İnsanlık tarihi, bilindiği gibi Adem'in yeryüzüne gönderilmesiyle
başlamıştır. İlk insan ve ilk peygamberAdem, kendisine saygı
gösterilmesi emrini tereddütle karşılayan Azazel'in tuzağına düşmüş ve
cennetten çıkarılmıştır. Böylece Adem ve Havva, tek yeşil gezegen olan
Dünya'da; cinlerle ve Sonsuz Yüce'nin lanetiyle iblisleşen Azazel'le birlikte yaşamaya başlamıştır.
Dünya'da
çok uzun zamandan beri İblis'in de mensubu bulunduğu cinler
yaşamaktaydı. Cinlerin ne zaman yaratıldığını ve Dünya'dan önce
nerelerde; hangi gezegenlerde yaşadıklarını bilmiyoruz. Ancak çağın
gelişen ilmi verilerine ve İslam kaynaklarına dayanarak bazı tahminlerde
bulunabiliriz. Cin toplumlarının da insan toplumları gibi imtihan
edildiklerini, İslam'dan saparak zalimleştikleri vakit uyarıcı
gönderildiğini; uyarıcı Hak Elçilerini öldürmeye kalkışarak, aynen
müşrik-zalim insan kavimleri gibi helak olduklarını biliyoruz.
Bu
nedenledir ki içlerinden iman edenlerin kurtarılarak; Güneş sisteminde
başka bir gezegene yerleştirildiklerini söyleyebiliriz. Bu şekilde
"Güneş sistemi"ndeki birçok gezegenin yaşanmaz hale geldiğini; sonunda
muhtemelen Mars'tan,Dünya gezegenine geçtikleri konusunda yeterli olmasa
da işaretler bulunduğunu söyleyebiliriz.
İşte Güneş sisteminin
bu son ve adeta yaşam için hazırlanmış Dünya gezegeninde, bir taraftan
Ademoğulları çoğalıp-yayılırken; diğer taraftan cinler ve İblisoğulları
ve yandaşları olan cin-şeytanlar çoğalmıştır. Dünya, tüm canlı yaşamı,
bitki örtüsü, yiyecek- içecek su kaynaklarıyla; tüm yer altı-yer üstü
kaynaklarıyla cin ve insanoğlu için yaşam-ölüm yeri ve yurt olarak
hazırlanmış olup; eceline kadar yaşamını sürdürecektir.
KUR'AN'A GÖRE "İNSANLIK TARİHİ"
İnsanlık
tarihini; yahut kavimler tarihini genel olarak iki döneme(periyoda)
ayırabiliriz. Birincisi Adem'den, Nuh'a kadar; ikincisi Nuh'tan,
Dünya'nın sonuna yahut fiili kıyamete kadar olan dönem. Kur'an'a
baktığımızda insanoğlunun, Nuh'a kadar devam eden serüveninden adeta söz
edilmediğini görürüz. Nuh'tan sonraki insanoğlunun; yani Nuhoğullarının
kavimleri, peygamberlerin bu kavimlerle mücadeleleri ve kavimlerin
helakları; açıkça ve ibretli bir şekilde anlatılmıştır. Ancak Adem- Nuh
arası Ademoğlu'nun, kavimleri, elçileri ve mücadelelerinden söz
edilmemiştir. Ayrıca Nuh tufanının, Dünya ölçeğinde Ademoğullarını yok
etmesi oldukça anlamlıdır ve bize bazı ipuçları sunmaktadır. Nuh
tufanının evrensel bir tufan olduğunu,Kur'an'dan ve Peygamber
sünnetinden biliyoruz ve bunun delillerini inşallah "Küresel Yok Oluş:
Nuh Tufanı" konulu çalışmamızda ortaya koyacağız.
Sonsuz Yüce'nin insanoğluna indirdiği son kitap Kur'an'da; sadece
Adem'in iki oğlu Habil ve Kabil'in mücadelesinden ve peygamber olarak da
İdris'ten bahsedilmektedir. Adem'in diğer bir oğlu Şit'in
peygamberliğini ise hadis kaynaklarından veTevrat'tan bilmekteyiz. Bu
gerçeği, evrensel Nuh tufanıyla birlikte göz önüne aldığımızda
vardığımız sonuç; Sonsuz Yüce Rabb'imizin insanoğlunun bu dönemini
"sessiz karanlığa" mahkum etmiş olmasıdır. Ayrıca, Tevrat'ın Tekvin
bölümü de bizim bu hükmümüzü teyit etmektedir.
Demek ki; bu
birinci insanlık periyodu içinde ademoğulları öyle yoldan çıkmış; o
derece sapkın hale gelmişler ki; ya peygamberlerini öldürmüşler ya da
peygamber gönderilemeyecek derecede Yüce Rabb'imizin gazabını üzerlerine
çekmişler ve böylece Yüce Rabb'imiz de bu dönemi "sessiz karanlığa"
mahkum etmiştir. Bu sebepledir ki Kur'an'ın bu konudaki sessizliği,
bizce oldukça anlamlıdır ve bu periyodu değerlendirirken bazı sonuçlar
tahsil etmemize imkan vermektedir. Bu çağrışımlar, insanlığın "birinci
periyodu"nda ortaya çıkan ve insanoğlunun "şirk"e; oradan da şeytanlaşma
sürecine girişini bize hatırlatmaktadır. Bu insanlık tarihinin "birinci
periyodu"nda ortaya çıkan sapkınlık, öyle bir sapkınlıktır ki; Sonsuz
Yüce Rabb'imizin gazabını üzerine çekmiş ve bu dönem "karanlığa" mahkum
edilmiştir.
Sünnetullah şudur: İnsanoğlu önce Sonsuz Yüce Allah'a
teslim olur; sonra kısa bir zaman periyodunda "şirk"e kayar;
gönderilmiş uyarıcı-elçileri dinlemez, öldürmeye kalkar ve giderek adeta
şeytanlaşır ve helak çukuruna yuvarlanır.
NUH ÖNCESİ İNSANLIĞIN SAPKINLAŞMA SÜRECİ: YE'CUC-ME'CUC
Nuh
tufanından önce de Dünya öyle ifsada uğramış; ademoğulları öyle
azgınlaşmış; nesli ve nesebi öyle bozmuştu ki; insanlık tarihi böyle bir
olaya bir daha şahit olmayacaktı. İşte bu insanlık tarihinin en ilginç
ve dramatik ve bir daha şahit olunamayacak olayı; Ye'cuc-Me'cuc'un
ortaya çıkması, yeryüzünü baştan başa fesada uğratması olayıdır. Evet,
Yüce Rabb'imizin gazabını Dünya üzerine çeken olay budur ve Nuh tufanı
bu sebeple dünya insanlığını vurmuştur. Evet, evrenselNuh tufanını davet
eden insanlık tarihinin bu en önemli "azgınlaşma-şeytanlaşma süreci"ni
kısaca özetleyelim ve arkasından da kanıtlarını verelim.
Azazel,
melek boyutundan düşürülerek iblisleşmiş ve lanetli olarak
ademoğullarının peşine düşmüş; Adem'i cennetten kaydırdığı gibi
oğullarını da "Hak Yol"dan saptırıp, şeytanlaştırmak için elinden geleni
arkasına koymamıştır. Azazel iken kendisine tabi olan cinlerin ileri
gelenlerinin ayağını kaydırarak; onları da kendisi gibi
şeytanlaştırmıştır. Arkasından da İblis,Allah'a olan teslimiyetlerini
bozan bu şeytanlaşmış cinlerini, ademoğlunun kızlarıyla yasak olan
ilişkiye teşvik etmiştir ve bu sapkın ilişki böylece başlamıştır.
Kısacası,
Nuh tufanından önce yeryüzünde bugüne benzer küresel bir hakimiyet
kurmuş olan bir toplumun; muhtemelen "Mu-Atlantis"in, "üstün insan";
yani "cin-insan" arzularını yem olarak kullanan İblis, insanlığı
Ye'cuc-Me'cuc belasına ve arkasından da Tufan felaketine sürüklemiştir.
Şimdi bu konuyu deliller ışığında gözden geçirelim:
İŞTE VAHYE DAYALI DELİLLER:
KUR'AN: SÜNNETULLAHI ORTAYA KOYUYOR
1) Kur'an, Ye'cuc- Me'cuc oluşumuna yol açacak "insan-şeytan ilişkileri"ni bize şöyle bildiriyor:
Muhakkak
onlar(müşrikler), O'nun(Allah'ın) dışında, dişileri(cinleri-perileri)
çağırıyorlardı. Onlar, (gerçekte) (kovulmuş) asi şeytandan başkasını
çağırmıyorlardı.
Allah, onu lanetledi ve o(Şeytan) dedi ki:
"Elbette, Sen'in kölelerin içinden belirlenmiş bir zümreyi,
kendime(köle) edineceğim."
"Ve elbette onları saptıracağım,
ümitlendireceğim; onlara, hayvanların kulaklarını kesmelerini
emredeceğim.Elbette yine onlara, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim. "Kim, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, muhakkak o,
apaçık bir hüsrana uğramıştır.
(Şeytan), onlara vaad ediyor, onları ümitlendiriyor. Oysa Şeytan, onlara aldanmadan başkasını vaad etmez.
[NİSA(4)/117-120]
O
gün (Allah) onların hepsini toplar: "Ey cin topluluğu, siz insanlardan
kendinizi çoğaltmak istediniz." (Bunun üzerine) onların(cinlerin),
insanlardan dostları olan kimse dedi ki: "Rabb'imiz, bazımız, bazımızdan
yararlanıp, bizim için takdir ettiğin süreye ulaştık." (Allah) dedi ki:
"Allah'ın dilediklerinin dışında onların barınağı ateştir, orada
kalıcıdırlar. Muhakak senin Rabb'in Hakim'dir, Alim'dir."
[ENAM(6)/128]
Muhakkak İblis, onlar(insanlar) üzerindeki zannını doğruladı. Müminlerden bir grup hariç ona(İblis'e) tabi oldular.
[SEBE(34)/20]
Biz,
onlara yakınlar(cin-şeytanlar) hazırladık. Onlar(cin-şeytanlar),
onların önlerinde ve arkalarında olanları güzel gösterirler. Onlardan
önce geçmiş olan ümmetler içindeki insan ve cinler gibi, onlara da
söz(azap) hak oldu. Muhakkak onlar hüsrana uğrayanlardır.
[FUSSİLET(41)/25]
Şeytan
onları kaplamıştır; böylece onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur.
Böyle olanlar, şeytan hizbidir. Dikkat edin! Muhakkak şeytanın hizbi
olanlar, hüsrana uğrayanlardır.
[MÜCADELE(58)/19]
TORA(TEVRAT): OLAYI İFŞA EDİYOR
2) Tora'nın Bereşit(Tekvin) bölümünde, Ye'cuc-Me'cuc'un ortaya çıkışı açık bir şekilde şöyle özetleniyor:
İnsanoğlu, toprak üzerinde çoğalmaya başlayıp kızları doğunca,
Tanrı'nın oğulları, insan kızlarının iyi olduklarını gördüler ve her şeçtiklerinden kendilerine eş aldılar.
Tanrı:
"Ruhum insanı sonsuza dek yargılamayacak; çünkü o etten başka bir şey
değil. Günleri 120 yıl olacak" dedi.Devler(Nefilim) o günlerde ve daha
sonraları yeryüzündeydiler. Tanrı'nın oğulları, insan kızlarına
gelmişler ve(devlere) baba olmuşlardı. (Devler) ezelden beri en
güçlülerdi; şöhretli kişilerdi.
Tanrı yeryüzünde insanın kötülüğünün
artmakta olduğunu gördü. (İnsanın) en derin düşüncelerinin yarattığı
eğilimler, gün boyunca, sadece kötüyeydi.
Tanrı: "Yaratmış olduğum
insanoğlunu yeryüzünden sileceğim, – insandan evcil hayvanlara, yer
hayvanlarına ve gökyüzündeki kuşlara kadar-" dedi.
Fakat Noah, Tanrı'nın gözünde beğeni bulmuştu.
Bereşit(Tekvin): 6/1-5, 7-8
"Tanrı'nın
oğulları" yerine Tora tefsircileri "yöneticilerin oğulları" veya
"hakimlerin oğulları" ifadesini kullanmışlardır. Bizce bu "Tanrı'nın
oğulları" ifadesi, ancak mecazi anlamda doğrudur ve İblis'in "düşmüş
melekler" diye yutturmaya çalıştığı;düşmüş cinler; İblis hizbi olan
cinler; yani şeytanlardır. Tüm erkek olan insan ve cinler; mecazi
anlamda Tanrı oğulları gibidir. Sonsuz Yüce Rabb'imiz tüm noksan
sıfatlardan münezzehtir. Yarattığı hiçbir varlığa benzemez, doğmamış,
doğurmamış, bizzat var olan, varlığını hiçbir şeye muhtaç olmayan
"Gerçek ve Tek İlah"tır. Aksini ne Kur'an ne de gerçekTevrat kabul eder.
Önceden
Azazel'le beraber Yüce Allah'a teslim olan "cinlerin lider kadrosu"ndan
bir grup; Azazel'e tabiydi. Azazel, meleklikten düşüp iblisleşince,
onun yanında yer aldılar; böylece Hak'tan saptılar ve İblis yandaşı
oldular. İşte bunlar, İblis'in teşvikiyle insan kızlarıyla ilişki
kurdular ve Devler(Nefilim); yani Ye'cuc ve Me'cuc böylece ortaya çıktı.
Kur'an'ın
ayetleriyle Tora'daki ifadelerden; Tufan'a muhatap olan insanlığın
nasıl azgınlaşıp-şeytanlaştığı; İblis hizbinin kontrolüne girdiği açıkça
görülmektedir. Kur'an, Enam(6)/128'de; "cinlerin, insanlardan
kendilerini çoğaltmak istediklerini" bize açıkça bildirmiştir.
PEYGAMBERİMİZ: YE'CUC-ME'CUC'U TAVSİF EDİYOR
3)
Peygamberimiz; Kur'an'ın bu konudaki ayetlerine açıklık getirmiş;
özellikle Ye'cuc-Me'cuc'un nasıl ortaya çıktığına değil;Yaklaşansaat'te,
Deccal'e köle olan insanlığın efendilerini nasıl helak edeceğine
şiddetle vurgu yapmıştır. Ancak aşağıdaki birkaç hadiste de
Peygamberimizin, Ye'cuc-Me'cuc'u vasfettiğini görmekteyiz. Bu
yaratıkların Adem soyu olduklarını,insanlığı-dünyayı ifsad edeceklerini
belirtmiş; boylarına, çoğalmalarına-sayılarına ve kavimlerine atıfta
bulunmuştur:
İbn Amr bin el-As şöyle rivayet etmiştir:
Resulullah
(s.a.v.), buyurdu: "Ye'cuc-Me'cuc, Adem'in neslindendir. Onlar,
insanlara gönderilse, onların yaşantılarını ifsad ederler. Onlardan biri
arkasında, zürriyetinden binden fazla kişi bırakmaksızın ölmeyecek.
Onların arkasında üç ümmet vardır: Tavil, Tarnes ve Mensek."
Rudani, C.5, H.no: 9930, s.372
Huzeyfe rivayet etmiştir ki:
Resulullah
(s.a.v.), şöyle buyurdu: "Ye'cuc bir ümmettir. Me'cuc da bir ümmettir.
Her bir ümmet, dört yüz bin ümmettir. Onlardan bir adam, sulbünden eli
silahlı tam bin erkek görmeden ölmez."
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü! Onları bize anlatır mısın?"
Dedi
ki: "Onlar üç sınıftır. Onların bir sınıfı 'erz' gibidir." Soruldu ki:
"Erz ne demektir?" Resulullah (s.a.v.) dedi ki: "O, Şam'da bir ağaçtır
ki o ağacın uzunluğu yüz yirmi arşındır(12 arşın mı?). Göğe doğru
yükselir." buyurdu ve ondan sonraPeygamber (s.a.v.), şunu ilave etti:
"İşte bunlara ne dağ dayanır ve ne de demir. Onların ikinci sınıfı da
kulaklarının birini serer, ötekini de kendisine yorgan yapıp öyle yatar.
Fil, yabani hayvan, deve ve domuz ne görürlerse yerler. Onlardan birisi
öldüğünde de onu yerler. Onların bir ucu Şam'da, bir ucu Horasan'da
olacaktır. Doğu nehirlerinin tümünü ve Taberiye gölünü de içeceklerdir."
Rudani, C.5, H.no: 9931, s.372
ENOK(İDRİS): YE'CUC-ME'CUC'U İFŞA EDİYOR
Güney
Afrika'da Swaziland-Mpaluzi kasabası yakınlarında bulunan 4 feet(120
cm) uzunluğunda Dev ayak izi. Bu ayak izine dayanarak "Devler"in boyunu
hesaplarsak yaklaşık 8-9 metre olur.
İş
adamı ve pramit araştırmacısı Gregor Spörri'nin Mısır'da resmini
çektiği " kesilmiş dev parmağı". Mumyalanmış vaziyette saklanmış bu
işaret parmağının uzunluğu 38 cm'dir. Bugün normal bir insanın parmağı
ise 7-8 cm civarındadır. Bu uzunluğa dayanarak parmağın sahibi olan
"devin boyu"nu hesaplarsak; yaklaşık olarak 8-9 metre çıkar.
4)
Ye'cuc-Me'cuc; yani "Devler"in, tarihin hangi döneminde müşahede
edildiği, nasıl ortaya çıktığı ve nasıl Nuh tufanıyla helakın geldiği,
en açık bir şekilde "Enok'un Kitabı"nda açıklanmaktadır. "Enok'un
Kitabı"ndan aşağıya aldığımız metin okunurken parantez içi açıklamaların
bize ait olduğu bilinmelidir:
"1. İnsanoğulları çoğalınca, güzel ve alımlı kızları oldu.
2.
Gözcüler(cin-şeytanlar); göklerin çocukları, onları(insan kızlarını)
görüp onlara karşı şehvet hissettiler. Birbirlerine dediler ki: ''Gelin
insanların arasından kendimize eşler seçelim ve onlardan çocuklarımız
olsun.''
9. Liderlerinin isimleri şöyleydi: Semyaza, Araklba, Rameel,
Kokablel, Tamlel, Ramlel, Danel, Ezeqeel, Baraqiyal, Asael, Armarel,
Batarel, Ananel, Zaqiel, Samsapeel, Satarel, Turel, Yomyael, Sariel. İki
yüz gözcünün liderleri bunlardı. (Bunlar; 19 kişilik gözcü-cin-şeytan
lider grubu. İblis'in yalanıyla, düşmüş melekler.)
10. Bunlara tabi
olan diğer tüm gözcüler (ki bunların da sayısı 200'dür)birlikte
kendilerine eşler aldılar. Her biri kendine bir eş seçti ve onlarla
birleşmeye, kendilerini onlarla kirletmeye başladılar. Onlara büyüler
öğrettiler.
11. Sonra kadınlar hamile kaldı ve boyları 135 metre(13.5 metre mi?) olanDevler doğurdu.
12. Sonunda insanlar, onları besleyemeyecek hale gelene kadar, bu devler insanların ürettiği her şeyi tüketti.
13.
Ve Devler, yemek için insanlara döndü ve onları yediler. Kuşlara,
yabani hayvanlara, sürüngenlere, balıklara karşı günah işlemeye ve sonra
birbirlerinin vücutlarını yemeye, hatta kanını içmeye başladılar.
(Enok'un Kitabı 7. Bölüm)
Anlaşıldığına
göre bu cin-şeytanlarla, insan kızlarının birleşmesinden ortaya çıkan
Devler(Ye'cuc-Me'cuc), bir süre sonra insanları ve canlıları yemeye
başlıyorlar. İşte böylece dünya ve insanoğlu büyük bir ifsada uğruyor.
