
etkilemeyeceğini savundu.
Oysa Kettlewell'in varsayımı ihmal edilemeyecek
kadar büyük bir hatadır. Gün ışığı kelebeklerin
yanılmalarına ve yollarını şaşırmalarına, böylece
kuşlar için kolay hedef olacakları ağaç gövdelerine
konmalarına neden olmuştur. Gerçekte ise, söz konusu
türe mensup kelebeklerin dinlenme vakitlerini geçirdikleri
yerler ağaç gövdeleri değildir. Bu hayvanların gündüzleri
ağaç gövdelerinde uyuduklarına ilişkin kanı, yirmi
yıl öncesine kadar süregelen bir yanılgıdır.
Bu gerçeği ilk defa Helsinki Üniversitesi'nden
Kauri Mikkola'nın, 1980'li yılların başında, kafes
içinde yaşayan Biston betularia kelebekleri üzerindeki
araştırmaları ortaya çıkardı. Hayvan bilimci Mikkola
söz konusu kelebeklerin nadir olarak ağaç gövdelerinde
konakladıklarını, normal olarak yüksekteki yatay
dalların altında dinlendiklerini gözlemledi.
Çok kısık bir ışıkta serbest bırakılan gececi kelebekler
olabildiğince çabuk ve düzensiz bir şekilde dinlenme
yerlerini seçiyorlardı. Kısacası Kettlewell, Biston
betularia'nın ağaç gövdelerinde dinlendiğini (veya
uyuduğunu) varsayarken büyük bir hata yapıyordu.
Bu kelebeklerin doğal ortamlarındaki davranışları
inceleyen araştırmacılar da Mikkola'nın bulgularını
teyid ettiler. Sir Cyril Clarke ve arkadaşları 25
yıllık çalışmalarında, sadece bir kez bu türden
bir kelebeği ağaç gövdesinde gördüklerini açıkladılar.
Bu alandaki çalışmalarıyla tanınan iki araştırmacı,
Cambridge Üniversitesi'nden Rory Howlett ve Michael
Majerus da benzer sonuçlar elde ettiklerini şöyle
belirttiler: "Çoğu Biston betularia'nın gizlendikleri
yerlerde dinlendikleri kesin görünmektedir... (ve)
ağaç gövdelerinin korunmasız alanları Biston betularia'nın
hiçbir formu için önemli bir dinlenme yeri değildir."
Cambridge Üniversitesi Genetik Bölümü'nden Dr. Majerus,
çalışmalarını Melanizm: Faaliyet Halindeki Evrim
adlı kitapta topladı; bu konudaki 40 yılı aşkın
çok yoğun araştırmaya rağmen doğal hayatta, ağaç
gövdesinde sadece iki Biston betularia kelebeğine
rastlandığına dikkat çekti ve Kettlewell'in tezi
için en ciddi sorunun bu olduğunu ifade etti.
Chicago Üniversitesi'nden Prof. Jerry Coyne, ki
kendisi de bir evrimcidir, bu durumun tek başına
Kettlewell'in deneylerini geçersiz kıldığını itiraf
etti.
İngiliz biyologlar Tony Liebert
ve Paul Brakefield, bu gerçeği doğrulayan diğer
araştırmacılardır. Adı geçen bilim adamları 1987
yılında, bu tür kelebeklerin dinlenme vakitlerini
ağırlıklı olarak dar dalların altında veya yanlarında
geçirdiklerini kanıtladılar.
Bu noktada üzerinde durulması gereken apaçık bir
gerçek vardır: Kettlewell'in deneylerinde, doğal
seleksiyonu kanıtlamak için doğal olmayan yöntemlere
başvurulmuştur. Sözkonusu türe ait kelebekler ağaçların
gövdelerinde değil, yatay dalların altında uyumaktadırlar;
bu suretle kuşlar ve diğer avcı hayvanlardan saklanmaktadırlar.
Yapılan deneylerde bu kadar açık bir gerçeğin göz
ardı edilmesinin tek nedeni, Darwinist dogmatizmdir.
Evrimciler Darwinizm'e delil bulmak için her türlü
çarpıtmayı meşru görmektedirler. Buna karşın bilim
her defasında evrimcilerin hayallerini alt üst etmektedir.
Fotoğraflardaki
Aldatmaca
Son yirmi senedir
Sanayi Devrimi kelebeklerinin ağaç gövdelerinde
dinlenmedikleri bilinmektedir. Buna karşın
yandaki gibi düzmece ve sahte fotoğraflar,
evrim teorisine delil üretmek adına, ders
kitapları ve evrimci yayınlarda halen kullanılmakta;
böylece Darwinizm'in sahtekarlıklar ve skandallarla
dolu tarihinde özel bir yeri hak etmektedir.
|
Sanayi Devrimi kelebekleri denilince, ağaç gövdelerine
konmuş kelebek resimleri göz önüne gelir. Evrimin
anlatıldığı kitaplarda, açık ve koyu renkli kelebeklerin
farklı ağaç gövdeleri üzerindeki fotoğraflarına
yer verilir. Bu durumda şöyle bir soru sormak yerinde
olacaktır: "Karabiberli kelebekler" yatay dalların
altında gizlendiklerine göre, dikey ağaç gövdeleri
üzerinde duran kelebek resimleri nereden çıkmaktadır?
Söz konusu fotoğraflar, geçtiğimiz yarım yüzyıl
içinde kelebekler üzerine deneyler yapan çeşitli
araştırmacılara aittir. Bu görüntüler iki farklı
yöntemden birisi kullanılarak tespit edilmiştir.
Daha doğrusu, fotoğraflar bazı hileler yapılarak
çekilmiştir.
Bunlardan birincisi,
ölü kelebeklerin ağaç gövdelerine iğne veya zamk
ile tutturulmalarıdır.
( Kettlewell'den sonraki birçok
araştırmada bu yöntem tercih edilmiştir. )
Ağaçlara iğnelenmiş veya yapıştırılmış ölü kelebeklerin
fotoğrafları çekilmiş ve hiçbir açıklama yapılmadan,
sanki bu canlılar doğal ortamlarında duruyorlarmış
gibi kitaplarda kullanılmıştır. Belgesel film veya
televizyon programları için de bu yönteme başvurulmuştur.
İkinci ve diğer teknikte ise,
canlı Biston betularia türü kelebeklerin gündüz
vakitlerinde hareket kabiliyetlerinin sınırlı olmasından
istifade edilmiştir. Oldukça uyuşuk durumdaki hayvanlar
el yardımı ile ağaçlara yerleştirilmiş; hareketsiz
durduklarından dolayı rahatlıkla fotoğrafları çekilmiştir.
Massachusetts Üniversitesi'nden Biyolog Theodore
Sargent'in belirttiği gibi, bu şekilde elde edilmiş
ve ders kitaplarında kullanılmış pek çok fotoğraf
vardır.
California Üniversitesi Moleküler
Hücre Biyolojisi Bölümü'nden Dr. Jonathan Wells'in
ifadesiyle bu uygulama, "bilim değil, ancak efsane
üretimidir".
Elbette, yapılanlar mazur görülemez. Son yirmi
senedir bu kelebeklerin ağaç gövdelerinde dinlenmedikleri
bilinmektedir. Yani söz konusu resimler gerçeği
yansıtmamaktadır. Buna karşın bu düzmece ve sahte
fotoğraflar, evrim teorisine delil üretmek adına,
ders kitapları ve evrimci yayınlarda halen kullanılmakta;
böylece Darwinizm'in sahtekarlıklar ve skandallarla
dolu tarihinde özel bir yeri hak etmektedir.
Evrimci
Bir Bilim Adamının İtirafları
Buraya kadar Darwinistlerin bel bağladığı Kettlewell'in
deneylerindeki bazı önemli hata ve yanılgıları inceledik:
İngiltere ve Amerika'daki yoğun araştırmalara göre,
melanik formlu kelebeklerin kirli ve temiz bölgelere
göre dağılımı beklenenden çok farklıdır; öngörülenin
aksine, likenler ile melanizm arasında bir ilişki
yoktur; Biston betularia'nın dinlenme yeri ağaç
gövdeleri değildir. Deneyleri geçersiz kılan diğer
bir unsur da, bu tür kelebeklerin gececi hayvanlar
olduklarının dikkate alınmamasıdır. Kaldı ki yanlışlıklar
bunlarla da sınırlı değildir.
Söz konusu hatalar, son yıllarda,
çeşitli araştırmacılar tarafından hazırlanan bilimsel
makale ve kitaplarda gündeme getirilmiştir. 1998'de
yayımlanan Michael Majerus'un Melanizm: Faaliyet
Halindeki Evrim adlı kitabı bunlardan biridir. Chicago
Üniversitesi Ekoloji ve Evrim Bölümü Profesörü Jerry
Coyne, 5 Kasım 1998 tarihli Nature dergisindeki
yazısında, adı geçen kitabın tanıtımını yapmış ve
kitabın önemine şöyle dikkat çekmiştir:
"Zaman zaman, evrimciler klasik bir deneysel çalışmayı
tekrar inceler ve korktukları başlarına gelerek,
bunun hatalı veya tamamen yanlış olduğunu bulurlar...