Bize göre devler; yani Ye'cuc-Me'cuc; aralarında bazı kavmi özellikler
gösterse de; esas iki ana gruba ayrılıyorlardı. Birincisi Ye'cuc;
Peygamberimiz tarafından da "Erz ağacı"nın boyuyla tavsif edilen dev
adamlar. İkincisi Me'cuc; yani boyları oldukça kısa olan cücelerdir.
Ye'cuc
ve Me'cuc'un, kontrol edilemez boyutlarda yeryüzünde fesat çıkarması ve
insanoğlunun feryatları üzerine Baş melekler, Rab'lerine yakarırlar ve
daha sonra da Nuh tufanı gelir. İşte Enok'un(İdris'in) kitabından bu
duruma işaret eden ifadeler:
"1. Sonra Mikail ve Cebrail,
Rafael, Suriel, Uriel göklerden aşağı bakıp, dünyada dökülen hesapsız
kanı, işlenen sınırsız kötülükleri gördü. Birbirlerine dediler ki:
2. ''Boşalan dünyanın çığlıkları göklerin kapısına ulaştı.
3.
İnsanların ruhları bize sesleniyor ve durumlarını En Yüce'ye(Allah'a)
bildirmemizi istiyorlar.'' Onlar da Kral'a(Allah'a) dediler ki...
5.
Azazel'in neler yaptığını, dünyaya nasıl tüm kötülükleri öğrettiğini,
göklerin ebedi sırlarını nasıl ifşa ettiğini gördün." (Enok'un Kitabı 9.
Bölüm)
ENOK(İDRİS) KİMDİR?
Yeryüzünde Ye'cuc-Me'cuc
ifsadına şahit olan Enok kimdir? Burada hemen şunu hatırlatmalıyız ki;
Enok(Hanoh), İdrispeygamberdir. Enok; Kur'an'da ve Tora'da ismi geçen
bir peygamberdir ve Nuh'un atasıdır. Yani Nuh'un dedesinin
babasıdır.Tora'da; Hanoh(Enok)'un oğlu Metuşelah, onun oğlu Lemeh, onun
oğlu da Noah(Nuh) diye yazılıdır. Enok'un 365 yıl Dünya'da yaşadıktan
sonra yükseltildiği bildirilir. Esasında, Enok'un ataları ve torunları
yaklaşık 1000 sene yaşadığı halde; Enok, 365 yıl yaşamış daha sonra
Azazel gibi Baş melekler boyutuna yükseltilmiş ve zaman zaman meleklerle
beraber görevli olarak Dünya'ya gelmiştir. Nitekim birçok peygambere ve
özellikle Musa ve Süleyman'a arkadaşlık ettiğini Kur'an'dan biliyoruz.
Kur'an'da
İdris olarak geçer. Arapça "drs" kökünden "idris"; ders görmüş-ilim
sahibi anlamına gelir. Aynı zamanda Rabb'ineyükseltilmiş bir
peygamberdir. Allah katından "özel bir ilme"(ilmun ledun) sahiptir.
Hızır; diye halk arasında bilinen veMusa'yla yolculuk eden, ona ders
veren ve Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar Süleyman'a getiren
odur. Ancak İblis ve cin-şeytanlar, insanların bu "Hızır kültü"nü
kullanarak insanları ve dostlarını rüyalarda yahut gerçek hayatta
kandırmışlar ve kendi mesajlarını bu yolla vermişlerdir. Halen İblis, bu
"Enok-İdris-Hızır" formunu kullanarak; birçok mutasavvıfları,
kabalacıları ve çağın cahillerini kandırmaya devam etmektedir. İşte
Kur'an'da İdris peygamberle ilgili ayetler:
(Musa) kölelerimizden
bir köleyi(İdris-Hızır) buldu ki; Biz, ona katımızdan bir rahmet vermiş
ve nezdimizden bir ilim(ilmi ledun) öğretmiştik.
[KEHF(18)/65]
Kitap'ta İdris'i de hatırla. Muhakkak o, bir sıddıktı ve nebiydi.
Biz onu yüce bir 'mekan'a(makama) yükseltmiştik.
[MERYEM(19)/56-57]
(Süleyman'ın)
yanında, Kitap'tan ilim verilmiş bir kimse(İdris) dedi ki: "Sen gözünü
açıp kapayıncaya kadar, ben, onu sana getiririm." Derken (Süleyman)
tahtı, yanında dururken gördü, dedi ki: "Bu, Rabb'imin bana
fazlıdır(lütfudur). Rabb'im, kendisine teşekkür edecek miyim, yoksa
örtecek miyim diye beni denemektedir. Her kim, teşekkür ederse, onun
teşekkürü kendisi içindir. Her kim de örterse; muhakkak benim Rabb'im,
Gani'dir(ihtiyaçsızdır), Kerim'dir(üstündür-cömertdir).
[NEML(27)/40]
İNSAN TOPLUMLARINI BAŞTAN ÇIKARANLAR: CİN-ŞEYTANLAR
Anladığımız
kadarıyla, Azazel melek boyutundayken, "cin toplumu"nun liderlerinden
19 kişi onun yardımcıları idi. Bunlar, kendilerini tamamen Allah'a
adamış, O'nu melekler gibi tespih ve takdis eden önderlerdendi. Bu
sebeple de adeta cennetlere; 2. Sema'ya yolculuk edebiliyorlar;
meleklerin konuşmalarını; Allah'tan gelen talimatları
dinleyebiliyorlardı. Azazel, İblisolunca, aldatıcı-yaldızlı laflarla
bunların da ayaklarını kaydırdı. Böylece İblis'in kölesi ve lanetli
şeytanlar oldular. İblis'in; "düşmüş melekler" dediği işte cinlerin
ileri gelenlerinden olan bu 19 kişidir. Bu 19 kişilik "öncü cinler" de,
kendilerine bağlı olan cinleri saptırdılar ki bunların da sayısı,
Enok'a(İdris'e) göre 200'dür.
Arkasından bütün bu cinlerin
reisleri ve tabiinleri, İblis'in emrine girerek; nesli bozmak için
temasta bulundukları zamanın toplumlarını "cin boyutlu üstün insan
olmak" vaadiyle kandırmışlardır. Böylece insan kızlarıyla birleşerek
"Devler"in(Ye'cuc-Me'cuc'un) babaları olmuşlardır. Yüce Allah'ın
yasalarını çiğneyen herkes, sünnetullah gereği lanetlenerek kendilerini
ve çocuklarının geleceklerini tehlikeye atarlar. Enok, insanlığı uyarmak
için kitabında bunları detaylı bir şekilde anlatmıştır. Ancak biz
konuyu uzatmamak için bunları aktarmıyoruz. Diğer taraftan "Ölü Deniz
Parşömenleri Kumran Yazıtları"nda benzer anlatımlar vardır. Nitekim
Kumran metinlerinden "devler olayı"nı ve "Nuh tufanı"nı kısaca şöyle
özetleyebiliriz:
"Bütün bunlar, seçtikleri arasından kendilerine
eş seçtiler, onların yanına gitmeye başladılar ve onlarla kendilerini
kirlettiler. Onlara büyücülük ve sihirbazlık öğretmek için... Onlardan
hamile kalıp devleri doğurdular...
"Güçlü Olan(Allah), onlara
haykırdı ve Dünya'nın bütün temelleri sallandı ve dipsiz kuyulardaki
sular fışkırdı. Göğün bütün pencereleri açıldı ve dipsiz kuyulardan
çıkan güçlü sular sele dönüştü. Göğün pencerelerinden yağmurlar boşaldı
ve O,Tufan'la onları yok etti... Bu nedenle kuru toprak üzerindeki her
şey helak oldu; adamlar, hayvanlar, kuşlar ve kanatlı yaratıklar öldü.
Devler kaçmadı..."
Ye'cuc-Me'cuc, Enok zamanında ortaya çıkmış,
torunu Lemeh'in oğlu Nuh zamanında da "Nuh tufanı"yla Dünya yaşayanları
cezalandırılmıştır. Devler, iblislere tabi olan insanlığı tekrar
cezalandırmak için Yaklaşansaat'te tekrar yeryüzüne çıkarılmak üzere yer
altına geçirilmişlerdir. Ne ölmüşler, ne de kaçıp kurtulmuşlardır,
saklı bulundukları yer altı sığınakları batmıştır. Zamanı geldiğinde bu
Devler(Ye'cuc-Me'cuc), serbest bırakılacaklar ve Deccal'e tabi olanlara
her bir tepeden saldıracaklardır.Ye'cuc-Me'cuc'un, Yaklaşansaat'te Dünya
insanlığı için nasıl bir tehdit oluşturduğu; Kur'an'da, "Sahih
Sünnet"te ve "Eski Ahit"te muhkem ve şiddetli bir şekilde ortaya
konmuştur.
Ancak biz bu noktadan sonra, "Ye'cuc-Me'cuc devlerini
ve cüceleri"ni üreten çağa ve toplumlara ışık tutmaya çalışacağız. Bu
konuda başvuracağımız kaynaklar, doğrudan kutsal kitaplar ve vahiy
kaynakları olmayıp; eski kavimlere ait tarihi-arkeolojik araştırmalar
olacaktır. Yani her ne kadar sözünü ettiğimiz bu çalışmalar, bilimsellik
iddiasında olsalar da; alanın kayganlığı ve belirsizliği dolayısıyla,
bizim de varacağımız sonuçlar elbette tartışılır olacaktır.
Bu
bölümdeki temel yöntemimiz, tüm verileri yine Kur'an'ın ve Vahyin
ışığında analiz etmek ve muhtemel sonuçlara ulaşmaktır. O halde burada
temel sorularımız şunlar olacaktır: dünyayı ifsada ve dehşete düşüren
Ye'cuc-Me'cuc; hangi zamanda ortaya çıktı? Bu fesat yaratıklarını
doğuran "eski çağların hegemon kavimleri" ve bunların Dünya üzerindeki
küresel etkileri nasıldı? Neden böyle evrensel bir felaket ortaya çıktı
ve Sonsuz Yüce Rahman'ın Kahhar sıfatı tecelli etti? Bir benzeri olmayan
ve olmayacak olan Nuh Tufanı sonucunda Ye'cuc-Me'cuc'un akıbeti ne
oldu? Evet bu soruları daha da çoğaltabiliriz... Mu ve Atlantis gibi
antik toplumlar bunun neresinde? Bu en eski iki toplumun ataları,
oluşumu ve yurtları hakkında ne biliyoruz? Bu toplumlar, gelişmiş bir
uygarlık mı, yoksa bugün İblis'in ordusunun Dünya'yı ele geçirmek için
ürettiği "galaktik uzaylı-insan uygarlığı" yaldızlı hapının yutturulduğu
"yozlaşmış-şeytanlaşmış toplumlar" mı?
Bu soruları, insanoğlunun
Dünya gezegenine atılma ve orada çoğalıp yayılma serüvenini ortaya
koyarak cevaplamaya çalışacağız. Şu andan itibaren ortaya atacağımız
görüşler; vahyi-dini-bilimsel kanıtlar ışığında "alternatif bir tez"dir
ve elbette tartışmaya açıktır. Ancak biz, bu tezin, gerçeklik
ihtimaliyetinin yüksek olduğuna inanmaktayız.
ADEM "ADEN CENNETİ"NDEN "ADEN BAHÇESİ"NE İNDİRİLDİ
Adem'i,
Sonsuz Yüce Rabb'imiz, Mekke civarından aldığı "Dünya toprağı"ndan
şekillendirdi. Önceden yarattığı "Adem'in Ruhu"nu bu kurumuş "çamur
formu"na üfleyerek hayata getirdi ve "Aden Cenneti"ne yerleştirdi. Aden
Cenneti(cenneti adnin), Kur'an'da 11 ayette aynen tekrarlanarak
müminlere vaad edilmektedir. Adem bir süre Aden Cenneti'nde kaldı. Daha
sonra yaklaşmaması gereken ağaca yaklaştı, yememesi gereken meyvesinden
İblis'in "melek olma-cennette ebedi kalma tuzağı"na düşerek yedi ve
cennetten kovuldu. Ancak "tevbe" ettiği için affedildi ve Dünya'daki
"Aden-Yemen-Mekke" bölgesine yerleştirildi. Böylece Yüce Allah'ın;
"birbirinize düşman olarak oradan(cennetten) inin!" talimatı gereğince
İblis, Adem ve Havva, Dünya gezegenine gönderilmiş oldular.
Peygamberimizden
gelen haberlere göre; Adem, Hindistan'a; Havva, Cidde-Mekke'ye
indirildi. Bir zaman sonra Mekke'de buluştular. Taberi şöyle ifade eder:
"Adem,
Hint'e, Havva Cidde'ye indirildi. Adem, onu arayarak Arabistan'a geldi,
onlar birbirleriyle buluştular. Havva orada ona yaklaştığı için
buluştukları yere Müzdelife adı verildi. Buluşup tanıştıkları yere
Arafat, bir arada toplandıkları yere Cemidendi."
Müzdelife;
Mekke'de, Arafat ile Mina arasında bulunan ve Hac'da, Arafat'tan sonra
"vakfe" yapılan yerdir. Müzdelifekelimesi, "yaklaşmak, yakınlaşmak"
anlamındaki Arapca "zlf" kökünden türetilmiş olup, "yakınlaşılan yer"
anlamında, ism-i mekân(mekan ismi)dir. Ayrıca burası, "buluşma-toplanma"
anlamında Cem adıyla da anılmaktadır.
Adem, Havva'yla
buluştuktan sonra yaşamını, Mekke merkezli ve Aden-Yemen bölgesinde
sürdürür. İnsanlığın başlangıcında bu bölge; hatta "Arap Yarımadası"nın
tamamı, adeta bir cennet gibi yaşama elverişliydi. Bu coğrafya;
ırmaklar, ormanlar, bitkiler ve hayvanlarla donatılmış; ılıman bir
iklime sahipti. İnsanoğlunun kökleri, buradan Afrika'ya, Asya'ya
veArabistan'ın kuzeyine yayılmışlardır. İnsanlığın başlangıcı ve yaşam
serüveni bu merkezden başlayarak; Nuh tufanına kadar Dünya'nın her bir
yanına yayılmıştır. Bunun kanıtlarını yeri geldiğinde ifade edeceğiz.
Şimdi ise burada Adem'in "Aden cenneti"nden, "Mekke-Aden-Yemen Dünya
bahçesi"ne yerleştirildiğinin Tora'daki kanıtını vereceğiz. İşte
Tora(Tevrat)'ınBereşit(Tekvin) kitabında yer alan ayetler:
"Tanrı, içinden alındığı toprağı işlemesi için onu (insanı), Eden Bahçesi'nden(cennetten) kovdu.
İnsanı
sürdü ve Yaşam Ağacı yolunu korumak için, Eden'in doğusuna Keruvim'i ve
'sürekli dönen kılıcın alevi'ni yerleştirdi." (Bereşit: 3/23-24)
3/23
ayetinde; Adem'in, Dünya toprağından yaratıldığına gönderme var ve
ayetin devamında; bu toprağı(dünya toprağını) işlesin diye Eden(Aden)
cennetinden kovulduğu bildiriliyor. Adem'in, Mekke civarındaki dağlardan
alınan topraktan yaratıldığına dair Peygamberimizden haberler vardır.
Hatta bu Mekke-Medine arasındaki bütün bu dağlara Paran(Faran) dağları
denmektedir. İbranice'de de mevcut olan bu "faran" kelimesinin Arapça'da
kökü "frn"dir ve "fırın-furun" ismiyle de anlamdaştır.
3/24'de
Adem'in(insanın) cennetten sürülüşü tekrar vurgulanıyor. Yaşam
Ağacı(Adem'in nesli)ni korumak için "Aden(Mekke-Yemen) Yurdu"nun; yani
"Güney Arabistan"ın doğusuna Keruvim'in(meleklerin) ve "dönen kılıcın
alevi"nin(cinlerin) yerleştirildiği bize bildiriliyor.
"Dönen
kılıcın alevi" tanımlaması dumansız alevden yaratılmış olan cinleri en
güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Cinlerin Doğu'da Pasifik'te "Solomon
adaları merkezli bir bölge"de yerleştirildiğine ileride değineceğiz.
Böylece Adem, "Aden-Yemen"e; cinler Doğu'ya; melekler de "Yaşam Ağacı"nı
korumak için ikisinin arasına yerleştirilmiş olmaktadır. Bir
anlamdaAdem'in ve neslinin yaşayacağı "Mekke-Yemen Yurdu", "cinler"in
şerrinden korunmuş bulunmaktadır.
MEKKE-KABE"NİN KONUMU VE İNSANLIK İÇİN ÖNEMİ
"İlk
Kabe"nin, Adem'den önce ya da sonra Mekke'ye, Sema'dan indirildiği; 8.
Sema'da Arş'ın altında "melekler"in toplanıpSonsuz Yüce Rabb'imizi
tespih ve tekbir ettikleri ve etrafında döndükleri "Sema'daki Kabe"nin
bir izdüşümü olduğu konusunda rivayetler vardır. "Sema'daki Kabe"nin bir
izdüşümü-benzeri olan Kabe, Dünya'nın merkezinde; yani Mekke'de tesis
edilmiştir. Mekke'deki bu "kutsal ev"in; "kadim ev"(Beyti Atik) olduğu
Kur'an'da ve hadislerde beyan edilmektedir. Nitekim Kur'an'da
[HAC(22)/33]'de Kabe'ye; "Beyti Atik"(eski-antik ev) diye atıf
yapılırken; diğer bir ayette de yeryüzünde insanlar için "ilk
vazedilen(konan) ev"in, Kabe olduğu bildirilir:
Muhakkak ki, Bekke(Mekke)de insanlar için ilk vazedilen(konan) Ev, mübarek ve alemlere hidayet olan (Kabe)dir.
[AL-İ İMRAN(3)/96]
İmam
Suyuti'nin Camiu's-Sağir'inde bir rivayette; "Beytü'l-Ma'mur"un,
Sema'da bir Mescid(Kabe) olduğu ve buMescid'in(Sema'daki Kabe'nin)
izdüşümünün de Mekke'deki Kabe olduğu ifade edilir. Aynı rivayette,
Sema'daki bu "Beytü'l Ma'mur"u, "melekler"in sürekli tavaf ederek Yüce
Rabb'imizi tespih ettikleri; onun, Sema'daki hürmetinin, Kabe'nin
Arz'daki hürmeti gibi olduğu bildirilir. Nitekim Kur'an'ın [TUR(52)/4]
ayetinde "Beytü'l Ma'mur"a(imar edilmiş Ev'e) Sonsuz Yüce Rabb'imiz
yemin eder ki bu oldukça anlamlı bir yemindir.
Taberani'nin Mu'cemu'l-Kebir'inde de; İbn Amr bin el-As'tan rivayet edilen bir hadiste şöyle denir:
Allah,
Adem'i yeryüzüne indirdiği zaman şöyle der: "Ben seninle beraber,
Arş'ımın etrafında dönüldüğü gibi, dönülecek olan bir Ev(Kabe)
indireceğim."
İbni Abbas'tan nakledilen başka bir hadiste de
Adem, Kabe'yi tavaf edip hac görevini bitirdikten sonra, melekler
kendisiyle karşılaşır ve kendisine şöyle derler: "Ey Adem! Haccın kabul
olsun!"
Kabe, Sema'dan indirildiğinde "Hacerül Esved" ışıklı bir
cennet taşıydı. Adem'in, cennet özlemini gidermek için sık sıkKabe'yi
ziyaret ettiği, hem hadislerde hem de saklı metinlerde geçer. "Adem ve
Havva" saklı metninde Adem, Havva ve oğulları Şit'in, Cennet'i görmek ve
Sonsuz Yüce Allah'a yalvarmak için "Cennet bahçesine gittikleri" sık
sık ifade edilir ki; o yer Kabe'dir. Ve adeta görüntülü telefon yahut
bir televizyon gibi cennetle iletişimi sağlayan bu "ışıklı-parlak taş",
"Hacerül Esved"dir. Adem ve soyunun, bu ışıklı cennet yakutu olan
"Hacerül Esved"le cenneti gördüklerini; özellikle Adem'in böylececennet
özlemini giderdiğini söyleyebiliriz. Ancak sonradan ademoğlunun "şirk
koşması"yla, söz konusu olan taşın karardığıve bu fonksiyonunu
kaybettiği ifade edilmektedir.
Taberi rivayetine göre Adem'den
sonra oğlu Şit, yeryüzünde halife peygamber oldu. Adem öldüğü zaman
ademoğulları40.000'e ulaşmıştı. Şit, Mekke'de oturdu ve ömrünü Mekke
merkezli Güney Arabistan'da tamamladı. Kabe'yi tavaf eder, şerefli sayar
ve imar ederdi.
Diğer taraftan Mekke, coğrafi açıdan; enlem,
boylam ve kutuplara olan mesafesi bakımından, "altın oran"a uygun bir
"merkez"dir. Kur'an [EN'AM(6)/92] ayetindeki "ümmül kura"; yani
"şehirlerin anası-merkezi" ifadesi, anlamlı ve önemli bir işarettir. Bu
kavramla Kur'an, "Mekke'nin merkezi konumu"na ve "insanoğlunun
başlangıcı"na atıfta bulunmaktadır. Nitekim Prof. Dr. Zağlul en-Naccar
bu konuda şunları söylüyor:
"Batı, Mekke'nin, Gezegenimizin
merkezinde bulunduğuna dair bilimsel kanıtlardan hoşlanmıyor. Ancak biz
her şeye rağmen araştırmalarımıza devam edeceğiz. Ve bunun bir gerçek
olduğunu ortaya koyacağız. Prof. Dr. Hüseyin Kemaleddin, Dünya'nın
başlıca şehirlerinde kıble yönünü belirlemeye çalışırken; Mekke'nin,
Yerküre'yi oluşturan yedi kıtanın hepsinin etrafından geçen bir dairenin
tam merkezinde olduğunu gösterdi."
Sonuç olarak Adem'den beri;
özellikle de İbrahim'den beri bu "merkez", korunmuş, haram belde ve şirk
koşulmadığı taktirde "melekler"in kuşattığı "emin belde" olma
özelliğini hep korumuştur. Ancak bugünkü gibi "şirk"in-"cehalet"in at
koşturduğu her yer, her toplum merkezi; ne emindir, ne korunmuştur ve ne
de Sonsuz Yüce Allah'ın azabından uzaktır.
Yukarıdan beri işaret
ettiğimiz deliller, insanoğlunun Dünya gezegenindeki yaşam serüvenin
"başlangıç noktası"nın "Mekke merkezli Güney Arabistan" olduğu tezimize
önemli bir katkı sağlamaktadır.
ADEM'İN İLK OĞULLARI: KABİL(KAYİN), HABİL(EVEL)'İ ÖLDÜRDÜ!
Adem'in,
yerleşik hale geldiği bu Mekke merkezli "Dünya Yurdu"nda ilk oğlu
Kabil, ikincisi Habil'dir. Adem ve HavvaAllah'tan salih bir erkek evlat
isterler. Kabil'e hamile olan ve gittikçe ağırlaşan Havva ve Adem, bu
sırada ikinci büyük hatalarını işlerler; çocuğun doğumuyla Allah'a ortak
koşarlar. Bunun üzerine Yüce Allah da onları şiddetle kınar.
İşteKur'an'da ve Tora'daki delilleri... Kur'an, Kabil'in(Kayin'in)
doğuşunu ve "şirk" koşulmasını şöyle açıklıyor:
O(Allah) ki, sizi
tek bir nefisten(Adem'den) yarattı. Onda sükun bulması için,
kendisinden zevcesini(eşini) yarattı. O zaman ki, onu örttü, o hafif bir
yükle yüklendi ve onunla(o yükle) dolaştı. Arkasından ağırlaştı. Ve o
ikisi, Rableri olan Allah'ı çağırdı: "Şayet bize bir salih (çocuk)
verirsen, elbette biz, teşekkür edenlerden olacağız."
Ne zaman ki
(Allah), o ikisine salih bir çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği çocuk
konusunda O'na(Allah'a) ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk(ortak)
koştuklarından yücedir, münezzehtir.
Onlar hiçbir şey yaratamayan yaratılmışlar iken, (Allah'a) şirk(ortak) mı koşuyorlar?
Onlar(ortak koştukları), ne onlara, ne de kendilerine yardım etmeye güç yetiremezler.
[ARAF(7)/189-192]
Tora(Tevrat) ise nasıl ortak koşulduğunu bildiriyor ve Kur'an ayetlerini adeta tefsir ediyor:
Adem eşi Havva'yı bildi. (Havva) hamile kaldı ve Kayin'i doğurdu ve "Tanrı ile birlikte bir insan edindim." dedi.
Bir doğum daha yaptı; (Kayin'in) kardeşi Evel'i (doğurdu). Evel davar çobanı oldu; Kayin ise toprak işçisiydi. (Bereşit: 4/1-2)
4/1'de
Havva, Kabil(Kayin) doğunca ne diyor: "Tanrı ile birlikte bir insan
edindim." İşte şirk olan bir ifade... Adem'i veHavva'yı doğrudan Sonsuz
Yüce Allah yarattı. Sanki Allah'ın onlara lütfettiği "bu çocuk"; Adem,
Havva ve onların yol göstericileri, yardımcıları olan meleklerin, Tanrı
ile birlikte meydana getirdikleri bir "çocuk-insan". Allah'ın dışındaki
sebeplere bir pay ayırmak, Allah'a ortak koşmaktır, "şirk"tir. Nitekim
yukarıda zikrettiğimiz [ARAF(7)/190] ayetinde, Yüce Rabb'imiz bunu
açıkça bildiriyor:
"Ne zaman ki (Allah), o ikisine salih bir
çocuk verdi, o ikisi, onlara verdiği çocuk konusunda, O'na(Allah'a)
ortaklar kıldılar. Allah, onların şirk koştuklarından yücedir,
münezzehtir."
Evet, işte Kabil(Kayin)in hikayesi buradan başlıyor
ve "Mu-Atlantis"e kadar uzanıyor. Bu şekilde doğan ve
büyüyenKabil(Kayin), kendisinden sonra doğan küçük kardeşi Habil(Evel)'i
kıskançlıkla öldürür ve lanetli hale gelir. İşte Tora'nın ifadeleri:
Tanrı; "Ne yaptın?" dedi. "Kardeşinin kanının sesi, topraktan bana doğru haykırıyor."
"Şimdi sen, kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açan topraktan daha da lanetlisin."
"Toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermeyecek. Dünyada göçebe ve yalnız olacaksın."
Kayin, Tanrı'nın huzurundan ayrıldı. Eden'in doğusundaki Nod ülkesinde yerleşti.
Bereşit(Tekvin): 4/10-12,16
Birincisi,
Kabil doğduğu zaman anne ve babası, "şirk" olan ikinci büyük hatayı
işlediler. İkincisi, Kabil, olgunluk çağındaHabil'i kıskanarak öldürmeye
teşebbüs etti ve öldürdü. Böylece insanlık tarihinin "taammüden kardeş
öldüren" ilk katili oldu ve kardeş kanının dökülmesinin yolunu açtı.
Sonsuz Yüce Allah, onu lanetledi. Artık işlediği topraktan önceki gibi
verim alamayacağını; yalnız ve göçebe olacağını bildirdi. Yüce
Rabb'imizin Rahmeti'nden mahrum olan Kabil, "Eden yurdu"nu; yani Mekke
merkezli "Güney Arabistan"ı terk etti ve bu yurdun doğusuna; "Nod
Ülkesi"ne gitti. "Nod"; İbranice'de "yalıtılmış" ya da "göçebelik"
anlamına gelir ki; Kabil, böylece Aden'in doğusuna; göçebelik diyarına;
Asya'ya gitmiştir.
Daha sonra İsrailoğulları'nda sehven adam
öldüren kimselerin, öldürülmemesi ve katilin oraya kaçabilmesi için
"vaad edilen toprakların doğu tarafında bir bölge" oluşturulur. Tora'da
bu konuda birçok ayet vardır. Devarim(Tesniye) 4/41 de; " O zaman Moşe,
Yarden'in(Erden ırmağının) güneşin doğduğu (taraftaki) yakasında üç
şehir ayırdı." ayeti bu meseleyi özetlemek için yeterlidir. Ancak
kasten(taammüden) adam öldürenler öldürülür, kısas vardır. Kabil, kasten
kardeşini öldürmesine rağmen öldürülmemiş, lanetli olarak Asya'ya
kaçmasına müsaade edilmiştir. Bunun sebebi ise; cinayetin örneksiz
olarak işlenmesi; bu konuda bir bilinç olmamasıdır ki bu zannımızca
hafifletici bir unsurdur. Elbette en iyisini, her yaptığı işte sayısız
"hikmetler" bulunan Sonsuz İlim Sahibi Yüce Rabb'imiz bilir.
İNSANLIK DÜNYAYA NASIL YAYILDI?
1) Yemen-Umman'da: "Cebeli Faya" Arkeolojik Çalışması
Bugün
modern araştırmalar, insanlığın, Dünya'ya, Afrika'dan; özellikle Doğu
Afrika'dan; yani "Aden körfezi"ne yakın Rift vadisinden yayıldığını
söylemektedir. Ancak en son yapılan bir arkeolojik çalışmada, Arap
Yarımadası'nın güneyinde; "Aden-Yemen"in doğusunda; Cebeli Faya'da
önemli kanıtlar bulunmuştur. Londra Üniversitesinden Simon Armitage ve
meslektaşlarının 2011 yılında "Science Dergisi"nde yayınladıkları ve
Yaklaşansaat'te haber olarak verdiğimiz bu araştırmada şu tespitler
yapılmaktadır:
"Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki Jebel Faya(Faya
dağı); bereketsiz çölleri ve tepeleri, seyrek yağmurları ve kumlu
toprağı ile sadece birkaç göçebe bedevinin dayanabileceği, tamamen
yaşanması zor bir yer olarak görünüyor. Ancak, 125.000 yıl önce her şey
çok farklıydı. Çöller, bolca su ve av hayvanını barındıran bir
savanaydı. Yani geniş ova, çayır, küçük ağaçlıklar, yeşilliklerden
oluşan ekosistem.
"Ekip, bu ilk modern insanların, İran
körfezinden bile geçip ilerlemiş, belki de Hindistan'a, Endonezya'ya,
hatta Avustralya'ya gitmiş olabileceklerine inanmaktadır.
"Son
interglasiyel(buzularası) çağda, Doğu Arabistan'da insan varlığını
gösteren Jebel Faya'da deliller bulunmaktadır. Jebel Faya'da bulunan
aletler, Doğu Afrika'daki Orta Taş Çağının son dönemleri ile
benzerlikler göstermektedir.
Diğer taraftan, buzularası çağda deniz
seviyesi yüksekken, (Arabistan'daki) Necd platosunda bitki yoğunluğu
fazlaydı ve daha çok su bulunmaktaydı.
"Güney Arabistan, insan
nüfusun artması için ikinci bir merkez olmuş olabilir... Güney
Arabistan'da yağmurlu dönemlere ilişkin kanıtlar bulunmaktadır.
Muhtemelen insan popülasyonları, kıyı şeridine ilaveten, Arabistan'ın
içlerine doğru da arttı ve ilerledi.
"Sonuç olarak, muhtemelen
İran körfezi bölgesi, avantajlı dönemlerde ilk modern insanların
yayılmış olabileceği diğer birpopülasyon merkezini oluşturdu. Güneydoğu
Arabistan'dan, İran körfezine giriş, muhtemelen Hacar dağlarından İran
körfezi havzasına uzanan çok sayıda vadi kanalları aracılığı ile olmuş
olabilir. Bu kanallar aynı zamanda, körfez öncesi (proto-Gulf) kıyılar
boyunca, tatlı su kaynaklarına erişimi sağlayarak, insan göçünü
kolaylaştırmıştır."
2) Yemen-Umman'da: "Dhofar" Arkeolojik Çalışması
Bu
yazımızı tamamlamak üzereyken Arabistan'da yapılmış çok yeni bir
arkeolojik çalışma elimize geçti. Faya'da yapılan çalışmayı ve bizim
tezimizi destekleyen çalışmanın lideri İngiltere'deki Birmingham
Üniversitesinden paleolitik(yontma taş devri) arkeoloğu Jeffrey Rose'un
ekibinin, "LiveScience"da yayınlanan çalışmasından işte birkaç paragraf
daha:
"Umman Sultanlığı'nda 100'den fazla yeni bulunan bölge,
genetik kanıtların işaret ettiğinden daha uzun süre önce Afrika'dan
göçün Arabistan içlerinden olduğunu doğruluyor. İlginç bir şekilde yeni
bulunan bu bölgeler, kıyılardan çok uzak, iç bölgelerde yer alıyor."
Jeffrey Rose şunları söylüyor:
"On yıldır Güney Arabistan'da ilk
insan yayılışını anlamamıza yardımcı olacak deliller aramamızdan sonra,
nihayet Afrika'dan çıkışla ilgili açık deliller bulduk. Bunu heyecanlı
yapan ise, bu senaryonun daha önce hiç düşünülmemiş olmasıydı."
Uluslararası
ekipteki arkeolog ve jeologlar araştırmalarını Arabistan Yarımadası'nda
bulunan, Güney Umman'ın güneydoğu köşesinde bulunan Dhofar dağlarında
yaptı. Southern Methodist Üniversitesinden araştırmacı Antony Marks,
kıyı boyunca toplu göçe işaret ederek kıyılardan geçen birinin deniz
ürünlerini kullanmasının, çölün içinden geçmesine göre daha fazla anlam
ifade edeceğini belirterek şunları söyledi:
"Kıyıdan göç hipotezi bir taraftan makul gözükse de bunu doğrulayacak arkeolojik hiçbir kanıt yok."
Araştırma
ekibi 2010 sezonu bitiminde planladıkları son yer olan, sıcak,
rüzgarlı, nehir kanalının yakınlarında bir çok taş aletin dağınık halde
bulunduğu kuru bir platoya gitti. Bu tarz taş aletler Arabistan'da
yaygın olarak bulunuyordu ancak bu zamana kadar bulunanların hepsi
nispeten daha geç zamanlarda yapılmıştı. Yakın incelemelerden sonra
Rose; "BunlarNübyelilere(Kuzey Afrika'da yaşayan etnik bir gruba) ait
taşlar. Burada ne işleri var." diyerek arkadaşlarının dikkatini çekti.
Araştırmacılara göre, bu çorak çöllerde bulunan birçok kanıt, çalışma
alanının önemini vurguluyor. Marks:
"Bu bölgede, teorik modellerle, gerçek kanıtlar arasındaki bağları kopartacak örneklerimiz var." diyor.
Bu
taşların, birisi tarafından terkedilmek yerine yapıldığı düşünülüyor.
Nasılsa bu taş aletlerin yapıldığı zamanda, Arabistankuş uçmaz kervan
geçmez viran ve ıssız bir yer değildi. O zamanlarda kıyıya düşen
bereketli yağmurlar, Arabistan'ın çorak arazilerini verimli yapıyordu.
Araştırmacıların açıklamalarına göre, bu otlaklıklarda avlanabilecek
birçok hayvan bulunuyordu. Rose:
"Belli bir süreliğine Güney
Arabistan, iri av hayvanları, bolca akan taze sular ve taştan araçlar
yapmaya yarayan yüksek kalitede çakmak taşları gibi zengin kaynaklara
sahip yeşil bir alandı." diyor.
Araştırmacıların iddia ettiğine
göre, modern insanların Afrika'dan ilk göçü, Arabistan'ın kıyısından
değil; günümüzde otoyololarak kullandığımız nehir bağlantıları boyunca
yapılmıştır. Buralarda ilk modern insanların Afrika savanalarında
avlamaya alıştıkları ceylanlar, antiloplar ve dağ keçileri gibi cazip
hediyeler olduğu düşünülüyor. Rose, LiveScience ekibine şu açıklamada
bulundu.
"70.000 yıl önce yapılan toplu göçün genetik
işaretlerine baktığımızda, çıkışın Afrika'dan değil, Arabistan'dan
yapılmış olabileceğini gördük."
Arkeologlar, Güney Arabistan
çölleri boyunca "taş kalıntılarının yolları" olarak adlandırılan
kanıtlardan daha fazla bulmak için taramaya devam edecekler."
TEZİMİZ: İNSANLIK, DÜNYA'YA "GÜNEY ARABİSTAN"DAN YAYILDI
Yukarıdan
beri ortaya koyduğumuz özellikle vahye dayalı deliller; insanlığın
başlangıcının ve yayılma merkezinin Mekkemerkezli "Güney Arabistan";
yani Mekke'yi içine alan "Aden-Yemen" bölgesi olduğunu bize açıkça
göstermektedir. Adem, "Aden Cenneti"nden, Dünya'daki "Aden Bahçesi"ne
indirilmiş; ademoğulları buradan dünyaya yayılmışlardır. Güney
Arabistan, tarihler boyunca verimliliği ve her yöne ulaşım kolaylığı
dolayısıyla hep "Saadet Ülkesi" yahut "Bereketli Arabistan" olarak
görülmüştür. Nuh'tan sonra ortaya çıkan, Arapların atası olan ve dillere
destan bağ-bahçelerine ve gücüneKur'an'da işaret edilen "Ad-İrem
Kavmi"nin yurdu da burası olmuştur.
Bu bölgenin Doğu Afrika'yla
Aden körfezi bağlantısı; Asya ile Umman körfezi bağlantısı, bu
yayılmanın önemli iki yönünü bize göstermektedir. Ademoğullarının üçüncü
yayılma yönü ise Arabistan'ın içinden kuzeye doğrudur. Son yapılan
çalışmalarla da güç kazandığı gibi ademoğlu, Arabistan'ın içinden; bugün
kurumuş gözüken, ancak insanlığın başlangıcında gürül gürül akan nehir
yatakları boyunca Arabistan'ın kuzeyi yönünde ilerlemiş; Orta Doğu'ya ve
Mezopotamya'ya yayılmıştır.
Bugün özellikle evrim aşığı
araştırmacılar, modern insanın başlangıcını Afrika'da aramaktadır, zira
bu arayış onların "evrim felsefesi"ne uygun düşmektedir. Modern
insanlığın evrimleşerek ortaya çıkması için ilkel aşamalardan geçmesi
varsayılmaktadır. Afrika'nın, hatta Doğu Afrika'nın başlangıç noktası
izlenimi vermesi; bir anlamda yanılgıdır, bir anlamda daAden körfezinin
en yakın komşusu olarak bizim tezimizi desteklemektedir. Afrika'da
yapılan araştırmalar Güney Arabistan'da yapılsa, umuyoruz ki tezimizi
doğrulayan kanıtlar daha da güçlenecektir. Nitekim yukarıda
özetlediğimiz Yemen-Umman bölgesinde Cebeli Faya'da ve Dhofar bölgesinde
yapılan arkeolojik çalışmalar, bizi doğrulamaktadır. Bu çalışmalar
arttıkça tezimizin tamamen doğrulanacağı konusundan hiçbir kuşkumuz
yoktur.
Adem'in ilk oğlu Kabil'in, "Nod Ülkesi"ne; Doğu'ya
sürüldüğünü ve Cebeli Faya yoluyla Umman körfezinden geçerek Asya'ya
geçtiğini ifade etmiştik. Kabil'in, bugünkü İran üzerinden
Afganistan-Kabil'e; oradan da "Kabil soyu"nun, Tibet-Hind-Çin veAsya'nın
tamamına yayıldığını düşünmekteyiz.