Bununla beraber şimdiye kadar örnekler ahırımızdaki
ödüllü at, öğretmenler ve ders kitaplarının çoğu
tarafından doğal seleksiyon ve evrimin bir insan
ömrü içinde gerçekleşen modeli olarak sunulan 'karabiberli
kelebek', Biston betularia'daki 'endüstri melanizmi'nin
evrimi olmuştur. Bu hikayenin yeni incelemesi, Michael
Majerus'un kitabı Melanizm: Faaliyet Halindeki Evrim'in
ana konusudur. Üzücü olarak, Majerus bu klasik örneğin
kötü durumda... ve ciddi ilgiye muhtaç olduğunu
gösteriyor."
Profesör Coyne, yazısında yukarıda
sayılanlara ek olarak daha başka ciddi hataların
da varlığını belirtmiş ve gerçeği öğrenmesinin ardından
hissettiklerini şöyle tasvir etmiştir:
"Son olarak, Kettlewell'in davranışla ilgili deneylerinin
neticeleri sonraki çalışmalarda yinelenmedi: kelebekler
(kendi renkleriyle) eşleşen zeminleri seçmeye eğilimli
değildir. Majerus bu çalışmada başka birçok kusur
bulur, fakat bunlar burada sıralanamayacak kadar
çok sayıdadır. Kettlewell'in belgelerini ilk defa
okuduğum zaman ek problemler ortaya çıkardım, standart
Biston (betularia) hikayesini yıllarca öğretmiş
olmaktan dolayı utanç duydum... Kişisel tepkim,
altı yaşındayken Noel'de hediyeleri getirenin Noel
baba değil de babam olduğunu keşfimle birlikteki
hayal kırıklığına benziyor."
Ağırlıklı olarak genetik alanında çalışmalarını
sürdüren evrimci Profesör Coyne'nin açık sözlülüğü
ve samimiyeti ilgi çekicidir. Gerçekler ve şoklardan
kaçmadan yaşadıklarını dile getirmiştir. Şüphesiz
bilimsel düşünceyi kendine rehber aldığını söyleyen
bir evrimciye düşen görev, Coyne'nin duyduğu "utanç"
ve "hayal kırıklığı"ndan pay çıkarmak, içi boş Darwinist
tezleri objektif ve samimiyetle değerlendirmek ve
bir an önce evrimci dogmadan kurtulmaktır.
Kettlewell'in
Hikayesi Bilimsel Literatürden Çıkarılmalıdır
Bernard Kettlewell, hatalarının
yanı sıra çok önemli bir faktörü de görmezden gelmişti.
Çevre kirliliğinin ardından melanik formları yaygınlaşan
canlı türü sadece Biston betularia kelebeği değildi;
başka böceklerin koyu renkli bireylerinde de artış
gözlenmişti. Çeşitli canlılarda yaklaşık 100 melanizm
vakası tespit edilmişti.
Örneğin, "iki noktalı uğurböceği" türünün (Adalia
bipunctata) koyu renkli formları çoğalmış, açık
renklileri ise azalmıştı.
Yaklaşık 3.5-5.5 mm. boyundaki iki noktalı
uğurböceklerinin renkleri varyasyon gösterir.
Kuşlar tatlarını kötü buldukları için bu böcekleri
avlamazlar. Yani koyu renkli uğurböceklerinin daha
iyi gizlenerek, kuşlar tarafından yenmekten kurtulmaları
gibi bir durum söz konusu değildir. Melanik uğurböcekleri
güneş enerjisini ve çevre ısısını daha iyi emdikleri
için dumanlı ortamlara daha iyi uyum sağlarlar.
Bu olay "termal melanizm" olarak bilinir.
Her canlı içinde yaşadığı çevrenin koşullarında
varlığını sürdürecek sistem ve şekillere sahip olarak
yaratılmıştır. Örnek olarak iki noktalı uğurböceği
türünün, düşük sıcaklıklarda renklerinde açılma,
yüksek sıcaklıklarda ise koyulaşma görülür.
Diğer bir deyişle, hava kirliliği ile birlikte artan
sıcaklığa bağlı olarak, uğurböceklerinin renkleri
de farklılık gösterir ve koyulaşır.
Uzun süredir bilinen bu gerçeğin
anlamı açıktır: Kelebeklerdeki melanizm, Kettlewell'in
iddiasının dışında, çok çeşitli unsurların etkisiyle
gerçekleşmiş olabilir. Nitekim Theodore Sargent,
Craig Millar ve David Lambert adlı üç biyoloğun
1998 yılında yayımlanan çalışmalarında çeşitli muhtemel
etkenler belirtilmiştir: Bunlar arasında kelebek
larvalarının zehirli veya zararlı kimyasal maddelere
toleransındaki ya da kelebeklerin parazitlere karşı
duyarlılığındaki muhtemel farklılıklar; henüz tam
olarak bilinmeyen çevresel faktörlerin bir bileşimi
sayılabilir.
Adı geçen üç araştırmacı, evrimciler
tarafından efsaneleştiren Sanayi Devrimi kelebekleri
vakasını şu şekilde değerlendirmiştir:
"Bununla beraber, yoğun ve tekrarlı gözlemlerin
ışığı altında, şu anda bu açıklamayı (Kettlewell'in
klasikleşmiş açıklaması) destekleyecek az sayıda
ikna edici delilin var olduğunu iddia ediyoruz."
Benzer görüşler birçok bilim adamı
tarafından dile getirilmektedir. İtalyan biyologlar
Giuseppe Sermonti ve Paola Catastini'ye göre, "Kettlewell'in
deneyleri, onun deneysel olarak gösterdiğini iddia
ettiği süreci, bugünün bilimsel standartlarında
hiçbir kabul edilebilir şekilde kanıtlamamaktadır".
Sermonti ve Catastini şu sonucu çıkarmıştır: "Darwin'in
sahip olmadığı kanıta, Kettlewell de sahip değildi".
Bu alıntıyı şöyle yorumlamak da yerinde olacaktır:
Darwin'in sahip olmadığı kanıta, günümüzün evrimcileri
de sahip değildir.
Bu konuda Biyolog Atuhiro Sibatani'nin
görüşleri de, evrimciler açısından ders niteliğindedir.
Japon biyoloğun konuya ilişkin kesin kararı şöyledir:
"Endüstri melanizmi hikayesi, en azından şimdilik,
neo-Darwinist evrimin bir örneği olarak rafa kaldırılmalıdır."
Sibatani'ye göre, neo-Darwinist teoriye aşırı bağlılık
diğer faktörlerin tamamen devre dışı bırakılmasına
yol açmıştır; ayrıca endüstri melanizminin doğal
seleksiyon modeline göre izahı için zayıf kanıtın
haddinden fazla iyimser kabulüne neden olmuştur.
Aslında bu durum çok da şaşırtıcı değildir. Zira
Darwinistler evrim teorisini kabul ettirmek için
tarihte her türlü yönteme başvurmuşlardır. Sanayi
Devrimi kelebekleri hikayesi, bu teoriyi kanıtlamak
uğruna üretilen sayısız kof "evrimsel kanıt"tan
sadece biridir.
Prof. Jerry Coyne ise, söz konusu
örneğin literatürden çıkarılması gerektiğini ve
bundan alınacak bazı dersleri şöyle ifade etmektedir:
"Öncelikle, şu durumda, faaliyet halindeki doğal
seleksiyonun iyi anlaşılmış bir örneği olan Biston'u
atmalıyız... Kettlewell'in çalışmasının niçin genel
ve sorgusuz kabul gördüğünü düşünmeye de değer.
Muhtemelen böyle güçlü hikayeler ayrıntılı inceleme
cesaretini kırıyor."
Darwinizm'in
Fanatik Taraftarları
Açıktır ki bu konudaki tüm bilimsel bulgular tek
bir gerçeği işaret etmektedir: Sanayi Devrimi kelebekleri
hikayesinin hiçbir bilimsel değeri yoktur ve sözde
evrimin sözde delili olarak tarihteki yerini almalıdır.
Buna karşın, Darwinistlerin belirli bir bölümü hala
söz konusu hikayeyi gözü kapalı savunmaya devam
etmektedir.
Biyoloji ders
kitaplarının çoğunda bu hikayeye ve düzmece fotoğraflara
belirli bir yer ayrılmaktadır. Örneğin, Kenneth
Miller ve Joseph Levine'in hazırladığı Biyoloji
adlı kitabın 2000 baskısında, Kettlewell'in çalışmasının
"faaliyet halindeki doğal seleksiyonun örnek bir
gösterimi" olduğu belirtilir.