KABİL-YUAN-ÇİN VE MU TOPLUMU
Kabil
ismi, Afganistan'da anlamlı ve yaygın bir isimdir. Kabil isminin
yüklendiği olumsuz anlam dikkate alındığında; sonradan kullanıma
girmesinin anlamlı olmayacağı açıktır. Ancak tarihsel köklere dayanarak
zamanımıza ulaşması, bizce daha gerçekçi bir tespittir. Kabil, bugün
Afganistan'ın başkenti ve en büyük şehridir. Kabil vilayeti, Hindukuş
dağlarının güneyinden Hindistan'a giden yol üzerinde kurulmuş 1800 metre
yüksekliğinde bir merkezdir. Aynı zamanda tarihi ipek yolu
üzerinde,Asya'ya açılan bir kapıdır. Pakistan'a geçit veren Hayber
geçidini de kontrol eden stratejik öneme sahip bir "antik
şehir"dir.Kabil vilayetinin bir de Kabil ilçesi vardır. Ayrıca bölgeye
bu ismi veren başkentin ortasından geçen Kabil nehribulunmaktadır.
Afganistan'ın doğusundan yola çıkar ve Peşaver'in kuzeydoğusundan
geçerek İndus nehrine katılır.
Evet, Asya'nın Kabil kapısından
ilerleyen "Kabil soyu", Çin'e kadar ilerlemiş; Tufan'dan önceki
Uygur-Tibet, Hint ve Çinkarasında egemen olan "Mu İmparatorluğu"nun;
yani "Mu Karası"nın atası olmuştur. Muhtemelen Atlas okyanusunda yer
alan "Atlantis Karası"nda konumlanmış olan "Atlantis toplumu"nun atası
ise "Mu toplumu"dur. Yani batmadan önce Atlasokyanusunda konumlanan
Atlantis toplumunun atası Mu'dur.
Taberi, Özellikle Çinlilerin
atasının Kabil olduğunu bir hadise dayanarak bize bildirir. "Şarabı,
çalgıyı, kopuzu, telli çalgılara kıl takmayı, defe-davula deri geçirmeyi
ve bunun gibi işleri ilk önce kim icad etti?" şeklindeki bir
soruyaPeygamber (s.a.v.)'in cevabı özetle şöyledir:
"Bu
sorduğunuz şeyler Kabil oğullarından kaldı. Kabil'in çocukları arasında
çok zaman önce bir kişi vardı ki adına Yuanderlerdi. Yuan, şenliği,
şadlığı seven bir kişiydi. Şeytan onunla arkadaş oldu. Onu bu gibi
eğlencelere alıştırdı, şevklendirdi. Bu gibi çalgıları ona hep İblis
öğretti. Öyle ki yaş üzümü sıkıp şira etti. Birkaç gün ekşiyinceye kadar
onu bıraktı. Sonra küplere testilere koydu. Çengiler düzdü, eğlenceler
kurdu. O şaraptan bir miktar ortaya koyar, herkese içirirdi. Biraz çalgı
çalardı, biraz da kalkar oynardı. Onlara bu şeyler gittikçe hoş gelmeye
başladı. Herkes bu Yuan gence yakınlaşıp, onunla dostluk ettiler. Sonra
İblis, insan formunda geldi, onunla arkadaşlık etti, onunla birlikte
yiyip içti. Yuan'ı, güzel sözlerle eğlendirmeye başladı, onun
taşkınlıklarını daha da artırdı. İşte bunların hepsi o Yuan'dan
kalmıştır. O Yuan'a da Şeytan öğretmiştir. (Tarih-i Taberi, C.1, s.76)
Hadiste
şaşılacak derecede ismi çokça zikredilen kişi, Kabil'in oğullarından
birisi ve üstelik adı da Yuan. Yuan bugün bize hiç de yabancı gelmiyor.
Bilindiği gibi Yuan, Çin'in sadece milli parası değil, çok daha fazlası,
Çinlileri ve Çin tarihini simgeleyen bir "şifre-isim". Çin Halk
Cumhuriyeti'nin resmi para birimi Yuan'dır ve Çin Merkez Bankası
tarafından basılır.Yuan Hanedanlığı (1280-1368) yılları arasında egemen
olmuştur. Çin'de bir araştırma yapılacak olursa en yaygın isimlerden
birisinin "Yuan" olduğu görülür. Tipik bir örnek: Çin tarihindeki en
büyük şair, bin yılı aşkın süreden beri Çinlilerin en çok sevdikleri
klasik şairlerinin ismi "Qu Yuan" iken, bugün için Çin İstişare Komitesi
üyesi ve Çin Askeri Akademisi Dünya Askeri Araştırmalar Enstitüsünün
eski başkan yardımcısı Tümgeneralin ismi "Luo Yuan"dır. "Yuan" adeta
Çinlilerin soyadı olmuştur.
Çin tarihi kadar mitolojisinde de
"Yuan" ismi önemli bir yer tutmaktadır. Chiang-Yuan, Çin mitolojisinde
bir tanrıdır. BixiaYuan-jin, bir Çin tanrıçası olup, güya çocukların
doğumundan ve kaderinden sorumludur. "Taoizm"de mistik
yaratıklar,Yuan-shi tian-zong tarafından yönetilirler ve yılda bir kere
ona raporlarını sunarlar.
Diğer taraftan Yuan hanedanlığı
döneminde eski Lijiang kentindeki köprüler ve bazı yapılardan söz
edilirken; bir yerel yönetici "Mu" ve onun "Mu konutu"ndan söz edilir ki
bu da oldukça anlamlıdır. Metin aynen şöyledir:
"Antik Lijiang
kentinde bulunan Mu konutu, Lijiang yerel yöneticisi Mu'nun çalıştığı
yerdi. Yuan hanedanı döneminde(1271-1368) inşa edilmeye başlayan Mu
konutu, 1998 yılında kent müzesi haline getirildi. Üç hektar alanı
kapsayan Mu konutu, küçüklü büyüklü toplam 162 odaya sahiptir. Konut
içinde imparatorlar tarafından hediye edilen 11 tane yazılı levha
asılıdır."
Aynı şekilde "Mu"nun, Çin mitolojisinde yaygın
kullanımını görmekteyiz. Özellikle bu ismin, daha yüksek seviyede tanrı
ve tanrıça isimlerinde yer aldığını görmekteyiz. İşte içinde "Mu"
bulunan tanrı ve tanrıça isimleri: King-Mu, Xi Wang-Mu, Mu-Gong,
Mu-King, Mu-Lan, Mu-Cera, Mu-m-Mu, Mu-t, Nudim-Mu,Tian-Mu...
Çin
efsanelerinde, Uygurların, 17.000 yıl önce gelişmelerinin zirvesinde
olduğu anlatılır. Bu Uygurlar, Tufan'dan öncekiUygurlardır ve "Mu
toplumu"na bağlı koloni imparatorluğudur
KABİLOĞULLARINA ELÇİ: ENOK(İDRİS)
Kabil oğulları
kavmini İslam'a çağırmak üzere uyarıcı elçi olarak İdris gönderildi.
Taberi, Kabiloğullarının, İdrispeygamberin bu davetine olumlu cevap
vermediklerini "Tarih-i Taberi"de şöyle açıklar:
"Ateşe
tapmayınız, şarap içmeyiniz, zina etmeyiniz!' dedi. Bunlardan onları
yasakladı. Fakat bu kavimden pek az kimseİdris'i tasdik etti. Ateşe
tapmayı bırakmadılar. Çok zaman fısk ve fücur içinde kaldılar. İdris'e
tabi olmadılar. Şit'e inen suhufu(sahifeleri) onlara okudu. Halkı o
kitabın hükümlerine uymaları için uyardı."
Taberi, o tarihte
devler ve cin-şeytanların insanlar tarafından gözle görüldüğünü ve insan
toplumlarıyla devler arasında düşmanlık, cenk ve barış hallerinin Nuh
tufanına kadar sürdüğünü, Tufan'dan sonra ise cin-şeytanların ve
devlerin gözden kaybolduğunu bize nakleder.
MU KARASI, LEMURYA VE ATLANTİS
Yaklaşık
olarak 12.000 yıl önce meydana gelmiş olan Nuh tufanından önceki
zamanlara ait tahmini Mu, Atlantis ve Lemurya haritası.
Bugün
müthiş bilgi kirliliği ve yanıltma, manipülasyon işlemektedir. Bu
kavram ve bilgi kirliliğini bilinçli olarak kullanan İblisve
adamlarıdır. İnsanlığı "kadim planları"na alet etmek için sürekli
"gerçek"le, "yalan"ı harmanlayarak, insanlık tarihinin en büyük
"Fitne"sini hazırlamaktadırlar. Bütün vahye dayalı kavramların ve
gerçeklerin altüst edildiği "enigmatik çağ"ın kapısını açmak üzere
durmadan beyin yıkamaktadırlar. Bugünün gerçek vahiyden mahrum insanlık
ise yarasalar gibi maalesef karanlığa doğru koşmaktadır. İşte tam bu
zamanda Mu, Lemurya, Atlantis'le ilgili "bilgi kırıntıları", İblis'in
açık ve gizli medyumlarınca; New Age'ci, ezoterikçi kaynaklarca,
"yaldızlı paketler" halinde piyasaya habire sürülmektedir.
İnsanlığın
Tufan öncesi tarihinde yer alan Mu toplumu yahut imparatorluğunun
sınırları; Tibet-Hint-Çin topraklarına; Doğu Asya'nın güneydoğusunda yer
alan Pasifik'teki tüm adaların da katılmasıyla oluşan geniş bir karayı
kaplıyordu. Bu sınırları şöyle belirleyebiliriz: Burma'nın güneydoğu
ucundan, Smith adası, Sumatra, Java, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın alt
ucundan Güney Amerika'ya yönelerek, yukarıya dönüp Japonya'yla daireyi
tamamladığımız zaman;"Mu-Lemurya karasının batmış olan kısmı"nı da elde
etmiş olacağız. Bu dairesel dönüşle, Doğu Asya'nın güneydoğusuna, yarım
daire yahut atnalı içinde kalan irili-ufaklı adalarla, Pasifik denizinin
önemli bir kısmını katmış bulunuyoruz. Sınırlarını çizmeğe çalıştığımız
bu genişletilmiş Asya,Mu ve komşusu Lemurya karasının toplamıdır. Başka
bir ifadeyle; Doğu Asya'nın jeolojik olarak da bir parçası olan ve
"Solomon adaları"nı da içine alan "Pasifik'teki batmış bölge", Mu'nun
komşusu Lemurya'dır. Aynı zamanda bu Kara, Mu'yu,Nuh tufanı öncesi Güney
Amerika'ya-Meksika'ya bağlayan bir köprü görevi yapmıştır.
Bugün
bakıldığında, çerçevesini çizdiğimiz bu coğrafyanın, Asya'nın devamı
olduğu, ancak bir kuyruklu yıldız darbesiyle karanın bazı kısımlarının
batarak bugünkü şeklini aldığı rahatlıkla söylenebilir. Zira "Mu
karası"nın bir kısmının batışına işaret eden antik tabletler ve yazıtlar
bulunmaktadır. Özellikle Mu karasının devamı olan "batmış kara",
cin-şeytanların yurduLemurya olarak adlandırılır. Solomon adalarını da
içine alan ve Meksika körfezine doğru uzanan tamamen batmış "Lemurya
karası"nın, "Mu karası"nın devamı olması sebebiyle Mu insan toplumu ile
Lemurya cin-şeytan toplumu aynı toplum sanılmış yahutta
karıştırılmıştır. Esasında bu karışıklığın arkasında İblis'in
manipülasyonu vardır.
Mu uygarlığı hakkında ilk bilgileri,
Hindistan'da bulunan Nakal tabletlerinden öğrenen Albay James
Churchward, "Kayıp Kıta Mu" kitabında şunları yazar:
"Uygur
uygarlığının kaynağı, bugünkü Moğolistan ve Gobi çölünün dağ yamaçlarına
yakın olan bölgeleridir. Çok nesiller önce insanlar bir kral seçmişler
ve isminin başına da 'Ra' ekini getirmişlerdi. Böylece o 'Ra Mu' adı
altında hiyeratik baş ve imparator olmuştu. İmparatorluk da 'Güneş
İmparatorluğu' adını almıştı. Tufan öncesi dönemde tarih sahnesinde
bulunan bukayıp ülkeye, değişik isimler verilmiştir. Tibet metinlerinde
ondan Ra Mu diye söz edilirken, Amerika'daki yazıtlarda Mu'nun Anavatanı
olarak yer almaktadır."
Mu toplumu; Kabil'in oğlu Yuan'dan beri
Lemuryalılar; yani cin-şeytanlar tarafından yönlendirilen, adeta
yönetilen bir insan toplumudur. Bu nedenledir ki; tüm kültürlerinin, din
anlayışlarının ilham kaynağı Lemuryalı cinlerdir ve onlarla
uygarlıkları adeta bütünleşmiştir. Lemurya; esasında Lemura'dır.
Lemura'da; le-mu-ra açılımından oluşur. Yani "Mu-Ra";
"Ra'nın(İblis'in)Mu'su" demektir. "Ra", İblis'in, Güneş simgesinin
arkasında saklanmasını sağlayan bir maskedir. Mu insan toplumunun;
Muismi de Ra'sı da Lemuryalı cinlerden ödünç alınmıştır ve bu iki ayrı
"cin ve insan toplumu"nun efendileri aynıdır: İblis.
Gerçekte
"Ra", Allah'ın Rahman ve Rahim sıfatlarının ilk iki hecesidir ve Allah'ı
temsil eder. Allah, Kur'an'da: "Güneş ışıktır, Ay nurdur" der.
Dolayısıyla Güneş(Ra) Allah'ı simgelerken; Ay, Peygamberimizi simgeler.
Ancak tüm şanını ve şerefini kaybeden insanlık düşmanı hırsız İblis, bu
simgeyi de çalarak, arkasına saklanmış; cinleri, insanları ve
toplumlarını saptırarak "şirk"e; oradan da "paganizme-putperestliğe"
kaydırmıştır. Böylece Mu toplumunun tüm şeytanileşmiş dini anlayışları
ve kutsal saydığı kavramlar, Mu'dan sonra gelen Atlantis'e, oradan da
arkadan gelen tüm "antik toplumlar"a, cin-şeytanlar tarafından
taşınmıştır.
Bu "Mu karası"na Lemurya ismini yanıltıcı bir
şekilde verenler; cin-şeytanların varlığını kabul etmeyen ve Mu'ya
komşuluğunu gizlemek isteyen kaynaklardır. Bu sınırlarını çizdiğimiz
"kayıp kara"nın bir kısmında cin-şeytanlaryaşamaktaydı. Evet
cin-şeytanlar, Adem'in, Dünya'ya; yani "Güney Arabistan"a yerleştiği
tarihten itibaren "dönen kılıcın alevi" olarak bu bölgeye
yerleştirilmişlerdir. Kabil'in Yuan'ın soyu, Doğu Asya'da çoğalıp "Mu
toplumu"nu oluştururken; önceden beri bu bölgede yaşayan
"cin-şeytanlar"ın komşuluğu ve kılavuzluğunda bir millet haline
gelmiştir.
Burada cinoğullarının, ademoğulları Dünya'ya gelmeden
önce bizim gibi 3-boyutlu kendi formlarında yaşadıkları; öldükleri zaman
da bizim gibi iskelete dönüştükleri görüşümüzü kaydetmekte fayda
vardır. Zira, "yüz binlerce senelik kafatası" bulan evrimcilerimizin
anlamakta zorluk çektikleri "insan evrimi meselesindeki yanılgıları"nın
önemli sebeplerinden birisi bucin kafalarıdır, diğeri de cin-insan
soyunun karışmasıyla ortaya çıkan "Ye'cuc-Me'cuc kafaları"dır...
CİN-ŞEYTANLARIN YURDU: LEMURYA
Solomon adaları ve Meksika
körfezi arasında kalan batmış bölgenin, "Lemurya cin-şeytan toplumu"nun
yurdu olduğunun altını çizmiştik. Bu Lemurya ismi, özellikle
cin-şeytanlar tarafından kullanılmakta ve bu isimde kitaplar
yazdırılmaktadır. Sonuç olarak Mu ve Lemurya, komşu iki toplumdur; biri
Ademoğulları-Kainoğulları, diğeri cinoğullarıdır... Bütün antik
toplumları kandıran cin-şeytanlar, Romalıları da işletmişlerdir. Nitekim
kendi atalarının geceleri dolaşan ruhları(!) için Romalıların
kullandıkları "lemures" kelimesi bir Lemuryalı oyunudur. Bugün de
Romalıları kandırdıkları gibi çağdaş cahilleride, atalarının ruhları,
yahut ölülerin ruhları, yahut da ruh ve melek olarak kandırmaya devam
ediyorlar.
Murry Hope, "Atlantis Efsane mi Gerçek mi?" isimli eserinde şunları yazar:
"Atlantis,
Pasifik okyanusunda, Güney Amerika'nın batı kıyıları dolaylarında
gelişmiş bir başka tarih öncesi uygarlıktan beslenmiştir. Gerçekte, eski
Lemurya kıtasının, bir zamanlar Güney Amerika ve Asya'ya bağlı olduğuna
inanan pek çok kişi vardır."
Burada ifade edilen şudur:
Atlantis'ten önce, Güney Amerika ile Asya arasında başka bir
toplum-uygarlık vardır ki bu bizim dikkat çektiğimiz "Lemurya yurdu"dur.
Hope'ye
göre; Hesiodos, bu "eski cin kavmi"nin helakından söz ederken şu
ifadeleri kullanır: "Şimdi yazgı kapandı bu kavmin üzerine, onlar
yeryüzünün kutsal cinleri, kötülükleri doğru yola çeviren, ölümlülerin
koruyucuları."
Bu ifadelerde anlatılan kavim, bize göre helak
olan Lemurya cin-şeytanları, batan yurt da Lemurya yurdudur. Ayrıca
insanlığın yol göstericileri ve koruyucuları cin-şeytanlar değil, gerçek
meleklerdir. Bu cin-şeytanlar ise saptırıcı-aldatıcı ve helaka
hazırlayıcılardır. MÖ 8. yüzyılda yaşamış bir Yunan şairi Hesiodos'un,
şeytani Yunan felsefesinin temsilcilerinden olduğu hatırlanacak olursa,
cinlere yaptığı bu övgülerin boşuna olmadığı anlaşılır.
Lauren O.
Thyme ve Sareya Orion'u medyum olarak kullanarak; yani onlara
vahyederek "Lemurya Yolu" diye kitap yayınlatancin-şeytanlar; bu
kitapta, "Lemurya yaşamı" diye "şeytan toplumu"nun yaşamını ve Solomon
adaları merkezli yurtlarını, insanlara özendirecek şekilde ve gerçekleri
tahrif ederek anlatırlar. İşte bu kitaptan birkaç satır:
"Bizim
uygarlığımız binlerce yıl önce, bugün Güney Pasifik denen bölgede
bulunan büyük bir kıtada doğup gelişti. Üzerindeana yurdumuzu kurduğumuz
kıta, ayrıca Mu ya da Mukalia olarak da bilinir, ama biz Lemurya ismini
kullanacağız.Lemurya, Atlantis olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce
hem de onunla aynı zamanda var olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız,
Atlantis uygarlığının tamamen yıkılmasından binlerce(!) yıl önce yok
olmuştur."
Burada tam bir dezenformasyon söz konusudur. İblis
yöntemine göre; ya bir meselenin gerçekliği değiştirilerek batıla
dönüştürülür, ya da gerçeklerin üzeri örtülerek unutturulmaya çalışılır.
Burada olduğu gibi cin-şeytanlar, kendilerini,insanlığın atası, ilk
gelişmiş insan toplumu olarak yutturmaya çalışıyorlar. Onun için de Mu
ile Lemurya(kendi toplumları)nın aynı olduğu yalanını sürekli
tekrarlıyorlar. Ayrıca yukarıdaki Lemurya ile Atlantis'in helakları
arasında binlerce sene olduğu iddiası gerçeği ifade etmiyor.