Aynı şekilde, Burton Guttman tarafından yayımlanan
Biyoloji kitabının 1999 yılı baskısına göre bu,
"doğal seleksiyonun örnek çağdaş bir vakası"dır.
Benzer ifadelere Darwinizm'in propagandasını
yapan ansiklopedilerde de rastlamak mümkündür. Örneğin,
Britannica Ansiklopedisi'nin 2001 baskısında Kettlewell'in
"klasik hikaye"si detaylı olarak anlatılmakta; yanlışlığı
kanıtlanmış ve belgelenmiş bu araştırma hala doğal
seleksiyonun örneği olarak tanıtılmaktadır.
Britannica'ya göre, Biston betularia'daki endüstri
melanizmi, "evrimsel değişimin hızı hakkındaki çağdaş
düşünceleri derinden etkilemiş"
ve "belirli bir bölgedeki hızlı evrimsel değişimin
çarpıcı bir örneği"
olmuştur.
Life Sciences Ansiklopedisi'nin
"Endüstri Melanizmi" başlıklı makalesinde ise, şu
ifadelere yer verilmiştir:
"Karabiberli kelebek vakası sadece endüstri melanizmini
en iyi şekilde örneklendirmiyor, aynı zamanda doğal
seleksiyon yoluyla evrimsel değişimin klasik bir
örneği işlevini yerine getiriyor. Karabiberli kelebeklerdeki
melanizmin evrimi devam ediyor ve şimdi bile gözlenebilir."
Bu ve benzeri ifadeler, Darwinizm'in bağnaz taraftarlarının
hayallerini yansıtmaktadır ve hiçbir bilimsel değeri
yoktur. Çağdaş bilimin açıkça ortaya koyduğu gerçek,
söz konusu hikayenin dayanaktan yoksun olduğu ve
evrimsel değişim diye bir şeyin var olmadığıdır.
Evrimi savunmak amacıyla yazılan bir evrimci kitapta
ise, şu yoruma yer verilir:
"İngiliz karabiberli kelebeği,
Biston betularia'daki ünlü endüstri melanizmi örneğini
düşünün. Az sayıda yüksek okul biyoloji ders kitabı
bu çalışmadan bahsetmekte yetersiz kalır, buna rağmen
az sayıda öğrencinin bu örneğin neyi gösterdiğini
anladığı görünmektedir... Açık bir biçimde, doğal
seleksiyon yoluyla çevresel baskılar, bir popülasyonun
genotipinde (genetik yapısında) hızlı değişimler
yapabilir... Bu gözlem altında, faaliyet halindeki
evrimdir."
Bu ve benzeri sözler Darwinist demagojinin örnekleridir.
Gözlemlenen tek şey, zaman içinde kelebek popülasyonundaki
açık ve koyu renkli bireylerin oranlarındaki farklılıktır.
Bilimsel çalışmaların ışığında, bunun sözde evrime
delil olabilecek hiçbir yönü yoktur. 150 yıllık
yoğun araştırmaların ortaya koyduğu tek gerçek de
bundan ibarettir.
Her ne pahasına olursa olsun Darwinizm'i
ayakta tutmaya kararlı olan bazı dergilerin aldığı
tavır bilimle bağdaşmamaktadır. New Scientist dergisindeki
"Karabiberli kelebek faaliyet halindeki evrimin
en iyi örneklerinden biri olarak kalmaktadır"
ifadesi buna bir örnek olarak verilebilir.
Böylece evrimciler, aslında farkında olmayarak
ve istemeyerek, çok önemli bir gerçeği bir kez daha
teyid etmektedirler. Evrimin en iyi ve en iddialı
kanıtlarından biri olarak sunulan bu örnek, gerçekte
evrimin ciddi bir kanıtı olmadığının açık bir göstergesidir.
Söz konusu meşhur delil, "karşı konulamaz" delillere
sahip olduğunu iddia eden evrim teorisinin gerçek
yüzünü gözler önüne sermektedir.
Kelebeklerdeki
Evrimsel Değişim İnancı
Darwinizm'in temelinde doğal seleksiyon kavramı
yatar. Charles Darwin'in teorisini açıkladığı kitabının
başlığında bile vurgulanan iddia budur: "Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla". Darwin'den bu
yana, evrimcilerin en büyük çabası işte bu iddiayı
delillendirmek olmuştur.
Darwinizm'in önde gelen sözcülerinden
dil bilimci Steven Pinker, doğal seleksiyonun evrimciler
açısından taşıdığı anlamı şu sözlerle dile getirir:
"Hiçbir delil olmasa bile, alternatif olmadığı için,
bu gezegendeki hayatın açıklaması olarak doğal seleksiyonu
hemen hemen kabul etmeliyiz."
Pinker, Zihin Nasıl Çalışır? adlı kitabında, doğal
seleksiyonla evrimleşmenin ilk örneği olarak da
kelebeklerdeki melanizm hikayesini gösterir. Oysa
bu, buraya kadar anlattığımız gibi, bilimsel değeri
olmayan bir hikayeden başka bir şey değildir. Ancak
evrimciler, doğruluğuna dair bir bilgi yok iken,
Pinker'ın yaptığı gibi evrimi doğru varsaymakta
ve herşeyi bu kabule uydurmaya çalışmaktadırlar.
Durum böyle olunca da, Sanayi Devrimi kelebekleri
hikayesi gibi bilimsel delillerle açıkça çelişen
bir hikayeye, Darwinizm'e bağlılık uğruna inanılmaya
devam edilmektedir.
Söz konusu hikayenin doğru varsayılmış
bir inanç olduğuna, Amerikalı biyolog Dr. Jonathan
Wells şöyle dikkat çekmektedir:
"... Bir parça dürüst olan hiçbir bilim adamı karabiberli
kelebekler efsanesini "doğal seleksiyonun temel
bir örneği" olarak göstermeyecektir. Delil olmadan,
karabiberli kelebeklerdeki melanizmin doğal seleksiyondan
kaynaklandığı iddiası, bir inanç ifadesidir, bilimsel
bir çıkarım değildir."
Wells, Evrimin İkonları adlı kitabında, söz konusu
hikayeye özel bir yer ayırmış ve vardığı sonucu
şöyle açıklamıştır:
"1986'da evrimci Biyolog John
Endler, şimdi alanında bir klasik olarak kabul edilen,
Doğal Hayattaki Doğal Seleksiyon adlı bir kitap
yazdı. O zamanlar, Endler karabiberli kelebek hikayesinde
ortaya çıkarılan problemlerin farkında değildi;
bu yüzden onu, doğal seleksiyonun nedeninin bilindiği
birkaç vakadan biri olarak listeye yazdı. Fakat
"doğal seleksiyon konusundaki hızlı ve gelişigüzel
araştırmaların vaktinin geçtiğini" de ifade etti.
Çoğu araştırmacı "sadece doğal seleksiyonun gerçekleştiğini
göstermekle tatmin olduğu" halde, Endler, "bu, bir
kimyasal reaksiyonu göstermeye ve sonra onun nedenleri
ve mekanizmalarını araştırmamaya eşdeğerdir. Doğal
seleksiyonun, nedenleri ve mekanizmalarının bilgisinden
yoksun sağlam bir gösterimi simyadan farklı değildir"
şeklinde yazdı... Kettlewell'in doğal seleksiyon
için delili hatalıdır ve değişimin gerçek nedenleri
varsayıma dayalı kalmaktadır. Doğal seleksiyonun
bilimsel bir gösterimi olarak "Darwin'in kayıp
delili" olarak karabiberli kelebeklerdeki endüstri
melanizmi simyadan farklı değildir."
Ortaçağ'da simyacılar bakırı çeşitli madenlerle
karıştırıyorlar ve deneme yanılma yöntemiyle bakırı
altına dönüştürebileceklerine inanıyorlardı. Ancak
bilim, ne kadar deneme yaparlarsa yapsınlar simyacıların
başarısız olacağını, bunun bir hayal olduğunu açıkça
ortaya koydu. Doğal seleksiyon ve mutasyon mekanizmaları
ile türlerin kökenini açıklamaya çalışan evrimciler
de, simyacıların akıbetine uğramaktadırlar. Bilimsel
bulgular Darwinistlerin beklentilerini boşa çıkarmakta
ve delillerinin geçersizliğini kanıtlamaktadır.
Evrimci varsayımların aksine, bu mekanizmalar bir
türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere
sahip değildir. Her fırsatta doğal seleksiyonla
evrimleşme tezine örnek olarak verilen Sanayi Devrimi
kelebekleri hikayesi de unutulmayacak evrimci yanılgılardan
biri olmuştur.
Kelebek
Her Zaman Kelebek Olarak Kalmıştır
Buraya
kadar evrime delil üretmek uğruna söz konusu hikayenin
nasıl efsaneleştirildiğini, kamuoyunu etkilemek
için bilim dışı yollara nasıl başvurulduğunu inceledik.