ATLANTİS TOPLUMU VE YURDU
Churchward, "Kayıp Kıta Mu" kitabında Atlantis'le ilgili şunları yazar:
"Mu
Uygarlığı'nın en büyük evladı Atlantis'tir. Atlantis, Grönland'a yakın
bölgelerden İrlanda'yı içine alacak şekilde bütünKuzey-Doğu Amerika'nın
doğu kıyılarından aşağıya doğru Güney Amerika'nın doğu kıyılarını
kapsayacak şekilde bir bölgede yer almaktadır. Schliemann, yalnızca iki
belgeye; Troano el yazması ve Lhasa belgesine dayanarak; Atlantis'in Mu
ülkesiolduğunu iddia etmektedir. Oysa bu kayıtlarda, Mu ve Atlantis'in
aynı yer olduğuna dair bir beyan yoktur, bu sadece Schliemann'ın
düşüncesidir. Eğer başka kayıtları da inceleseydi, Mu topraklarının,
Amerika'nın doğusunda yani Atlantis'in bulunduğu yerde değil,
Amerika'nın batısında olduğunu görecekti. Buna karşın hem Atlantis ve
hem de Mu toprakları,volkanik patlamalarla helak olmuş ve batmışlardır.
Bilim bunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır.
"Atlantik okyanusunun
kuzeyinde, Avrupa'yla birleşen bir "kara yolu" vardı. Bu yol, Amerika,
Grönland ve Norveç arasında yer alıyor ve batı çizgisi İzlanda'dan
Fransa'nın kuzeybatı köşesindeki Cape Finisterre'ye uzanan büyük bir
üçgen çizen bir parçayla birbirine bağlanıyordu."
Murry Hope ise "Atlantis Efsane mi, Gerçek mi?" isimli kitabında şunları söyler:
"Fenikeliler,
Antilla dedikleri çok zengin gizli bir adadan söz etmekteydiler.
Hindistan'ın kutsal yazıları Puranalar'da veMahabharata'da, kendi alt
kıtalarının yarım dünya uzağındaki okyanusta yer alan Attala adlı bir
kıtaya gönderme yapmaktadırlar. İğnatius Donnelly, Atlantik
okyanusundaki Kıta'nın(Atlantis'in) batışı sırasında; her iki yanından
yeni kıtaların yükseldiği bir dizi devasa değişimin son halkası olduğunu
ileri sürer.
"Sulara gömüldüğü söylenen efsanevi ada Atlantis'in
ismi; 'Atalantis' ya da 'Atalantica' olarak da yazılır. Atlantis
efsanesine ilk kez Platon, Timaio adlı diyalogunda değinir ve Atlantis
konusundaki bilgilere kaynak olarak da Solon'u gösterir. Platon,yine
Kritias adlı diyalogunda da Atlantis'le ilgili olarak daha başka
ayrıntılar verir ve burayı bir yeryüzü cenneti olarak tanımlar. Ada
halkının atalarının, Poseidon tanrısı(şeytanı) ile insan anneden doğan
nesil olduğunu ileri sürer. Efsane, Ortaçağda Yunanlılardan, Arap
coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçer. 17 ve 18.
yüzyıllarda da efsanenin gerçekliği konusunda tartışmalar devam eder.
Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi ünlü yazarlar bile bu efsaneye
inanırlar."
Atlantis efsanesi, birçok Avrupalı yazara da ilham
kaynağı olur. F. Bacon'ın fizik bilimlerinin ideal devletini resmeden
romanı "Yeni Atlantis"(New Atlantis); İsveçli Rudbeck'in (1679-1702)
"Atland Eller Mahneim" adlı eseri; Kristof Kolomb'u yitik eski kıtaları
aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Verdaguer'in,
"I'Atlântida" (1877) adlı şiiri; G. Hauptmann'ın, aynı efsaneyi
simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya aşık olan bir bilim adamının
psikolojisine uyguladığı romanı "Atlantis" (1912) ve P Benoit'nin,
"l'Atlantide"(1919) adlı eseri bunlardan bazılarıdır.
Bu
yazarlara göre Yunanlılar, çok eskiden, Atlas okyanusunda Herkül
sütunları(Cebelitarık boğazı)'nın karşısındaki bir kıta adadan gelen
Atlantislileri püskürtürler. Platon'a göre bu olay, Solon'un yaşadığı
dönemden 9.000 yıl önce, yaklaşık MÖ 9600'lerde geçmiştir.
Kemal
Menemencioğlu, Solon'la görüşen Mısırlı rahibin; Atlantis'in
hakimiyetiyle ilgili görüşünü; Platon'a dayanarak şöyle aktarır:
"Atlantis
adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta
kıtanın (Amerika?) bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer
bir devlet kurmuşlardı. Bundan başka boğazın iç tarafında, bizim
tarafta, Mısır'a kadarLibya'nın, Tyrhenia(Batı İtalya)'ya kadar da
Avrupa'nın hakimi idiler. Birgün bu devlet, bütün kuvvetlerini bir araya
toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün
ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi... Ancak bundan sonra korkunç
yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir korkunç yağmurlu gün ve bir gecenin
içinde, bütün savaşçılarınız birden, bir vuruşta toprağa gömülüp
yutuldular. Atlantis adası da aynı şekilde denize gömülerek yok oldu.
İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar
yüzünden, o deniz bugün bile geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir."
TUFAN'IN BAŞLANGICINDA: MU VE ATLANTİS HELAK OLDU
Amerikan
senatörü ve önemli Atlantis araştırmacısı olan Ignatus Donnelly
(1831-1902) "Atlantis"i, "Tufan Öncesi Diyar" olarak niteler ve
Atlantis'in korkunç bir felaketle yok olduğunu, çok az kişinin sallarla
kaçıp kurtulabildiğini ileri sürer.
Donelly, yaptığı
araştırmalara dayanarak 500 sayfalık kitabında; eski ve yeni dünya
arasındaki etnik, mitolojik, dini, dil, sanat, mimari, tarım, evcil
hayvan benzerliklere işaret eden 650 kanıtı toplar ve bunların ortak bir
kaynaktan geldiğini belirtir. Ayrıca, jeoloji, deniz coğrafyası, bitki
ve hayvan türlerindeki kanıtlara yer verir. 1883'de "Ragnarok, the Age
of Fire and Gravel" adındaki eserini yayınlar. Bu kitabında Nuh
tufanından önce Dünya'ya bir "kuyruklu yıldız"ın çarptığını iddia eder.
Churchward, "Kayıp Kıta Mu"da; Mu ve Atlantis'in, nasıl ve ne zaman helak olduğunu açıklar. İşte bu açıklamaların bir özeti:
"Kara
parçasının, kadim zamanlarda, biri hiyeratik diğeri ise coğrafi olmak
üzere iki ismi vardı. Hiyeratik isim Mu'ydu;coğrafi ismi ise Batı
ülkeleriydi. Atlantis ve hem de Mu toprakları, volkanik patlamalarla
helak olmuş ve batmıştı. Bilim, bunu kesin bir şekilde kanıtlamıştır.
Aşağılara, daha aşağılara cehennemin ağzına "ateşten bir gölge"ye doğru
indi. Koskoca kıta, parçalar halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine
düştü "her taraftan saldıran alevler tarafından yutuldu."
"Sais
mabedinin baş rahibi Suçis, Solon'a; Atlantis'in, 11.500 sene önce
battığını ve bu büyük karanın batışına bağlı olarakBatı
ülkelerine(Mu'ya) gidişin önünün kesildiğini ve Atlantis'in ötesinde
bulunan "aradaki ülke"nin(Lemurya'nın) da büyük bir afete kurban giderek
yok oluşundan dolayı, artık oraya geçmenin imkânsız olduğunu
anlatmıştır."
Aşağıda Lhasa belgesinden ilginç bir alıntı bulacaksınız:
"Şimdi
deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Bal yıldızı düştüğü zaman;
altından giriş kapıları, transparan mabetleri olanyedi şehir, fırtınaya
tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya, savrulmaya başladılar.
"Bu
Uygarlık(Mu), 11.500 ve 11.750 yıl önce, Atlantis'in batışından kısa bir
süre evvel bu bölgenin altındaki ve civarındakigaz kuşaklarının yukarı
doğru zorlanması ve aynı paralelde dağların yükselmesi sırasında sulara
gömülmüştür. Uygur İmparatorluğu, Mu'nun en başta gelen koloni
imparatorluğuydu ve Doğu yarısı Tevrat'ta geçen "Tufan" sırasında
mahvolmuştu.
Taiwan'ın
40 km açıklarında, Japonya'nın güneyinde Yonaguni adasının açıklarında;
1986 ve daha sonra da 1998 yıllarında; 200 m uzunluğunda, 25 m
yüksekliğinde bir pramit yapı ve bazı kalıntılar keşfedilmiştir. 10 bin
yıldan beri su altında bulunan bu yapılar, Mu imparatorluğunun Tufan
sırasında Lemurya ile beraber batmış kısmında bulunmaktadır ve büyük bir
ihtimalle Mu uygarlığına aittir. Batık kentle ilgili deniz altı
görüntünün üstündeki haritada bu antik kalıntının yeri işaretlenmiştir.
"Mısırlı
rahip-tarihçi Manetho, papürüslerden birisine şöyle yazmıştı:
"Atlantisli bilgelerin hükümranlığı 13.900 yıl sürdü." Atlantis, 11.500
yıl önce batmıştır. Büyük merkezi gaz kuşağı, Mu ve Atlantis'i
batırmıştı. Pasifiği çevreleyen kuşak Bering kara köprüsünü
batırmıştı;Apalaş-İzlanda-İskandinavya kuşağı, Avrupa kara yolunu
batırmıştı."
Hope ise, Mu ve Atlantis'in batışını şöyle özetler:
"Plato'nun
anlatımıyla, kuyruklu yıldızın yaklaşmasıyla hızlanan şiddetlidoğal
felaketler ortaya çıktı. Zac ayının on birinci Muluk'unda, Çan'ınaltıncı
günü, Chuen'in on üçüne kadar süren korkunç depremler oldu.Kil tepeler
ülkesi Mu ve Moud(Lemurya?) bu felaketin kurbanıydılar. İki kez
sarsıldılar ve bir gecede yok oldular. Yer kabuğu, basınca dayanamaz
hale gelip derin yarıklarla birbirinden ayrılana dek yükseltip alçaldı.
Bu olay, MÖ 8060 yıl önce gerçekleşti. Efsaneye göre Atlantis kıtası bir
zamanlar Pasifik okyanusu boyunca uzanan veMu adı verilen daha büyük
bir kara kütlesinin bir parçasıydı; bu kıtaya sonradan bilim adamı
Sclater, Lemurya adını vermiştir. Pasifik okyanusunda batık ada, hatta
kıtalar bulunduğuna dair efsaneler vardır; eski bir Havai efsanesi,
"Anavatanımız... krallar, okyanusun dibinde yatıyor" der.
"Atlantis'in
yok oluşuna, dev bir göktaşı neden oldu. Yeryüzü dışından gelen
nesnenin asteroit değil de bir kuyruklu yıldız olduğu görüşü de pek çok
ünlü destekçi bulmuştur. Muck'ın, Atlantis'in sular altında kalışı
konusunda hesapladığı MÖ 8498 tarihini, ya da, daha iyisi Mooney, Ivimy,
Spence ve diğerlerinin verdiği daha sonraki tarihleri düşünecek
olursak, sarkacın savruluşuna insanı tedirgin edecek kertede yakın
olduğumuz ortaya çıkar."
MU VE ATLANTİS'TEN ÖNCE DE "LEMURYA" HELAK OLDU
"Enok'un
Kitabı"nda Bölüm 66 ve 67'de "cin-şeytanlar"ın ve yurtlarıLemurya'nın
helak oluşu Nuh'a vahyediliyor ve aynı zamanda ona gösteriliyor. İşte
Nuh'un bu vahye dayalı anlatımları:
"Bölüm 66:
4. Ve Tanrı,
adaletsizlik gösteren o gözcüleri(cin-şeytanları), büyük babam Enok'un
daha önce bana 'Batı'da gösterdiğialtından, gümüşten, demirden, kurşun
ve kalaydan dağlar arasındaki yanan vadiye tıkayacak.
5. O vadiyi gördüm. Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı.
6.
Tüm bunlar olurken, o ateşli, metalden ve onun hareketinden bir sülfür
kokusu çıktı ve koku sularla birleşti. İnsanlığı yoldan çıkaran
gözcülerin vadisi o toprak altında yandı.
7. O vadide, dünyada yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten ırmaklarda akıyordu.
10. Vücutları yandıkça, ruhlarında ebediyen bir değişiklik meydana gelecek.
12. Vücutların şehvetine inandıkları ve Tanrı'nın (yarattığı) ruhu inkar ettikleri için onlara yargılama gelecek.
13. Ve o sularda, o günlerde bir değişiklik olacak. O gözcüler, o sularda cezalandırıldığında, o suların sıcaklığı değişecek."
"Bölüm 67:
2.
O gün Yüce Mikail, Rafael'e(Azrael'e) dedi ki: "Gözcülerin
yargılanmasının şiddetinden dolayı ruhun gücü beni sersemletiyor,
titretiyor. Onları titreten bu şiddetli yargılamaya kim dayanabilir?"
Yüce Mikail tekrar Rafael'e dedi ki: "Liderleri yüzünden onlara
uygulanan bu yargılama karşısında kimin kalbi yumuşamaz, kimin içi
titremez?"
4. Ruhların Tanrısı'nın önünde yüce Rafael, Rakael'e dedi
ki: "Tanrı'nın gözü önünde olmayacaklar. Ruhların Tanrısı onlara kızdı,
çünkü onlar, Tanrı kendileriymiş gibi davranıyorlar. O yüzden gizli bir
yargı ebediyen buldu onları şimdi."
Nuh'un bize aktardığı
yukarıdaki vahye dayalı bu ifadelerde, tüm sorularımızın cevapları
saklıdır. Bunları maddeler halinde şöyle ifade edebiliriz:
1)
Helak olanlar gözcüler; yani cin-şeytanlardır ki; bugün kendilerini
"tanrı, melek, ruh yahut uzaylı" diye insanlığa pazarlıyorlar.
2)
Yaşadıkları yer, yani yurtları; Enok tarafından kendisine "Batı"da
gösterilmiş. Burada "Mu ve Lemurya Karası"nın bir adının da "Batı
ülkeleri" olduğu hatırlanmalıdır.
3) Bugün bu bölgede; Solomon
adaları ve bölgeye komşu; Papua Yeni Gine, Avustralya, Yeni Zelanda gibi
adalarda 4. ayette ifade edilen madenler önemli bir yer tutmaktadır.
4)
"Karalarda ve denizlerde büyük bir sarsıntı vardı" ifadesinde, kuyruklu
yıldız darbesi ve volkanik patlamalara açıkça işaret ediliyor ki;
bugünkü bilimle ve kanıtlarla örtüşüyor.
5) "Sülfür kokusu çıktı ve
sularla birleşti" ifadesi, volkanlara işaret ettiği gibi,
cin-şeytanların yapısındaki sülfür kokusuna da bir göndermedir.
6)
"Dünya'da yaşayanları saptıranların cezalandırılacağı ateşten ırmaklar",
"vücutları yandıkça", "o gözcüler, o sularda cezalandırıldığında, o
suların sıcaklığı değişecek" ifadeleri bizce anlamlı bilgiler içeriyor.
7) Allah'ın azabı karşısında Baş melek Mikail bile ürperdiğini söylüyor ki, bu helakın şiddetini bize göstermektedir.
8)
Yukarıda "Enok Ye'cuc-Me'cuc'u İfşa Ediyor" başlığı altında cinlerin
liderlerinden bir grubun, "nesli bozma, Ye'cuc-Me'cuc üretme" suçunu
işlediğini ifade etmiştik. Ayrıca Mikail'in "liderleri yüzünden onlara
uygulanan bu yargılama" ifadesi bu tespiti bir kere daha doğruluyor.
9)
"Tanrı kendileriymiş gibi davranıyorlar" ayeti, cin-şeytanların temel
sapkınlığını net bir şekilde tanımlıyor. Bugün de "kendilerinin ve hatta
tüm insanların tanrı olduğu" şeytani yalanları, zehirli ve süfli
propagandalarının temeline ışık tutuyor. Unutmayalım ki; Adem'i ve
Havva'yı da cennette "Tanrı olma" zehirli yalanıyla kandırmışlardı.
Lemuryalı
olduklarını söyleyen "cin-şeytanlar", Atlantis'ten önce adalarının ve
toplumlarının helak olduğunu tevil etmeye çalışsalar da; bu gerçeği
inkar edemiyorlar. İşte Lemuryalı olduklarını söyleyen cin-şeytanların,
medyumları aracılığıyla yaptıkları konuşmalar:
"Lemurya, Atlantis
olarak bildiğiniz uygarlıktan hem önce, hem de onunla aynı zamanda var
olmuştur. Ancak, bizim uygarlığımız, Atlantis uygarlığının tamamen
yıkılmasından binlerce(!) yıl önce yok olmuştur.
"Yerküre'nin
çekirdeğindeki büyük patlamalardan ötürü, Lemurya'yı oluşturan kara
kütlesinin parçalanıp dağılmaya başladığını büyük bir üzüntü ve korkuyla
gördük. Depremler, dev dalgalar ve volkanik patlamalar kıtamızı
paramparça etti. Yerkabuğu kayarken Lemurya kıtasının birçok parçası
suya gömüldü. Okyanus suları boşlukları kapladı ve bir çok Lemuryalı
öldü.
Uygarlığımızın ölümüne birkaç etken yol açmıştı. Genç Gaia(toprak-yer)
giderek şiddetlenen sancılar çekiyordu. Ana yurdumuzun tektonik
tabakaları kayıyor ve birbirinin altına gömülüyor, Yerkabuğu'nun eğilip
bükülmesine, kabarmasına; ve çatlayıp yarılmasına yol açıyordu. Bunun
sonucunda daha güçlü depremler, dev dalgalar ve volkanik patlamalar
meydana geldi ve bunlar giderek sıklaştı. Çok geçmeden ana
yurdumuzun(Lemurya'nın) tamamen yok olacağını sezdik."
Allah'ın
helakını gizlemeye çalışan cin-şeytanlar, bugün de tüm olayları,
insanlara ve dünyanın hakim güçlerine fatura ederek, Yüce Allah'ın
uyarısını ve tehdidini ellerinden geldikçe unutturmaya çalışıyorlar.
Böylece "Allah korkusu"nu tamamen yeryüzünden; insalardan silmek
istiyorlar. Maalesef bugün bu amaçlarına da ulaşmışlardır.
LEMURYA, MU, ATLANTİS ÜÇLÜSÜ: YE'CUC-ME'CUC(DEVLER) ÜRETTİ VE HELAK OLDU
Araştırmamızda
geldiğimiz noktayı kısaca tespit etmeliyiz ki; bu iki insan, bir de
cin-şeytan toplumunun neden helak olduklarını anlayabilelim. "Güney
Arabistan"da Dünya yaşamına başlayan Ademoğlu'nun Kabil kolunun, Asya'ya
geçmesiyle başlayan doğuya yayılma serüveni, Nuh tufanına kadar Mu ve
Atlantis toplumlarını oluşturmuştur. Kabil soyu toplumlarının, "kadim
dini-kültürel felsefeleri"nin oluşumunda ve gelişiminde en büyük pay; bu
iki insan toplumunun arasında yaşayan "Lemurya cin-şeytan toplumu"na
aittir. Lemurya, cin-şeytan toplumu, en eski toplum olan Mu ve onun
devamı olanAtlantis'in arasında Pasifik'te yer almaktaydı. Lemuryalı
şeytanlar, bir üst boyutta olmaktan kaynaklanan görünmezlik
yeteneklerini kullanarak, bu toplumları sinsice yönlendirmiş; insan
neslini bozmakla kalmamış, insanlık tarihini adeta
"paganizme-putperestliğe-panteizme" mahkum etmiştir.
Bu iki
topluma başlangıçtan itibaren rehberlik eden, onları manipüle eden; her
türlü doğal olayların arkasındaymış süsünü vererek, onları korkutan ve
"Mu-Atlantis çok tanrıcı kadim Ra(Güneş) dini"ni oluşturan işte bu
"Lemurya cin-şeytanları"dır. Mu ve Atlantis'in felsefi takipçisi olan
Mısır, Sümer, Babil, Çin, Hint, Yunan ve Roma toplumları da aynı "Güneş
dini"nin zamana ve şartlara bağlı çeşitli versiyonlarını
yansıtmaktadırlar.
Mu ve Atlantis'in "şeytani felsefesi", bu
toplumlarda egemen olunca, insanlık tarihinde o güne kadar görülmemiş
bir şekildeAllah'ın koyduğu sınırlar zorlanmış, insan fıtratı ve nesli
bozularak büyük bir suç işlenmiştir. İlk ve belki de son
defacin-şeytanlar, insan soyu ile birleşerek lanetli bir neslin ortaya
çıkmasına sebep olmuşlardır. Kimdir bu lanetli nesil? Elbette "devler"
yahut diğer ismiyle Ye'cuc-Me'cuc... Evet, yukarıda delilleriyle ortaya
koyduğumuz gibi Ye'cuc-Me'cuc;yani "devler", baştan çıkarılmış Mu ve
Atlantis toplumlarının, cin-şeytanlarla olan ilişkisinin bir ürünüdür.
Bu "üçlü kadim toplumun helakı"nın asıl sebebi; Sonsuz Yüce Rabb'imizi
ve O'nun tüm yasalarını örterek, İblis'e köle olmalarıdır.
Taberi,
"Milletler ve Hükümdarlar Tarihi" kitabında, Ye'cuc-Me'cuc'un, Mu'nun
oğulları olduğunu; Hazar ve Türktopraklarının doğusunda ortaya
çıktıklarını söyler. Ve yine Saklep, Burcan ve Uşpan'ların da
Yuvan(Yuan)'ın oğulları olduğunu ifade eder ki; bu kavimlerin, Mu'yu
meydana getirdiği kanısındayız.
"Ölü Deniz Parşömenleri Kumran
Yazıtları"nın "Yaratılış Çağları (4QI80)" bölümünde; İblis ve onun
meleklerinin(!); yanigözcüler denen cin-şeytanların, insan kızlarına
yaklaştığı, onların da "devler"i doğurduğu ve böylece yeryüzünde fesadın
vekaosun yayıldığı vurgulanır.
Ye'cuc-Me'cuc'ların kimler
olduklarını; yeryüzünü nasıl fesada, zulme boğduklarını ve arkasından
Allah'ın azabının nasıl kaçınılmaz hale geldiğini, Enok(İdris)
peygamber, en çıplak bir şekilde özetliyor:
"Bölüm 15:
8.
Şimdi bu ruhtan ve etten olma devlere, dünyada kötü ruhlar denecek ve
mekanları dünya olacak. İnsanlardan ve gözcülerden doğdukları için
onların bedenleri kötü ruhlara hizmet edecek. Göğün ruhlarının mekanı
gökler, dünyada doğan dünya ruhlarının mekanı, dünyadır.
9. Devlerin ruhları, dünyaya zulüm, yozlaşma, savaş ve bela getirecek.
10.
Feryatlara neden olacaklar. Onların yemeğe ihtiyacı yoktur, ama yine de
acıkırlar, susarlar. Ve suç işlerler. Bu ruhlar, insanoğullarına,
özellikle kadınlara zulmedecek, çünkü onlardan çıktılar."
"Bölüm 9:
1.
Sonra Mikail ve Cebrail, Rafael, Suryal, Uriel; göklerden aşağı bakıp
dünyada dökülen hesapsız kanı, işlenen sonsuz kötülükleri gördü.
Birbirlerine dediler ki:
2. ''Boşalan dünyanın çığlıkları, göklerin kapısına ulaştı...
8. Kadınlardan devler doğdu.
9. Sonra da tüm dünya kan ve günahla doldu.
10. Bak şimdi ölenlerin ruhları ağlıyor.
11. Ve çığlıkları cennetin kapılarına ulaşıyor."
İşte
helakın gerçek sebep budur. Nuh tufanı gibi "evrensel bir helak"ın
gerçek sebebi budur. Bu sapkın "cin-insan ilişkisi"nin vahiy kaynaklı
delillerini, son olarak vereceğimiz mitolojik kanıtlarla
zenginleştireceğiz. İnsan-cin toplumlarının ürettiği "devler"in; yani
"Ye'cuc-Me'cuc"un varlığının ve insanlığın başına nasıl bela olduğunun
bir başka kanıtı olan "devler mitolojisi"ne bir göz atacağız:
DEV MİTOLOJİLERİ": "YE'CUC-ME'CUC BELASI"NIN BİR BAŞKA KANITIDIR
Nevada'daki "Humbolt Müzesi"nde, Lovelock mağarasında bulunan Dev iskeletlerinden birine ait bir kafatası.
Hemen
hemen tüm toplumların efsanelerinde, masallarında "devler"den söz
edilir. "Devler", tüm insanlığın ortak hafızasında silinmez, derin izler
bırakmıştır. Kimdir bu "devler?" Neden tüm milletlerin efsanelerinde
"devler" denen bu acaib yaratıklar yer alır? Mu, Atlantis, Yunan,
İskandinav, Güney Amerika, Avrupa, Kafkas, Türk, Pers, Moğol, Hint vs.
eski toplumların kendilerine has "devler mitolojisi" ve bu "devler"le
mücadele eden kahramanları vardır. Bu ortak ve adeta mütevatir bir
mertebeye ulaşan "devler"in varlığıyla ilgili metinler, mitoloji olsa da
bir gerçeği yansıtmıyor mu? Kaldı ki Kur'an, Tevrat, İncil ve tüm vahye
dayalı açık-saklı metinlerde bu gerçeğe ışık tutulmaktadır. Kur'an'da
"Ye'cuc-Me'cuc", Tevrat'da "Yegog-Megog", Enok(İdris)'de "Devler"
gibi... Bakalım Wikipedia'da devler nasıl tanımlanıyor:
"Dev,
birçok farklı kültürün efsane, folklor ve mitolojisinde yer alan
birdoğaüstü yaratık. Genellikle insan görünümünde fakat anormal
büyüklükteve çok kuvvetli tasvir edilmiştir. Kadın veya erkek olabilir.
Farklı bölgelerin mitolojilerinde, kökenlerine dair farklı inanışlar
vardır. Örneğin Hint-Avrupa mitolojilerinin çoğunda, kaos ile
ilişkilendirilmiş lanetli bir ırktır ve yabani bir doğası vardır."
Taberi,
"Milletler ve Hükümdarlar Tarihi"nde, Kaf dağında yaşayan ve
kendilerine zarar veren "devler"den şikayet eden bir kavmin diliyle, bu
"devler"i; yani Ye'cuc-Me'cuc'u bize şöyle anlatır:
"Ey Şah! Bu
dağın ardında bir taife insan vardır ki onlara Ye'cuc ve Me'cucderler.
Kimisinin boyu bir karıştır. Kimisinin ise uzundur. Yüzleri adama
benzer. Dişleri domuz dişi gibi ağızlarının dışındadır. Kulakları ise
boyları kadardır. Başlarından ayaklarına kadar vücutlarını kıl
tutmuştur. Yedikleri yazları yılan, kışları ise ottur. Daima
yurtlarından çıkarlar, gelirler bizi incitirler. Burada ne görürlerse
alırlar."
Taberi, "Tarih-i Taberi"de; Kaynan'ın oğlu yahut torunu
Keyumers'in, "devler"le savaşından ve onları nasıl etkisiz hale
getirdiğinden bahseder. Bu anlatımlardan bir bölüm aşağıda verilmiştir:
"(Keyumers),
devlere saldırdı. Devler de Keyumers'in heybetinden korkup kaçtılar.
Onun oğulları nicesini esir etti. Keyumers, o tutulan devleri, Allah'u
Teala'nın adı ile bağladı. İşinde kullandı. Oğulları, devlere ne iş
buyursalar yaparlardı. Bir yere gidilse üstlerine binilirdi. Devler,
oradan bir türlü kurtuluş yolu bulamamışlardı. Allah'u Teala'nın adından
dolayı da bu halka ziyan ve zararda bulunamazlardı."
"Tarih-i
Taberi"de, Mu ve Atlantis döneminde "devler"in ve "cinler"in gözle
görüldüğü, ancak Nuh tufanından sonra kayboldukları ifade edilir:
"O
tarihte devler ve periler gözle görülebilirdi. Öyle ki insanlarla,
onlar arasında dostluk, düşmanlık, cenk ve barış halleri olurdu. Bu hal,
ta Nuh zamanına kadar sürdü. Tufan'dan sonra periler ve devler gözden
kayboldu."
"Mitoloji Sözlüğü" Tibet maddesinde şunları yazar:
"14.
yüzyıldan kalma bir metin olan 'Kralın Sözlerinin Kitabı'nda; çok daha
eski geleneklerin varlığı dile getirilmektedir. Bölümlerden birinde ilk
kralın iktidarından önce Tibet'e hakim olan şeytansı mitik yaratıklar
anlatılır. Önce siyah bir şeytanhüküm sürdü ve ülke, şeytanlar ülkesi
diye tanındı. Bundan sonar Niyen-po ve Cin-po isimli cinler çıktı. Sonra
bir şeytan ve bir Dev anası hüküm sürdü. Ve ülke iki kutsal öcü ülkesi
diye tanındı. Buradan et yiyen kırmızı yüzlü yaratıklar ortaya çıktı.
Sonra yılanlar ve güçler hüküm sürdüler ve ülkenin tamamı Tibet adını
aldı.
"Çin'in Seu-çuan eyaletinin batısında yaşayan Kiangların
mitolojisi, onların önce başka yerlerde yaşadıklarını, daha sonra
bölgelerine göç etmek zorunda kaldıklarında 'Qa' adı verilen
yaratıklarla mücadele etmek ve onları burdan kovmak zorunda kaldıklarını
anlatır. Bu 'Qa'lar, güçlü ama aptal yaratıklar olarak gösterilmiştir.
Geniş ve sağlam yapıları,uzun dişleri vardı, mağaralarda yaşarlardı."
İskandinav
topluluklarından olan ve antropoloji yönünden Moğol sayılan Finlilerin
milli destanı "Kalevala"dan; Vipunendevi'yle savaşan kahraman ozan
Vainamöinen'le ilgili şiirsel deyişlerinden bazı ifadeler aşağıya
alınmıştır:
"Duydum ki Dev Vipunen, haftalık uykusuna yattı, yok
ortada kapanları, ağları, Dev görünmez oldu. Yer altında dinlenir.
Vipunen'in yanına vardı, (dedi ki): 'Sözü bol bunak dev'... Sıyırdı
kılıcını; demir, sağlam kargısıyla ejderhaya yüklendi dedi ki: 'Köle
oldun insanoğluna, son ver artık uykuna, çık haftalık uykundan,
toprakların altından.'... Zavallı adamı yuttu dev, dedi ki: 'Yüzlerce
insan yuttum, bin yiğiti yok ettim, böylesini görmedim.'"
Yunan
mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri olan "kikloplar"dan;
yani "devler"den bahsedilir. Onlar, insanlardan vecinlerden korkmayan,
zalim, insan etiyle beslenen yaratıklardır ve mağaralarda yaşarlar. Türk
mitolojisinde bunların karşılığı "Tepegöz"dür.
Dr. Ufuk Tavkul, "Kırım Dergisi"nde, Nart destanları ve "emegenler"(devler) konusunu şöyle açıklar:
"Kafkas
halklarının mitolojisi olarak da adlandırabileceğimiz Nart destanları,
Karaçay-Malkar folklorunun en önemli bölümlerinden birini
oluşturmaktadır. Kafkas mitolojisine göre bugünkü Kafkasya halklarının
ataları sayılan efsanevi bir halk olan Nartlar, destanlarda
anlatılanlara göre atı evcilleştirmişler, demiri bulmuşlardır. Nartlar,
mertliğin, cesaretin, iyiliğin ve Kafkas kültürünün sembolüdürler. Son
derece akıllı ve usta savaşçılar olan Nartlar, insanüstü varlıklar olan
düşmanlarınıkaba kuvvetle değil, ince zekâları ve kurnazlıkları ile
yenmektedirler. Dağıstan halkları 'Kafkas kültürü'nü meydana
getirenKafkas halklarıdırlar. Nartlar, 'dev yaratıklar' olan amansız
düşmanları 'emegenler' karşısında savaşta başarısızlığa uğradıklarında,
Nart yaşlıları, Demirci Debet'i bulup, ona 'emegenleri' yenebilecekleri
bir kılıç yaptırmaları için genç Nartlar'ıDebet'in yaşadığı Elbruz
dağına gönderirlerdi."
Kafkas efsanelerinde anlatılan çirkin,
insanüstü güce sahip devlere; emegen yahut imegen denir. Kafkas Nart
efsanelerinde "emegenler" çok çabuk çoğalırlar. Nart kahramanları,
sürekli "emegenler"le savaş halindedirler. Nartkahramanları, üstün
zekalarıyla emegenleri her zaman yenmeyi başarsalar da, emegenlerden çok
çekinmektedirler. Çünküemegenler, yakaladıkları zaman Nartları
yemektedirler.
Kafkasya, kafkas halkları ve Abhazlarla-devler
mücadelesi konularında; Ömer Büyüka'nın "Abhaz Mitolojisi Anaç
mı?"çalışması, kaynak bir çalışmadır ve bu dev efsanelerine yeterince
ışık tutmaktadır. "Ateşi çalan Promete" olayının da esasen bir Kafkas
efsanesi olduğunu; Tufan'dan sonra ateşsiz kalan "artık toplumlar"ın,
"devler"den ateşi çalarak; hem yaşamlarını kolaylaştırdıklarını, hem de
ateşle-demircilikle devlerden kendilerini daha iyi koruyabildiklerini bu
çalışmadan öğreniyoruz. Bu çalışmadan çok özet bir anlatım aşağıya
alınmıştır:
"Daw=Dağ adlı halkın anayurdu olan Kafkas=Kaf dağı ve arkası, Doğu efsanelerinde devlerin yurdu olarak gösterilir.
Nitekim
Nordik mitolojisinde insan öncesi yaratığı olarak inanılan Ymer'lere,
Dev ırkı diyorlar ve Ymer sözcüğü, Daw gibiKafkas sözcüğüdür. 'Dağ' ve
'büyük' anlamlarındaki adın böylece devlere de verilmesi, devlerin de
zamanla dağ gibi büyükolarak tasarlanması sonucunu vermiştir. Gerek
Abhazların ve gerek Eski Doğu medeniyetlerinin genelinde, bu devlerin
fizik yapısının ve fizik gücünün insanüstü büyük olduğu, ancak kafa
gücünün; yani aklının az olmasından, insan zekâsına çok kez yenildiği
görülür. Devler, fizikçe kendilerinden çok ufak ve güçsüz olduklarından
insanları horlayarak onlara 'Apsuwan Ççiye=miskin Abhaz' derlerken;
Abhazlar da devlere; 'Daw xıda=kafasız Daw(Dev)' derlermiş.
"Ateş
ise Kafkas'ın volkanik yüksek dağlarında barınan devlerin tekelindeydi.
Onlar Apsıwa Ççiye= Miskin Abhaz dedikleri halkı, zaman zaman basıp
öldürürler, hayvanlarını sürüp götürürlerdi ve öte-berilerini de
alırlardı. Miskin Abhazlar, kendilerinden fizik güççe hiçtirler, ancak
akıl ve zekaca üstün olduklarından, ateşi kapmaları halinde, kıllı
devlere yenilmeyeceklerdir. Bu nedenle devler, uyurken de, uyanıkken de
ateşlerinin etrafını kuşatarak onu korurlardı."
Turgut Gürsan'ın "Yeraltındaki Gizli Dünyalar" kitabında şu ifadeler yer alır:
"Peru'nun
efsanevi 'devler'i, ülkedeki megalitik yapıların ustalarıydı.
Tiahuanaco'nun esrarengiz insanlarının bu devler olduğu sanılmaktadır.
Eski Avrupa'nın da devleri vardı. Homer'in Lestrygonları devlerdi. Bu
devlerin eski Norveç'te yerleştikleri sanılmaktadır. Norveç'teki bazı
mağaralarda devasa boyutlarda kol ve bacak kemikleri bulunmuştur. Bazı
iddialara göre,Tufan'dan önce ve sonra ortaya çıkan bu devler,
Atlantis'teki aşağı bir kastın lideri idiler. Atlantis'teki egemen kasta
karşı isyan etmişlerdi."
Beowulf destanı bir Anglosakson
destanıdır. Ancak Anglosaksonlardan değil, İskandinavyalılardan
bahseder. İskandinavya, Anglosaksonların anayurdudur. Bu destan,
İngilizlerin en eski destanı olarak bilinir. Beowulf adındaki güçlü bir
İskandinav, gürültüye tahammül edemediğinden insanları öldüren Grendel
adında bir canavarı(devi) öldürür. Beowulf destanında, "Grendel devi"nin
annesinin Kabil soyundan geldiği anlatılır.
1930'lu yıllarda
İngiliz edebiyat tarihi Profesörü J.R.R. Tolkien, Beowulf'tan
esinlenerek "Hobbit"i yazar. Tolkien'in "Hobbit" romanında "orklar";
"daima aç" olarak resmedilir. "Orklar", atlar ve insanlar da dahil her
türlü eti yerler. "Orklar"ın kendi türlerini de yediklerine dair kesin
bir ifade geçmese de, orkların kendi türlerini de yiyebileceklerine dair
üstü kapalı ifadeler vardır. "Yüzüklerin Efendisi" filmi, gerçekleri
alt üst eden saptırmalarıyla İblis'in planına hizmet etse
de;orklar(devler) gerçeğini yansıtmıştır.
Cin-şeytanlar,
insanlardan kendilerini çoğaltmak isterken, nasıl Ye'cuc-Me'cuc
ürettikleri gerçeğini gizlemek isteseler de; medyumları aracılığıyla
zaman zaman gerçek kırıntılarını yumurtlayarak kendilerini ele
veriyorlar. İşte "Lemuryalı bir cin-şeytan taifesi"nin, dostlarına
açıktan fısıldadıkları gerçek kırıntılarından bir demet:
"Atlantislilerin,
Lemuryalılarla yakın ilişki kurmaları yarı Lemuryalı, yarı Atlantisli
bebeklerin doğumuyla sonuçlandı. İki toplumun birbirine karışması tüm
Lemurya titreşimini düşürdü ve bu durum daha sonra uygarlığımızın
çöküşüne katkıda bulundu.
"Ayrıca insanlarımız, birçoğu
Atlantislilerle ve kıtamıza gelen diğer ziyaretçilerle evleniyorlardı.
Bu evlilikler çoğaldıkça,Lemurya titreşimimiz daha da düştü. Ancak,
meydana gelen şiddetli Yerküre değişiklikleriyle birlikte, hiçbir
Lemuryalıdışarıdan biriyle evlendiği için yargılanmıyor, ya da
eleştirilmiyordu.
"MÖ 10.000 yıllarında Lemuryalılar ve
Atlantisliler birbirlerini ziyaret etmeye başlamışlardır. Görünen o ki
aralarında bulunan bazı temel sorunlara rağmen her iki ülkenin de
insanları birbirlerinden etkilenmişlerdir; hatta aralarında evlilikler
bile gerçekleşmiştir.
"Bu yaratıklar ilk başta üzerinizde insan
görünümündeymişler gibi bir izlenim uyandırabilirler ancak genelde
pençe, kuyruk, kanat veya ayak yerine toynak gibi hayvanlara has
uzuvlara sahiplerdi. Bazılarının kalın kürkleri vardı, bazıları
isecüceydi."