Kaldı ki kelebeklerdeki endüstri melanizminin evrimleşme
tezi ile hiçbir ilgisi yoktur. Buraya kadar anlatılanları
bir anlığına yok saysak ve Kettlewell'in hikayesini
hiç sorgulamadan kabul etsek bile konu, sözde evrimin
sözde delili olarak kalmaya mahkumdur.
Kettlewell'in hikayesini kabul etsek bile, varılan
sonuç yalnızca şudur: Sanayi Devriminden yıllarca
önce, İngiltere'de, Biston betularia türü kelebeklerin
içinde koyu renkli formlar zaten mevcuttu; açık
renkli bireyler popülasyonun çoğunluğunu oluşturmakta,
koyu renkliler ise azınlıkta kalmaktaydı. Sanayi
Devrimiyle birlikte artan hava kirliliği sonucunda,
bu durum tersine döndü ve koyu renkli formlar bu
canlı topluluğunun çoğunluğunu teşkil etti. 1950'li
yıllarda, çevre kirliliğini önleyici yasaların yürürlüğe
girmesinin ve kirliliğin azalmasının ardından oranlar
yine değişti; açık renkli bireyler, Sanayi Devrimi
öncesinde olduğu gibi, kelebek popülasyonunda çoğunluk
kazandı.
Açıkça anlaşılmaktadır ki değişiklik, kelebeğin
renginde değil sayısındadır ve bu durum hiçbir zaman
evrime delil olarak öne sürülemez. Açık ve koyu
renklerdeki çeşitli Biston betularia kelebekleri,
gözlemler başladığından bu yana, yaklaşık iki yüzyıldır
vardır. Farklı renklerdeki kelebek bireyleri kendi
aralarında çiftleşmektedir. Bu kelebek popülasyonunun
gen havuzu, başından itibaren çeşitli renklere ait
gen bileşimlerini içermektedir. Yani, Endüstri Devrimi
ile başlayan olaylar sonucunda gen bilgisi gelişmemiş
ve yeni genler ortaya çıkmamıştır. Biston betularia
türü kelebek her dönemde aynı tür olarak kalmaktadır,
bir türün başka bir türe değişimi gibi bir şey söz
konusu değildir.
Şüphesiz sözü edilen durumda,
evrimleşme örneği olarak tanımlanabilecek bir olay
yoktur. Darwinizm'in bazı savunucuları da zaten
bu apaçık gerçeği kabul etmektedirler. Örneğin tanınmış
İngiliz Biyolog ve evrimci Harrison Matthews, Darwin'in
Türlerin Kökeni kitabının 1971 baskısında yazdığı
önsözde, bu konuda şunları söyler:
"...
(Kelebek) deneyleri gelişme halindeki evrimi kanıtlamaz,
çünkü açık, orta veya koyu renkli formların popülasyon
içindeki yoğunluğu değişmekle beraber, bütün kelebekler
baştan sona Biston betularia olarak kalmaktadır."
Kısacası, söz konusu kelebek türünün farklı renkleri,
bir genetik varyasyon örneğidir. Değişen çevre koşulları,
kelebeklerde yeni genetik bilgi ve yeni özellikler
ortaya çıkarmamıştır. Açık renkli kelebeklerin temiz
çevrelere, koyu renklilerin ise kirliliğin yoğun
olduğu ortamlara daha iyi uyum sağladıkları bir
gerçektir. Ama bunun doğal seleksiyondan kaynaklandığı
bugüne kadar bilimsel olarak kanıtlanamamıştır.
Kaldı ki kelebeklerdeki melanizmin
herhangi bir nedenden dolayı doğal seleksiyona bağlı
olduğu kanıtlansa da, bu hiçbir şeyi değiştirmez.
Zira doğal seleksiyon sadece bir popülasyon içindeki
sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uyma yan bireyleri
ayıklar; yeni canlı türleri ya da yeni organlar
ortaya çıkaramaz. Yani doğal seleksiyonun evrimleştirici
bir gücü yoktur.
Varyasyon ve doğal seleksiyon olguları, Darwin'in
düşündüğü tarzda evrimi açıklamaktan çok, yaratılışın
öngördüğü ve işlemekte olan bir korunma prensibine
harikulade bir örnek olmaktadır. Allah her çeşit
canlıyı, varlığını sürdüreceği sistem ile yaratmıştır.