SONUÇLAR
Sonuç olarak bu kapsamlı
çalışmamızdan çıkaracağımız sonuçlar, elbette tartışılabilir sonuçlar
olacaktır. Ancak insanlık tarihi, Kabil soyu Mu-Atlantis, ortaya çıkan
Ye'cuc-Me'cuc ve Yaklaşansaat'le ilişkisi konularında ulaştığımız bu
"sonuçlaryahut tezler sistemi" tartışılır olsa da; bizim için gerçeğe en
yakın sonuçlardır. Ayrıca giderek artan bilimsel, arkeolojik
araştırmalar ve Yaklaşansaat'in alametlerinin bu çalışmamızı
doğrulayacağı kanaatini taşımaktayız. İşte vardığımız sonuçların bir
özeti:
1) İnsanlığın kökeni, yaşadığı ilk Dünya bahçesi; "Mekke
merkezli Aden-Yemen-Umman bölgesi"dir, yani "Güney Arabistan"dır.
İnsanlık buradan Dünya'ya yayılmıştır ve üç yayılma yönü vardır: Birinci
yön; Aden körfezinden Güneydoğu Afrika yönündedir. İkinci yön;
Arabistan'ın ortasından Mekke-Medine istikametindedir ve buradan da
Ortadoğu veMezopotamya'ya ya yayılmıştır. Üçüncü yön ki bu
araştırmamızın temel konusunu teşkil eder; Umman körfezinden
Doğu'ya;Kabil kapısından Asya yönünedir.
2) Kabil soyu, Asya'da
yoğunlaşarak "Mu toplumu"nu ve daha sonra da "Atlantis toplumu"nu
oluşturmuştur. Bu toplumlar, Adem- Nuh tufanı zaman aralığında yaşamış
"kadim toplumlar"dır. Bu toplumlara, ikisinin ortasında Pasifik'te
batmış olan "Lemurya kıtası"nda yaşayan "cin-şeytan toplumu" komşuluk ve
rehberlik etmiş ve "İblis merkezli Güneş(Ra) dini ve kültürü" egemen
olmuştur.
3) Bu kadim Mu-Atlantis toplumlarındaki tüm
gizemli-şeytani semboller, törenler, dini ritüeller ve çok tanrıcılık;
bu toplumlar, Tufan'la yok olmasına rağmen; Nuh tufanından sonraki
toplumları; özellikle Eski Mısır, Eski Yunan, Sümer-Babil, Moğol, Çin,
Hint, Japon toplumlarını da etkilemiştir. Bu etkilemenin iki yolu
vardır: Birincisi; Nuh tufanından kurtulan yüksekte yaşayan az sayıda
topluluklar, bu dini-kültürel aktarımı yapmışlardır. İkincisi; cinlerin,
hatta cin-şeytanların hepsi ve tabii ki İblis, tufanda helak
olmamışlardır ve bu "şeytani dini", Tufan sonrası Nuhoğullarına aktarma
görevini hakkıyla(!) yerine getirmişlerdir.
Lemurya şeytanlarının dostlarına yazdırdıkları "Lemurya Yolu" kitabında bu gerçeği bakın nasıl itiraf ediyorlar:
"Ama
bizim fikirlerimiz, yaşam tarzımız ve bilgimiz, Dünya'nın birçok
bölgesinde, özellikle yerli halkların kültürlerinde, bazılarımızın
yaklaşan felaketten kurtulmak için kaçtığımız topraklarda varlığını
sürdürürler. Biz Amerikan yerlilerinin, Aborjinlerin, Peru yerlilerinin,
Hawaililerin, Tahitililerin, Samoalıların, Tibetlilerin ve daha
birçoklarının bizim soyumuzdan geldiklerine inanıyoruz."
Aslında
burada, bu topluluklarla, özellikle yerlilerle bütünleştikleri, Nuh
sonrası Mısır gibi antik toplumları manipüle ettiklerini itiraf etmiş
oluyorlar.
Bugünkü masonluğun köklerini ve gizemli ritüellerinin
kaynağını Mu-Atlantis'te ve elbette Lusifer(İblis)'de aramak gerekir.
Bugün masonlar, bu bağlantıyı eserlerinde ilan etmekten şeref
duyuyorlar. Masonluğun kurucusu Lusifer'dir. Masonluk,Süleyman
Peygamberden ve müminlerden rövanş almak için organize edilmiş olsa da,
masonik tarikatın sembolleri-ritüelleri ve kutsalları, köklerini
Mısır'a, oradan da Mu ve Atlantis'e dayandırmaktadır. "Yüzüklerin
Efendisi" filmi, bu rövanşın en açık belgesidir. Sitemizde bu filmin
analizi yapılmıştır, dileyen bu analizi okuyabilir.
4) Kabil'den
itibaren cin-şeytanların etkisine giren bu Mu-Atlantis toplumlarının,
bugün İblis'in medyumları ve ışık işçileri(!) tarafından açık ve gizli
propagandası yapılmaktadır. Öyleki bu kadim toplumların, çok gelişmiş,
bu çağın da ilerisinde; Güneş enerjisiyle gemiler işleten, ses
enerjisini kullanan, DNA üzerinde çalışmalar yapan "altın çağ
toplumları" olduğu yalanı, maalesef birçok yazarların kitaplarında flaş
iddialardır. Bütün bunlar, aldatma aldanma sonucu ortaya çıkmış,
birtakım Mu-Atlantis araştırmacılarını da etkilemiş yaldızlı
palavralardır.
Mu-Atlantis toplumları, bu çağ teknolojisiyle
hiçbir ilgisi olmayan, ilkel sayılabilecek ve elbette kendi çağlarına
göre organize toplumlardır. Kaydettikleri en büyük gelişme; her türlü
sihir-büyü tabanlı karanlık işler, şeytanlarla dostluklar kurmak ve
onların manipülasyonunda; nesebi ve nesli bozarak Sonsuz Yüce Allah'ın
azabını davet etmektir.
Bugün Yaklaşansaat'te dünya insanlığını
tamamen ele geçirme peşinde koşan İblis, melek postuna bürünerek, önce
Atlantis edebiyatıyla Atlantis'i göklere çıkarıyor; sonra da: "Ey
insanlar sizler Atlantis çocuklarısınız, tekrar Dünya'da yeni Atlantis'i
kurmak istiyorsanız, kalbinizi ve beyninizi bize teslim edin." diye her
ay ışık işçilerine(!) mesajlar yayınlıyor.
5) Mitolojilerde
"devler" olarak geçen Ye'cuc-Me'cuc, insanlık tarihinin birinci
periyodunda; yani Adem-Nuh arasındaki dönemde; muhtemelen Enok(İdris)
Peygamberin babası Yeret zamanında ortaya çıkmıştır. Mu-Atlantis
toplumlarının kızlarıyla, Lemurya cin-şeytan toplumunun öncülerinin
birleşmesinden Ye'cuc-Me'cuc devleri ve cüceleri ortaya
çıkmıştır.Devler, oldukça boylu ve güçlü oldukları için insanlara büyük
zararlar vermiş; Dünya'da kaos oluşturmuşlar ve mitolojilere
geçmişlerdir.
"Texas'daki
Mt Blanco Fosil Müzesi"nde bir Dev iskeletinin uyluk kemiği uzunluğu
47inç(120 cm). 1950'nin sonlarında, Türkiye'nin güneydoğusunda Fırat
Nehri vadisinde yapılan çalışmalarda Devlere ait birçok mezar ve kemik
bulunmuştur. Bu Dev ayakta iken uzunluğu 14-16 feet (427 cm-488 cm) dir.
Devlerin soyları da zamanla insanlar gibi kısalmıştır. Bu kemik
muhtemelen Dev soyundan birisine ait olmalı.
Bu insan-cin
ilişkisinden ortaya çıkan insan benzeri yaratıkların, insanların ve
cinlerin üstün özelliklerini toplayan "üstün insan"
beklentisi,insanların da, cin-şeytanların da bir beklentisiydi. Böylece
İblis, bu ara üretimle, insanlığı tamamen kontrol altına almayı ve
kendisinin kölesi yapmayı planlamıştı. Ancak tüm planlar, "Allah'ın
Planı"nın içindedir, Allahneyi dilerse o gerçekleşir; Allah'a köle
olanlar kurtuluşa, İblis'e tabi olanlar ise yok oluşa sürüklenir.
Böylece şeytani beklentiler suya düşmüş; akli melekeleri zayıf, bedensel
yapıları anormal büyüklükte yahut küçüklükte; hem insanlara ve hem de
cinlere düşman lanetli yaratıklarortaya çıkmıştır. İşte "Ye'cuc-Me'cuc
milleti"nin aslı budur.
Bugün de "üstün insan" yaratma hevesinde
olan evrimci-bilimciler, nasıl bir ateşle oynadıklarının farkında
değillerdir. Şayet bu bilimciler; az bilgiyle, bazı deneysel
başarılarla, evrimin kerametine(!) inanarak bu yolda hırsla ve hevesle
çabalarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa aynı akıbete
uğrayacaklardır, bundan şüpheniz olmasın!
6) O halde
Ye'cuc-Me'cuc'un iki ana üretim merkezi vardır. Birincisi;Asya'da Mu
toplumu, ikincisi; Atlas okyanusunda batmış bulunan Atlantis toplumu.
Üçüncü bir merkez gibi gözüken Kafkasya'nın durumu bizce tartışmalıdır.
Kafkasya'da cin-şeytanlarla böyle bir ilişkiye giren bir toplumun
varlığı konusunda hiçbir kayıt, delil yahut işaret yoktur. Üstelikte
burada ortaya çıkan ve Kafkasya'da yaşayan topluluklara zarar
verendevler; Ye'cuc-Me'cuc, Nuh tufanından daha sonra ortaya çıkmıştır
ve çıkış kapıları da Zu'l-Karneyn tarafından kapatılmıştır. Biz bu
devlerin, Tufan'dan kaçıp Kafkas dağlarında saklanan "artık devler"
olduğu kanaatindeyiz.
7) Nuh Tufanı, sadece Dünya'nın sular
altında kalması değildir. Bu bir sonuçtur ve bu sonuç, Nuh öncesi
uygarlıkların silinmesi ve örtülmesini sağlamıştır. Böyle evrensel bir
Tufan'ın olması için; "çok sayıda kuyruklu yıldızın, Dünya'ya çarpması,
atmosferde sürekli su buharı bırakması, magmanın hararetinin ve
basıncının artması sonucu şiddetli depremler ve volkanik patlamaların
oluşması; bazı karaların batması ve bazı karaların yahut dağların ortaya
çıkması" gerekir. İşte Dünya sular altında kalmadan önce bu müthiş
doğal felaketler gerçekleşmiştir. BugünKaradeniz gibi bazı iç denizlerin
de Nuh tufanı sürecinde oluştuğu, konunun uzmanlarınca ifade
edilmektedir.
Evet, Dünya, küresel çapta sular altında kalmadan
önce Lemurya kıtasıbattı, Mu toplumu ve karasının bir kısmı helak oldu,
arkasından daAtlantis kıtası battı. Kuyruklu yıldız darbeleriyle, hem
Lemurya-Mu-Atlantis toplumları ve hem de yeryüzündeki "devler"in bir
kısmı helak oldu. Diğer bir kısmı da yaşadıkları yer altı mağaralarıyla
birlikte battı yahut da dağlara hapsedildi.
Allah'ın vaad ettiği
gün gelinceye kadar çoğalacaklar ve Yaklaşansaat'in sonuna doğru, Nuh
tufanı öncesine benzer şekilde; "şiddetli depremler-volkanik patlamalar,
yarılan dağlar, yere batan yahut denizden yükselen karalar" süreciyle
tekrar ortaya çıkacaklar ve her bir tepeden saldıracaklardır.
8)
Devlerin ortaya çıktığı iki ana toplum merkezi yahut bölgeden birisi
yukarıda belirttiğimiz gibi Asya, diğeri de Atlas okyanusuydu. O halde
devlerden bir kısmı helak olurken, bir kısmının bu iki bölgede
saklandığını düşündürecek işaretlermevcuttur. Böylece Ye'cuc-Me'cuc'un
saklandığı üç muhtemel yerden söz edebiliriz: Birincisi; Dünya'nın
çatısı olarak bilinen ve yüksek dağlardan oluşan Tibet platosu;
özellikle Tibet'in güneyindeki Himalayalar serisi, yahut da Asya'nın
doğusundaPasifik denizidir. İkincisi; Atlas okyanusunun kuzeyi;
İzlanda-İskandinav-İngiltere üçgeni. Üçüncüsü ise; Derbent'e yakın
Dağıstan-Azerbaycan sınırında; Şah-Tufan-Kızılkaya Kafkas dağları
bölgesidir.
Ye'cuc-Me'cuc'un, "yeraltı"nda saklı olduğu Kur'an
ifadelerinden anlaşılsa da; yerlerini tam olarak tahmin etmek oldukça
zordur. Bu konuda bizim yaptığımız da, bazı işaretlere dayanarak kabaca
tahminde bulunmaktır. Bu üçüncü merkez Kafkasyayahut "Kaf dağı"
konusunda yazacağımız çok şey var, ancak bu konu, başka bir çalışmanın
konusu olabilecek kapsamdadır. Biz burada kısaca bazı işaretlere dikkat
çekeceğiz.
Nitekim KAF suresindeki 36. ayet oldukça anlamlıdır.
Hem surenin ismi KAF'tır, hem de 36. ayette Ye'cuc-Me'cuc'un yer altı
sığınaklarına bir işaret vardır. İşte ayetin ifadesi:
Biz,
onlardan önce yakalayış bakımından daha şiddetli nice nesilleri helak
ettik. (Onlar), kurtuluş-kaçış var mı diye sığınaklı beldeler oydular.
[KAF(50)/36]
Burada
"Kaf" harfini-kelimesini incelediğimizde; "devler" kavramıyla
bağlantılı ilginç bir durum karşımıza çıkmaktadır."Kaf/Kof/Kuf" harfi;
Arapça, Aramice, Suryanice ve İbranice de benzerlik arzetmektedir.
Özellikle Arapça ve İbranice'de kök anlamı ortak olup; şu kök anlamlara
haizdir: "İğne deliği", "delik", "boş", "baş-ense", "kof" gibi. Ayrıca
"Kaf"tan,Arapça'da "peşine düşmek", "izlemek" anlamına gelen kelimeler
türetilirken; İbranice "maymun" anlamına da geldiği ifade edilir.
Özetle,
"kof-kafasız-boş", "maymun" ve "delik" anlamları; "devler"e, onların
açtıkları "yeraltı tunelleri"ne ve "mağaralar"ına doğrudan bir
işarettir. Ayrıca, özellikle Kafkasya'ya devler, muhtemelen "yeraltı
boşluklarını-tünelleriizleyerek-açarak" gelmişlerdir. Kafkas dağları;
yani "Kaf" dağı bu bakımdan anlamlı bir isimdir ve "devler"in
özellikleriyle ilgili mesajları kapsamında barındırmaktadır.
Kafkasya'da, Rus bilim adamlarınca, yakın zamanda böyle "yeraltı
tunelleri şebekesi" nin keşfedilmesi de bizce oldukça manidardır.
9)
Nitekim Zu'l-Karneyn'in Batı'dan, Doğu'ya ve sonra da tekrar Batı'ya;
muhtemelen Kafkasya'ya yolculuğunda bazı ima ve işaretler mevcuttur. Bu
yolculukla ilgili ayetlerin bize verdiği haberlerin zamanı, amacı ve
işaretleri nedir? İşte yorumumuz:
Bu yolculuk, Nuh tufanından
sonra Dünya'dan sular çekilip, yaşam normalleştiği bir sırada,
Ye'cuc-Me'cuc artıklarından az bir kısmının muhtemelen Kafkasya'da
ortaya çıktığı bir zamanda yapılmıştır. Bu yolculuğu anlatan ayetlerin
bize verdiği mesaj; Nuh tufanından arta kalan kavimleri, yurtlarını,
durumlarını ve de Ye'cuc-Me'cuc'un saklı olduğu coğrafi bölgeleri ifşa
etmektir. Nitekim biz 8. maddede; "Asya yahut Doğusu Pasifik ve Atlas
okyanusunun kuzeyi"ndeki iki bölgeden söz ederken delillerimizin en
önemlilerinden birisi, aşağıdaki ayetlerin verdiği mesajlar olmuştur.
İşte Zu'l-Karneyn'in Kur'an'daki anlamlı yolculuğu:
(Ey Muhammed), sana Zu'l-Karneyn'den sorarlar. De ki: "Size, ondan bir hatırlatma ve açıklama yapacağım."
Gerçekten, Biz ona yeryüzünde imkan- güç ve her şeyden bir sebep verdik.
Ve arkasından o bir sebebe(yola) tabi oldu.
Güneş'in
battığı yere ulaşıncaya kadar. Onu(Güneş'i) sıcak bir balçıkta batıyor
buldu ve onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: "Ey Zu'l-Karneyn,
istersen onlara azap et; istersen onlara güzel davran."
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Kim zulmederse onu biz ileride azaplandıracağız; sonra
Rabb'ine döndürülür; O da onu görülmemiş bir azapla azaplandırır."
"Kim
iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık
vardır. Ona yakında emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz."
Sonra o (yine) bir yol tuttu.
Sonunda
Güneş'in doğduğu yere kadar ulaştı; onu (Güneş'i), o kavmin üzerine
doğarken buldu. Öyleki kendilerini Güneş'ten koruyan bir örtü(perde)
kılmadığımız bir kavim.
[KEHF(18)/83-90]
Sonra bir yol (daha) tuttu.
Ne zaman ki iki seddin arasına ulaştı, onun(iki seddin) dışında bir kavim buldu. Öyleki neredeyse bir sözü anlayamıyorlardı.
[KEHF(18)/92-93]
Yukarıdaki
[KEHF(18)/83-90, 92-93] ayetlerinin verdiği mesajlar ve surenin ismi
olan "Kehf" kelimesinin "mağara" anlamına gelmesi oldukça manidardır.
İşte bu ayetlerin tefsiri ve bize verdiği mesajlar:
a)
Zu'l-Karneyn, önce Batı'ya gidiyor, gittiği yer Atlas okyanusudur. Nuh
tufanından önce kuyruklu yıldız vurması vevolkanik patlamalarla buradaki
Atlantis kıtası batmıştır. Özellikle Atlas okyanusunun kuzeyi adeta
çamurdan sıcak bir balçıktır. Platon'un ifade ettiği gibi "sığ
bataklıklar" söz konusudur. Okyanusun yanında bulduğu kavim, Tufan'dan
kurtulmuş ademoğlu "artık bir kavim"dir. Allah, Enok'a(İdris-Hızır)
verdiği gibi Zu'l-Karneyn'e yetki veriyor; "ister azab et, ister güzel
davran." Ancak Zu'l-Karneyn, azab etmiyor ve uzun bir gelecekte azaba
uğrayacaklarını söylüyor, adeta bu azabıYaklaşansaat'e havale ediyor.
Elbette Yaklaşansaat'e ulaşacak olan bu gibi artık zalim kavimlerin
nesilleridir, kendileri değil. Bu yolculuğun Batı'ya; Atlas okyanusuna
yapılmasında önemli bir işarette; Atlantis çocukları olan
Ye'cuc-Me'cuc'un "yeraltı merkezi"ne yapılmıştır.
b) Sonra
Batı'dan Doğu'ya gidiyor, Güneş'in doğduğu yere; yani Asya'nın doğusuna;
Pasifik denizine. Öyleki orada da Güneş'in üzerine doğduğu bir kavim
buluyor. Bu kavim de, Nuhoğlu değil Ademoğlu, Tufan artığı bir kavimdir.