Organizmanın genetik sistemi, özelliklerini (belirli
sınırlarda) çevredeki değişmelere göre ayarlama
fonksiyonuna da sahip olabilmektedir. Aksi takdirde,
iklim, besin kaynağı gibi faktörlerdeki küçük bir
değişme o canlının sonu olabilir.
Yaratmak
Allah'a Mahsustur
Charles
Darwin, Beagle adlı gemiyle yaptığı gezi sırasında
gördüğü kelebeklerden oldukça etkilenmiş ve hissettiklerini
şöyle ifade etmişti: "Herkes kelebeklerin ve bazı
pul kanatlıların olağanüstü güzelliğine hayrandır...
Bazı tropikal (kelebek) türlerinin erkeklerinin
ihtişamını tarif etmeye kelimeler yetersiz kalır."
Darwin bu gözlemine karşın, son derece çarpık ve
hatalı bir yaklaşımla kelebeklerin evrim sonucu
ortaya çıktığını öne sürdü. Onun izinden yürüyen
20. yüzyıl evrimcileri ise, daha da ileri giderek
kelebekleri kullanmaya kalktılar.
Evrimciler, eğer kelebekleri evrime
delil olarak kullanmak istiyorlarsa, kelebeklerin
Darwin'den bu yana çözümsüz kalan "türlerin kökeni"
sorununa nasıl bir çözüm getirdiğini açıklamalıdırlar.
Onbinlerce kelebek türünün evrime göre nasıl ortaya
çıktığını aydınlığa kavuşturmalıdırlar. Fosil kayıtlarındaki
48 milyon yıllık kelebek fosillerinin bugün yaşayan
örneklerinden farksız olmalarının
ve milyonlarca yıl hiç değişim geçirmeden durağan
bir biçimde kalmalarının, evrimle nasıl bağdaştığını
açıklamalıdırlar.
Dahası evrimciler, hikaye veya efsane üretmeyi
bir kenara bırakıp şu sorulara da cevap vermek zorundadırlar:
Kelebek kanatlarındaki muhteşem desenler, göz alıcı
renkler ve mükemmel simetri nasıl ortaya çıkmıştır?
Kelebekler çekici dış görünümlerine ve düşmanlarından
korunmalarını sağlayan savunma sistemlerine nasıl
sahip olmuşlardır?
Kelebeklerdeki üstün uçuş mekanizmaları
ve tasarım harikası sistemler nasıl var olmuştur?
Son derece kompleks bir işlem olan kelebeklerdeki
metamorfoz nasıl meydana çıkmıştır?
Yumurtadan tırtıla,
tırtıldan pupaya, pupadan kelebeğe dönüşümün olağanüstü
karmaşık programı, kelebeğin genetik bilgisinde
nasıl yer almıştır?..
Bu ve benzeri sorulara, spekülasyon yapmak dışında,
evrimcilerin verecek yanıtı yoktur. Böylesine olağanüstü
yapılar ve kusursuz sistemler, doğal seleksiyon
ve mutasyon gibi tesadüfi etkilerle açıklanamaz.
Darwinistler bu sözde mekanizmaların yeni bir tür
ürettiğine dair ellerinde tek bir kanıt olmadığının
da bilincindedirler. Sanayi Devrimi kelebekleri
hikayesi gibi aldatmacalar, evrimin değil sadece
evrimcilerin çaresizliğinin delilidir.
Şüphesiz, kainattaki her varlık gibi kelebekleri
de sahip oldukları detaylar ve ihtiyaçlarını karşılayacak
sistemlerle birlikte
Allah yaratmıştır. Kelebeklerin
mükemmel görünümleri ve kusursuz tasarımları,
Allah'ın
sonsuz ilminin, benzersiz sanatının ve sınırsız
kudretinin göstergelerindendir. Yaratmanın ancak
Allah'a mahsus olduğu bir Kuran ayetinde şöyle ifade
edilir:
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde
gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden
Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan
geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara kendi
buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak
da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi
olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)
Kuran'da bildirilen 6 günlük süreyi, 6 devre olarak da düşünebiliriz. Çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, Dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. Ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. Nitekim ayetlerde (Secde Suresi, 4; Yunus Suresi, 3; Hud Suresi, 7; Furkan Suresi, 59; Hadid Suresi, 4; Kaf Suresi, 38; Araf Suresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir. Yani Bahsi geçen 6 gün, 6 çağ veya 6 devir anlamınada gelebilir..
Bana Destek olmak İçin Lütfen Youtube Kanalıma Abone Olmayı Unutmayın..
Youtube Kanalım >>> Eyüp Ertaş