Bu kavmi de, Batı'daki kavim gibi ne uyarıyor, ne azab ediyor ve ne de
salih bir kavim olarak nitelendiriyor. Ancak burada verilen mesaj, bu
kavmi Güneş'ten koruyacak bir sütre; tepe ve dağın olmayışıdır. Burası
Gobi çölünün doğu sınırıdır. Gobi çölü ile Pasifik okyanusu arasında;
Gobi çölünden Pasifik'e doğru gidildikçe alçalır, denize ulaşır; bu
arada Güneş'i engelleyecek hiçbir dağ-tepe yoktur. Bu yolculukta da
ikinci bir işaret ise yine bu bölgede saklı Ye'cuc-Me'cuc'e bir
göndermedir. Böylece biri Batı'da, biri Doğu'da olmak üzere; "yer
altında iki Ye'cuc-Me'cuc saklanma merkezi"nden söz edebiliriz.
c)
Neden "Güneş'in battığı", "Güneş'in doğduğu" diye sürekli Güneş'e vurgu
yapılmıştır acaba? Elbette burada bir yön bildirimi olmakla beraber
başka bir mesaj da vardır bizce. O da, bu iki "artık kavm"in ataları
Atlantis-Mu ve dinleri de "Güneş(Ra) dini"dir. Güneş'in sürekli
vurgulanması bizde Mu-Atlantis ve "Güneş dini" çağrışımı yapmakta ve
adeta Ye'cuc-Me'cuc'un kordinatlarını vermektedir.
d) Doğu'dan
sonra Zu'l-Karneyn, tekrar bir yol tutup, Kafkasya'ya gelmiştir. İki dağ
arasına; yani iki sedde ulaşmış, bu seddin dışında bir kavimle
karşılaşmıştır ki; neredeyse bu kavim, derdini anlatacak ve sözü
anlayacak bir dilden mahrumdur.Yani dili gelişmemiş Tufan artığı bir
kavim. Ancak bu kavim, diğer Batı'daki ve Doğu'daki kavimlere göre
muhtemelen daha iyi ve yardımı hak ediyorlar. Zu'l-Karneyn'den,
kendilerine zarar veren Ye'cuc-Me'cuc şerrinden koruyacak bir set
yapmasını taleb ediyorlar, Zu'l-Karneyn de bu seddi yapıyor.
Evet,
söz konusu olan bu bölge neresidir? "Büyük Hadis Külliyatı"nda yer alan
bir hadiste anlatılan; demir ve demirciliğin eski zamanlardan beri
yaygın olduğu yer, bizce Kafkasya; Kafdağı'dır. İşte bir sahabenin
anlatımı:
"O, Ebu Bekre'ye, ahalisi sadece demir ile uğraşan bir
ülkeye gittiğinden söz etti. Bir eve girmiş. Güneş batarken o güne kadar
duymadığı bir ses duymuş. Adam korktum derken, ev sahibi korkma! Bu
sana zarar vermez. Çünkü bu, şu anki Seddin yanından ayrılan
Kavm'in(Ye'cuc-Me'cuc'un) sesidir. Onu görmekten hoşlanır mısın,
deyince; 'evet' dedim. Hemen ona gidip baktım ki; yapısındaki demir
kerpici kocaman bir kaya gibi duruyor. Sanki mürekkep renginde bir buz
gibiydi. Çivileri ise büyük kalasları andırıyordu. Peygamberi (s.a.v.)
gördüm ve bunu ona bildirdim. Bana: 'Onu anlat' buyurdu: O'na dedim
ki: 'Sanki o mürekkep renginde bir buz gibiydi.' Şöyle buyurdu: 'Seddi
gören birini kim görmek isterse bu adama baksın.'" (Rudani, C.5, Hno:
9191)
10) Zu'l-Karneyn'in Doğu'dan dönüp geldiği yer
Kafkasya'dır. Ye'cuc-Me'cuc'un, bir setle, muhtemelen Kafdağı'nda bir
setle kapatılması, dağlarda-mağaralarda saklı olduklarının başka bir
kanıtıdır. "Kafkas", esasında "Kaf-kas" gibi iki heceden oluşmaktadır.
Birincisi yani "Kaf", dağların adıdır ki mitolojilerde "Kafdağı", "Kaf
dağının arkası" olarak geçer. "Kas" ise orada yaşayan halklardır.
Etimolojik olarak da "ketş, ketiş, kedş, kedoş" kelimeleriyle bağlantılı
olduğu ileri sürülmüştür. "Kedoş" ise İbranice kutsal anlamına
gelmektedir. Ayrıca "kas" kelimesi; İbranice'de "taht, saltanat, şah"
anlamına gelir ki,Kafkas dağlarının en meşhurlarından biri olan Şah
dağıyla bağlantılıdır. Hatta bugün Azerbaycan'da; Şah dağının yakınında
"7 köy" vardır ki; her birinin dili-geleneği kendine hastır, benzeri
yoktur ve tarihsel köklerine de ulaşmak mümkün değildir. Bu oldukça
kadim olan köylere Şahdağı halkları denmektedir. Bu "7 köy"den özellikle
Şah-Tufan-Kızılkaya dağları üçlüsünün yakınında bulunan "Kınalık" köyü
incelendiğinde, tarihlerinin Nuh tufanından önceye gittiği izlenimi
doğar. Azeri kaynaklarının tamamında, Şah halkından olan "Kınalık köyü"
şöyle anlatılır:
"Nuh tufanının devrinde Ketş halkı, Ketş
dağlarında yaşardı. Allah tarafından başveren zelzele zamanı orada
hiçbir ev salamat kalmamıştır, bütün evler yıkılmıştır. Sağ kalanlar ise
çayı geçerek küçük bir tepeye sığınmışlardır, böylece Kınalık ortaya
çıkmıştır."
İşte Zu'l-Karneyn'nin, geldiği bu "iki sed"din
yakınında "bulduğu kavm"in isteğini yerine getirirken Kur'an diliyle
verdiği mesajlar:
Dediler ki: "Ey Zu'l-Karneyn, şüphesiz Ye'cuc
ve Me'cuc, Arz'da(Yer'de) fesat çıkarıyor. Bizimle, onlar arasında bir
set yapman için, sana bir haraç verelim mi?"
(Zu'l-Karneyn) dedi
ki: "Rabb'imin bana verdiği imkan-güç daha hayırlıdır. Siz bana
kuvvetinizle yardım edin, sizinle onlar arasına aşılmaz bir engel
yapayım."
"Bana, demir kütleleri getirin." Nihayet dağın iki
yamacı arasını, bir seviyeye kadar (demirle) doldurunca. "Bu (kütleler)
kor haline gelinceye kadar üfleyin(körükleyin)! Bana getirin, üzerine
erimiş bakır dökeyim" dedi.
(Artık bundan sonra Ye'cuc-Me'cuc) onun üzerinden aşmaya ve onu delmeye güç yetiremezler.
(Zu'l-Karneyn)
dedi ki: "Bu Rabb'imden bir rahmettir. Ne zaman ki; Rabb'imin vaadi
gelir, o engeli yerle bir eder. Rabb'imin (Ye'cuc-Me'cuc) vaadi
gerçekleşir."
O gün, bazısını(Ye'cuc-Me'cuc'u), bazısının(o
Hakk'ı örtenlerin) üzerine dalga dalga bırakırız. Arkasından Sur'a
üfürülür ve onları, bir toplayışla toplarız.
[KEHF(18)/94-99]
Kaf
dağında ortaya çıkan ve Zu'l-Karneyn tarafından çıkış yerleri yahut
mağaraları kapatılan Ye'cuc-Me'cuc olayı, doğru sonuçlara ulaşmamız için
bize ışık tutmaktadır. Özetle insanlıktan kaçıp kuzeye dağlara;
dağlardaki dev mağaralara sığınanYe'cuc-Me'cuc'un(devlerin) bir kısmı,
Tufan öncesi felaketlerle ve Tufan'la helak olurken; diğer bir kısmının,
saklandıkları "yeraltı mağara şehirleri"yle birlikte battıklarını
söyleyebiliriz.
Kaf dağındaki "devler"in ise buraya Tufan'dan
kaçarak sığındıklarını ve Tufan'dan kurtulduklarını düşünebiliriz.
İkinci bir durum ise 8. maddede açıkladığımız "Kaf/Kof/Kuf" kök
harfinden; "izlemek", "ardına düşmek" anlamına gelen türemiş kelimeler;
bize "devler"in, Kuzey Doğu'dan veya Kuzey Batı'dan; ancak "yeraltından
boşlukları-tünelleri izleyerek-açarak"Kaf dağındaki çıkış mağaralarına
gelmiş olmalarıdır. Sonuç olarak Kaf dağında Tufan'dan sonra ortaya
çıkan "devler"in, bu bölgede üremediklerini ve burada "saklanan artık
devler" olduğuna inanmaktayız.
11) "Zu'l-Karneyn" kimdir?
Zu'l-Karneyn iki çağın adamıdır. Nuh öncesi Nuh sonrası çağın birleştiği
yerde bulunuyor. Zu'l-Karneyn, Arapça bir kelimedir ve "Zu" ve
"Karneyn" kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş bir sıfattır.
"Zu", bir şeyin sahibi demektir. "Karneyn" ise tekil olan "Karn"
kelimesinin tesniye(ikili)sidir. "Karn"; "boynuz, nesil, asır, çağ,
zaman" anlamlarına gelir. Dolayısıyla "Karneyn"; iki boynuzlu, iki
nesilli, iki zamanlı demektir. Biz bu karşılıklardan "iki
zamanlı"anlamını tercih ediyoruz ve "Zu'l-Karneyn"e, Sonsuz Yüce'nin
ilim verdiği "iki zamanlı bir nebi" diyoruz.
Batı'ya ve Doğu'ya
gidiyor; adeta zamanda ileri ve geri gidiyor. Ancak esas anlamı, iki
zamanı yaşamış, iki zamanlı birisi ki; bize göre Enok'tur(İdris).
Yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi Kur'an, insanlık tarihini
ikiye ayırıyor. Birinci zaman Adem'den-Nuh'a; ikincisi
Nuh'tan-Yaklaşansaat'edir. İdris, bu iki zaman periyodunda bulunan ve
"melek boyutuna yükseltilmiş bir nebi"dir. Yukarıda 10. maddede de
zikrettiğimiz [KEHF(18)/83-90] ayetleri dikkatle okunacak olursa;
Zu'l-Karneyn'in konuşma tarzı ve kendisine verilen yetkiler,
Enok'la(İdris) tamamen örtüşmektedir. Kendisine Allah katından birilim,
imkan-güç verilen ve her bir sebebi işletebilen Enok'tur(İdris-Hızır).
İdris(Hızır)-Musa kıssası incelenecek olursa; yetkinlik ve konuşma
tarzı; "biz şöyle yaptık" gibi ifadeler, bizi İdris'e götürmektedir.
Ayrıca, Zu'l-Karneyn bir isim değil sıfattır ve bu sıfat, en güzel
şekilde İdris'i tarif etmektedir.
Zu'l-Karneyn'in, İskender
olduğunu söyleyen müfessirler, külliyen hata etmişlerdir. Hem de
yaptıkları azim bir hatadır.İskender ile Zu'l-Karneyn, Doğu ve Batı
kadar birbirine uzaktır. İskender'in, bırakın peygamberliğini, "İslam
Milleti"yle uzak-yakın bir ilgisi yoktur. Bu yaygın aldanış, Eski
Yunan'ın ve şeytani felsefesinin, İslam bilginlerini nasıl etkilediğinin
bir kanıtıdır. Yine Moğollar, Çinliler, Türklerin; yani Nuh oğlu
Yafesoğullarının Ye'cuc-Me'cuc sanılması da büyük bir yanılgıdır ve
tarihsel bir hatadır.
Aynı şekilde diğer din mensupları;
özellikle Yahudiler-Hıristiyanlar, kendilerini Yaklaşanssaat'te
kurtarılmışlar olarak gördükleri gibi; kalplerindeki kinle orantılı
olarak da düşmanlarını Ye'gog-Me'gog ilan etmekten geri durmuyorlar.
Bunların hepsi bir aldanma ve aldatmadır ve gerçekte "O Gün"ün bir adı
da unutmayalım ki "Aldanma Günü"dür.
12) Son olarak deriz ki,
Yaklaşansat'te Sonsuz Yüce Allah'ın takdir ettiği vakit-aşama
geldiğinde; kuyruklu yıldız darbeleriyle arz yarılır, dağlar batar,
dağlar yükselir ve Ye'cu-Mecuc ortaya çıkar. Adeta geometrik olarak
çoğalan, "O Gün" için hırsla bilenen bu insanlık düşmanı yaratıklar
ortaya çıkacaklar ve herbir tepeden saldıracaklardır. İşte "O Gün"
gelmeden bizi şiddetle uyaran konuyla ilgili Kur'an ayetlerinin az bir
kısmı:
(Zu'l-Karneyn) dedi ki: "Bu Rabb'imden bir rahmettir. Ne
zaman ki; Rabb'imin vaadi gelir, o engeli(seti) yerle bir eder.
Rabb'imin (Ye'cuc-Me'cuc) vaadi gerçekleşir."
O gün,
bazısını(Ye'cuc-Me'cuc'u), bazısının(o Hakk'ı örtenlerin) üzerine dalga
dalga bırakırız. Arkasından Sur'a üfürülür ve onları, bir toplayışla
toplarız.
[KEHF(18)/98-99]
Bir 'Karyete'(İsrailoğulları) ki, onları helak etmeyi haram (kıldık). Şüphesiz onlar, (Hakk'a) dönmezler.
Ta ki Ye'cuc, Me'cuc çıkıncaya ve her bir tepeden akın edinceye kadar!
Hak
'vaad'(helak) yaklaşmıştır. O zaman, Hakk'ı örtenlerin gözleri, bir
noktaya dikilecek ve: "Vay başımıza, biz bu şeyden(Ye'cuc-Me'cuc'dan),
gaflet içindeydik. Bilakis bizler, zalimleriz" (diyeceklerdir).
[ENBİYA(21)/95-97]
Evet,
Yaklaşansaat'te ortaya çıkacak olan "Ye'cuc-Me'cuc saldırısı"nın ne
derece muhkem ve şiddetli bir hak tehdit olduğunu bilmek isteyenler;
Sitemiz'in "YE'CUC-ME'CUC" bölümündeki "KUR'AN'DA YE'CUC-ME'CUC",
"HADİS'TE YE'CUC-ME'CUC"ve "TEVRAT'TA YE'CUC-ME'CUC"; "ayet, hadis ve
haberler"ini bu yazıdan sonra tekrar okuyabilirler.
Sonuç olarak
şunu da herkes bilmelidir ki; sözünü ettiğimiz; Kur'an'da ve hatta
Tevrat'ta sıkça bahsedilen "O Gün"; "Fiili kıyamet olan 2. Saat"
değildir, "1. Saat"tir ve Ye'cuc-Me'cuc saldırısından sonra da elbette
Dünya'da hayat devam edecektir. Ve elbette bu zalim yaratıklar, helak
ettikleri zalim kafirler gibi helak olacaklardır.
Ey! Her şeyin
en doğrusunu bilen ve yarattığı her varlığa layıkı vechiyle muamele eden
Rabb'imiz, "Sen Sonsuz Yüce"sin! EyLatif sıfatıyla her şeye nüfuz eden,
tüm varlıkların hayatı-ölümü ve cezalandırılması elinde olan Sonsuz
Yüce, yaklaşmakta olan "O Gün'ün azabın"dan ve "Deccal Fitnesi"nden,
Sen'in Rahmet'ine sığınır, Sen'den yardım dileriz!
Dr. Halil Bayraktar
Kaynaklar:
1) Kur'an-ı Kerim
2) Kütübü Sitte
3) Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, C.5, çev. Naim Erdoğan, İz Yy.
4) Tora ve Aftara, Bereşit(Tekvin), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
5) Tora ve Aftara, Devarim(Tesniye), Türkiye Hahambaşılığı, Gözlem Yy, İstanbul, 2010.
6) Peygamber Enok'un Kitabı, çev. Günyüz Keskin, Hermes Yayınları, İstanbul, 2011.
7) Taberi, Tarih-i Taberi, C.I,II, çev. M. Faruk Güntunca, Sağlam Yy. İst.
8) Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. I, II, çev. Zakir Kadir Ugan, Ahmet Temir, Meb Yy. İstanbul, 1991.
9) Geza Vermes, Ölü Deniz Parşömenleri Kumran Yazıtları, çev. Nurfer Çelebioğlu, Nokta Kitap, İstanbul, 2005
10) Michael Balter, "Tracing Humanity's Path", ScienceNow Daily News, çev. Erkam Bayrakçı, 23/5/2008.
11) Andrew Lawler, Science Dergisi, Sayı: 331, çev. Kader Demirpehlivan, yaklasansaat.com, 28701/2011.
12)
Simon J. Armitage, "The Southern Route 'Out of Africa': Evidence for an
Early Expansion of Modern Humans into Arabia", Science Dergisi, çev.
Kader Demirpehlivan, yaklasansaat.com, 28/01/2011.
13) Charles Choi,
"Arabian Artifacts May Rewrite 'Out of Africa' Theory", LiveScience,
çev. Ayşegül Kesmez,yaklasansaat.com, 30/11/2011.
14) James Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Batık Kıta Mu'nun Çocukları, çev. Ercan Arısoy, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
15) James Churchward, Kayıp Uygarlıklar-ll, Kayıp Kıta Mu, çev. Rengin Ekiz, Ege Meta Yy. İzmir, 2000.
16) Murry Hope, Atlantis Efsane mi Gerçek mi? çev. Sibel Özbudun, Milliyet Yy. İstanbul, 1991.
17) Robert Sarmast, Kayıp Cennet Atlantis, çev. Sedat Türe, Neden Kitap, İstanbul, 2011.
18) Shirley Andrews, Lemurya ve Atlantis, çev. Şenay Tufan, Kozmik Kitaplar, İstanbul, 2004.
19) Lauren O.Thyme, Sareya Orion, Lemurya Yolu, çev. Semra Ayanbaşı, Akaşa Yy. İstanbul, 2004.
20)
Meena Hartenstein, "Lost City of Atlantis Found in Marshlands of
Southern Spain, Researchers Claim", nydailynews, çev. Ayşegül Kesmez,
yaklasansaat.com, 13/03/2011.
21) Nour Abuzant, "Mecca should Become Core to Measure Time Zones", gulf-time, çev. Gökben Coşkun,yaklasansaat.com, 21/04/2008.
22) A. Salim Adiloğlu, İşte Zu'l-Karneyn İşte Kıyamet, 2011.
23) Turgut Gürsan, Yeraltındaki Gizli Dünyalar, Haziran, 2003.
24) B. Ömer Büyüka, Ahbaz Mitolojisi Anaç mı? 1971.
25)
İsmail Raci el-Faruki, Luis Lamia el-Faruki, İslam Kültür Atlası, çev.
M. Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yy. İstanbul.
26) Yves Bonnefoy, Mitolojiler Sözlüğü, Yayına Hazırlayan: Levent Yılmaz, Dost Kitabevi Yy. Ankara, 2000.
27) Dr. Ufuk Tavkul, "Karaçay-Malkar Nart Destan Kahramanlarından 'Demirci Debet'", Kırım Dergisi, 8 (33), 2000.
28) Kalevala (Fin Destanı), çev. Lale Obuz, Muammer Obuz, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara, 1965.
29) "Basalt rock wall found in ocean near Taiwan", reuters.com, Çev. Gökben Coşkun, yaklasansaat.com, 05/01/2009.
30) İslam Ansiklopedisi
31) ethnologue.com
32) wikipedia.org
33) Büyük Larousse, C.2
34) Ana Biritannica, C.3
35) turkish.cri.cn/chinaabc
36) hermetics.org
37)FaktXaber.com
38) azeribalası.com
39) morien-institute.org
Bana Destek olmak İçin Lütfen Youtube Kanalıma Üye Olmayı Unutmayın..
Youtube Kanalım >>> Eyüp Ertaş